Özet
1. Giriş
Son üç yıl içerisinde küresel siyasette yaşanan bazı değişimler, Körfez siyaseti ve güvenliğinin dinamiklerinde değişime sebep olan bir zemin hazırlamıştır. Bunlardan birincisi, ABD’de 2020 başkanlık seçimlerinde Donald Trump hükümetinin yerini Joe Biden hükümetinin alması ile ABD’nin İran politikasında benimsenen yaklaşım farkı olmuştur. İkinci önemli gelişme İbrahim Anlaşmaları ile başlayan yeni süreçte BAE’nin İsrail’le normalleşmesiyle birlikte İsrail’in bölgesel güvenlikte alan kazanması ve bunun Suudi ve BAE dış politikalarına yansımaları olmuştur. Bu süreç, KİK ülkelerinin siyasi ve güvenlik ilişkilerini Rusya ve Çin gibi batı dışı güçlerle çeşitlendirdikleri bir dönemi kapsamaktadır. Üçüncü önemli gelişme 3.5 yıl sürmüş olan Katar krizinin sonlanmasıdır. Dördüncü önemli gelişme ise Çin’in bölge siyasetinde yükselen etkisi sonucu, geçtiğimiz 2023’ün Mart ayında Çin arabuluculuğu ile gerçekleşen İran-Suudi Arabistan anlaşmasıdır. Suudi-İran ilişkilerinin normalleşmesi, Suudi Arabistan-İran gerginliğinin tırmandırılması temelinde güçlendirilen batı tasarımı “bölgesel sisteme“ meydan okuyan önemli bir gelişme olmuştur. “İran tehdidi“ ekseninde bölgesel aktörlerin çatışmasına dayalı olarak kurgulanan ABD hegemonyasının belirlediği Körfez güvenlik mimarisinin statik yapısından dinamik bir yapıya geçilirken daha da önemlisi çatışma siyasetinden uzlaşma siyasetine geçildiği yeni bir dönemin başladığı görülmektedir. Buna rağmen bölgesel güvenlik sisteminde ABD’nin belirleyici rolü ve bu doğrultuda İran’ın çevrelenmesi politikası etkisini sürdürmektedir. 7 Ekim 2023’ten beri devam etmekte olan Gazze Savaşı bağlamında İran’ın çevrelenmesi politikası hız kazanmakta ve Suudi ve BAE yönetimlerinin ABD-İsrail eksenli yaklaşımlarını sürdürdükleri gözlemlenmektedir.
Körfez siyasi ve güvenlik mimarisinin söz konusu değişen denklemi içerisinde Türkiye etkin ve önemli bir rol oynamaktadır. Bölge aktörlerinin çatıştırılması temelinde yapılandırılmış olan bölgesel güvenlik sistemi çerçevesinde, Arap baharı sonrası süreçte yürütülmüş ola Katar ambargosuna karşı Katar’da mevcut olan üssü üzerinden askeri destek ikmali yaparak Katar yönetiminin düşürülmesini engellemiş ve Katar’ın egemenliğinin korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu noktada Türkiye’nin Katar’daki askeri üssü bölgesel güvenliğin güçler dengesinde önemli bir denge unsuru teşkil etmektedir. Buna ilaveten Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve aynı zamanda gelişen savunma sanayisi ile bölgesel bir güç olma yolunda ilerlemektedir. Türkiye savunma kapasitesini kullanarak Libya, Karabağ ve Kuzey Suriye gibi çatışma noktalarında aldığı inisiyatiflerle çatışmanın önünü keserek dönüştürücü bir rol oynamıştır. Diğer taraftan üstlendiği arabuluculuk rolü ile devam etmekte olan Rusya-Ukrayna Savaşı’nda yine bir denge unsuru teşkil etmiştir. Türkiye’nin dış politika ve güvenlik politikasında geliştirmiş olduğu bu yaklaşım ve profil Körfez ülkeleri içinde bir cazibe kaynağı haline gelmektedir. Bu çalışmada Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile olan güvenlik ilişkilerine yönelik potansiyel fırsatlar ve gelişmeler üzerinde durulmaktadır.
2. “Bölgesel Güvenlik Sisteminin“ Tanımlanması
Soğuk savaş dönemi itibari ile Körfez siyaseti ve güvenliği, ABD liderliğinde batının dizayn etmiş olduğu “Körfez bölgesel sistemi“ olarak tanımlanan statükonun her on yılda bir derinleştirilen bağlamda sürdürülen ‘güvenlikleştirme’ çerçevesinde güçlendirilmesi ile şekillenmiştir.[4] 1971’de İngiltere’nin bölgeden çekilmesinin akabinde bölgede oluşan güç boşluğunu doldurmak ve bölgesel güvenliği kontrol altında tutmak üzere ABD, 1979 İran devrimine kadar Çifte Sütun, twin pillars, politikası ile iki önemli bölgesel güç İran ve Suudi Arabistan’ı silahlandırarak Sovyetler etkisi ve yayılmasına karşı vekalete dayalı bir güvenlik sistemi inşa etti. 1979 İran devrimi ile birlikte Çifte Sütun’un daha güçlü ayağı ve “ABD’nin jandarması“ olan İran’ı kaybeden ABD, müttefiki İngiltere ile birlikte 1980’de Irak’ın İran’a saldırması ile patlak veren Irak-İran Savaşı’nı desteklemiştir. İki ülkeye de el altından yoğun silah tedariki yapan ABD ve İngiltere iki istenmeyen rejimi birbiriyle savaşarak yıpratmak ve iki tarafında kazanmasını engellemek üzere savaşın 1988’e kadar sürmesini sağlamıştır. Diğer taraftan savaş ortamında güvenlik ihtiyaçları artan KİK ülkelerine yapılan silah satışları büyük artış kazanmıştır ve Körfez en büyük silah pazarı haline gelmiştir.[5] 90’lı yıllarda ABD, Soğuk Savaş sonrası bağlamda bölgesel güvenlik sistemini bu kez iki bölgesel aktör İran ve Irak’ı birbirleriyle dengeleyerek çevreleme politikası (dual containment) çerçevesinde yürütmüştür. Bu çevreleme kapsamında ABD, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ardından başlatılan 1991 Körfez Savaşı ile bölgede tesis ettiği direk askeri varlığını Suudi toprakları merkezli olmak üzere diğer KİK ülkelerinde de kurduğu çok sayıda üsleri ve güvenlik anlaşmaları ile derinleştirmiştir. İran ve Irak’ı çevreleme gerekçesi olarak ABD ulusal güvenlik ve strateji belgelerinde Irak BM kararlarını ihlal eden suçlu bir ülke olarak tanımlanırken İran terörü destekleyen devlet olarak tanımlanmıştır. Bu iki gücün çevrelenmesini gerekli kılan Amerikan çıkarları Ortadoğu barışı, İsrail güvenliği ve müttefiklerle olan ilişkiler olarak belirlenmiştir.[6]
2003’te Terörle Küresel Savaş kapsamında G. Bush yönetiminde ABD’nin Irak’ın işgali ve sonrasında Saddam faktörünün devre dışı bırakılması ile ABD tarafından tanımlanan nihai ve yegâne bölgesel güvenlik tehdidi İran olmuştur. “İran tehdidi“ kurgusu ekseninde yapılandırılan bölgesel statüko ve güvenlik mimarisi Körfez’in Arap ve Fars yakasındaki aktörler arasındaki gerilimin sürekliliğine bağlı olarak sürdürülebilir bir güvenlikleştirme haline getirilmiştir. Arap Baharı sonrasında bu güvenlikleştirme siyaseti çerçevesinde İran-Suudi Arabistan gerilimi “mezhep çatışması“ söylemi ile tırmandırılarak Yemende 2015’te başlatılan savaşla sıcak çatışmaya dönüştürülmüştür. Diğer taraftan Arap Baharı sonrası süreçte İran ve Müslüman Kardeşler örgütü ile ilişkilerini sürdürdüğü gerekçesi ile Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır dörtlüsü 2017 yılında Trump yönetimindeki ABD desteğiyle Katar’a 3 yıldan fazla süren bir ambargo başlatmış ve böylece bölgesel gerilim ve güvensizliğin tırmanışa geçtiği bir statüko savaşı bölgesel güvenlik sistemini şekillendirmiştir. 2020’de Joe Biden’ın ABD başkanı olması ile birlikte Trump destekli bölgesel gerilim düşme eğilimine girmiş ve 2021 başında Katar Krizi’nin sonlandırılması ile sonuçlanmıştır. Biden yönetimi İran’la Nükleer Anlaşma müzakerelerine devam etme politikası ile İran’la olan gerilimi azaltma yoluna girerken diğer taraftan “İsrail’in güvenliği“ öncelikli daimi stratejik ABD çıkarları doğrultusunda İran’ı çevreleme politikasını sürdürmeye devam etmektedir.
13 Ağustos 2020’de BAE’nin İsrail’le ilişkilerini normalleştirerek diplomatik düzeye taşımasını sağlayan İbrahim Anlaşmasını imzalamasıyla Körfez jeopolitiği yeni bir sürece girmiş ve bunun Körfez güvenlik haritasına önemli yansımaları olmuştur. BAE ile başlatılan İbrahim Anlaşmaları, Körfez’de Bahreyn tarafından takip edilmiş ve Sudan ve Fas’ın katılımı ile devam etmiştir. Bu süreçte Suudi Arabistan anlaşma noktasına gelmemiş olsa da Suudi liderler prensip olarak anlaşmaları destekleyen açıklamalar yapmış, Suudi hava sahasını İsrail uçuşlarına açmış ve geçtiğimiz aylarda Suudi yönetimi anlaşmaya yönelik müzakere sürecini başlatmıştır. İsrail’le normalleşme konusuna karşı en katı tutumu sergileyen Kuveyt’in istisnai yaklaşımı dışında[7], İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesinin Körfez siyasetinde bir norma dönüştüğü bir atmosfere girilmiştir. Umman tarihsel süreç içinde İsrail yanlısı bir politika benimseyen Körfez’in tek ülkesi olması hasebi ile İsrail’le mevcut ilişkilerini sürdürürken, Katar 90’ların ikinci yarısı itibariyle stratejik bir yaklaşımla İsrail’le geliştirdiği ticari ilişkilerini sürdürmekle birlikte normalleşme konusunda Filistin meselesinin çözümü şartını öne sürmektedir.[8]
Körfez’de başlayan İsrail’le normalleşme sürecinin Körfez güvenlik mimarisi üzerinde direk ve dolaylı sonuçları olmuştur. Direk sonucu, BAE’nin geliştirdiği askeri işbirliği ile İsrail’i bölgesel güvenliğe dahil ederek bölge güvenliğinde etkin aktörler arasına girmesini sağlaması olmuştur. BAE, 90’ların ikinci yarısı itibari ile İsrail’le örtülü olarak geliştirdiği siyasi ve ideolojik konsensüs ve bu doğrultuda geliştirdiği askeri ilişkilerini İbrahim Anlaşması ile birlikte diplomatik ilişkilerle taçlandırmıştır.[9] Bu şekilde, “İsrail güvenliği“ için hayati bir önem arz eden bölgesel güvenlik sisteminde İsrail’e meşru bir alan açılmış ve böylece İran’ın çevrelenmesi çerçevesinde İsrail’in dolaylı rolünün direk İsrail varlığına yükseltilmesi sağlanarak bölgesel güvenlik sisteminin konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir. Nitekim, İbrahim Anlaşmalarının 7. Maddesinde “Taraflar, bölgesel güvenlik ve istikrarı ilerletmek amacıyla 'Ortadoğu için Stratejik Gündem' geliştirmek ve başlatmak üzere… ABD’ye katılmaya hazırdır" ifadesi buna işaret etmektedir.[10] Bu doğrultuda atılan en önemli adım, Trump hükümetinin BAE-İsrail Anlaşmasının hemen akabinde, Ocak 2021’de, İsrail askeri varlığını ABD Avrupa Komutanlığı (EUROCOM)’dan ABD’nin Ortadoğu karargâhı olan Merkez Kuvvetleri Komutanlığı (CENTCOM)’a taşıması kararını alması olmuştur.[11] Böylece, mevcut İsrail-Centcom ilişkileri ve İsrail askeri etkisi ve varlığı meşrulaştırılmış ve ABD-İsrail güvenlik iş birliği kapsamında İsrail askeri Orta Doğu’daki Amerikan üslerinde mevzilenebilme ve hava, kara, deniz ve siber güvenlik boyutlarını kapsayan bir düzeyde bölgesel güvenlik sistemine müdahil olabilme imkânı kazanmıştır. Diğer bir önemli adım ise, ABD’nin İsrail’in geliştirdiği Demir Kubbe, Iron Dome, hava savunma sistemini, normalleşme anlaşmalarını takiben BAE’deki Amerikan üssüne taşıma kararı alması olmuştur.[12] Bu gelişme, İsrail’in İran’ın karşı sahilinde mevzilenmesi ve istediği takdirde İran’ı vurabilme imkânına sahip olması anlamına gelmektedir. Ayrıca İsrail’in, BAE ile İran’a yönelik askerî kuşatma operasyonunu güçlendirecek yeni bir güvenlik iş birliği geliştirmekte olduğu bilinmektedir.[13] Buna ilaveten, BAE, İsrail’le birlikte Körfez’de çeşitli ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmekte ayrıca çok sayıda İsrail güvenlik şirketinin ve Elbit Systems ve Rafael gibi önemli silah üreticisi şirketlerinin şubelerini BAE’de açmaktadır.[14]
İbrahim Anlaşmaları sürecinin Körfez güvenlik sistemi üzerinde ki önemli sonuçlarından biride BAE’nin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi ve Suudi veliaht Prensi MbS liderliğinde gelişen Suudi-İsrail yakınlaşmasının sonucu olarak İsrail’in Körfez özelinde Arap dünyasında meşruiyet kazanması Suudi Arabistan ve UAE gibi müttefik aktörlere ilişkilerini çeşitlendirmek üzere alan açmıştır. Bu bağlamda, Körfez ülkeleri dış politikalarında daha bağımsız bir istikamet belirleyerek batı dışı güçlerle güvenlik başta olmak üzere çeşitli alanlarda ilişkilerini geliştirme yoluna girmişlerdir. Bunlar arasında Rusya, Çin, ve ilişkileri onarma yoluna girdikleri Türkiye gibi ülkeler gelmektedir. Bu gelişmeler üzerinde Biden iktidarının ilk dönemlerinde MbS arasında Kaşıkçı cinayeti vb. konulara dayalı olarak gelişen geriliminde etkisi olmuş ve Suud yönetiminin Asya aksına kaymasına zemin hazırlamıştır. Körfez ülkelerinin Rusya ve Çin’le olan güvenlik ilişkileri 2000’lerde başlamış olmasına rağmen bu süreçte yoğunlaştığı görülmektedir.[15]
4. Yükselen Çin Etkisi
Türkiye’nin Körfez’deki askeri açılımı Katar’la başlamıştır. 19 Aralık 2014’te Türkiye ve Katar arasında imzalanan ve 15 Haziran 2015’te yürürlüğe giren güvenlik işbirliği anlaşması ile Türkiye’nin Katar’a askeri eğitim, savunma sanayisi ve Katar topraklarında asker bulundurması konularında karar alınmıştır. Böylece DEAŞ tehdidi altında bulunan bölgeye gerektiğinde hemen müdahale edebilmek amacıyla kademeli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askerinin Katar’da bulunan Tarık bin Ziyad üssüne sevk edilmesi ve Türk savunma sanayi kurumlarının Katar’la yapacağı işbirliğinin adımları atılmıştır. Katar’da konuşlanan Türk askeri varlığı bölgesel güvenlik sistemi çerçevesinde önemli bir denge unsuru teşkil etmiştir. Bölgesel sistemin en güçlü İsrail güvenlik müttefiki olan BAE, Katar’daki Türk askeri varlığına tepki göstermiştir. Özellikle Arap baharı sonrası bağlamda bölgede tırmandırılan gerilim ve çatışma atmosferinde bölgesel statüko güçlerinin agresif politikalarına karşı Türkiye’nin Katar’daki askeri varlığı etkili bir savunma gücü misyonu üstlenmiştir. Buna karşılık, 5 Haziran 2017’de Suudi Arabistan-BAE-Bahreyn-Mısır dörtlüsünün Katar’ı ablukaya almaları akabinde Katar’a deklare ettikleri 13 madde ile dayatılan şartlar arasında Katar’daki Türk askeri varlığının sonlandırılması yer almıştır. Suudi askeri kuvvetlerinin Katar sınırına dayanıp Katar’ı düşürme girişiminde bulunmasına karşı TSK askerleri, 2 gün içerisinde TBMM’den geçen acil asker sevki kararı ile derhal müdahale ederek Katar devletinin egemenliğine ve ulusal güvenliğine yapılan müdahaleyi engellemiştir.[17] 2019’da Katar’da Türk silahlı kuvvetlerinin konuşlandığı kışlanın yanına Halid bin Velid kışlası adında 5 bin asker kapasiteli ikinci bir kışla inşa edilmiş ve Katar-Türkiye ortak güvenlik sistemi Körfez’de konsolide edilmiştir.[18] 2022 FIFA dünya kupasına ev sahipliği yapan Katar’ın bu büyük organizasyon sırasında güvenlik sistemine destek olmak üzere Türkiye TBMM Genel Kurulu’ndan geçen tezkere ile “Dünya Kupası Kalkanı Harekatı“ kapsamında TSK unsurları ve Emniyet Genel Müdürlüğü personeli görevlendirilmiştir.[19]
Katar’la olan güvenlik ittifakını derinleştirmeye devam eden Türkiye, son iki yılda bölgedeki çatışma siyasetinin yerini uzlaşmaya bırakmaya başlaması ile, siyasi anlamda Katar’la birlikte Türkiyeyi de hedef almış olan Suudi Arabistan ve BAE’nin ilişkileri düzeltmeye yönelik girişimlerine karşılık vererek ilişkilerini hızla normalleştirmiştir. Bunu müteakip söz konusu ülkelerle ilişkileri hızla geliştirmek üzere Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın Temmuz 2023’te bir Körfez ziyareti gerçekleştirmiş ve bu ziyaret kapsamında çok boyutlu yoğun bir işbirliği alt yapısı oluşturulmuştur. Katar, Suudi Arabistan ve BAE’yi kapsayan bu gezide güvenlik ana çerçevesi çizilen stratejik anlaşmaların kapsadığı alanlardan biri olmuştur. Bu kapsamda, Suudi hükümeti ile "Kabiliyetler, Savunma Sanayii, Araştırma ve Geliştirme Alanlarında İşbirliğine İlişkin Uygulama Planı" anlaşması iki ülkenin savunma bakanları tarafından imzalanmıştır. Ayrıca Suudi Savunma Bakanlığı ile Türk firması Baykar arasında işbirliği sözleşmesi imzalanmış ve "Doğrudan Yatırımın Teşvik Edilmesi Alanında İşbirliği" anlaşmaları enerji ve iletişim gibi stratejik alanları kapsamıştır.[20] BAE’de savunmayı sanayiinden yapay zekaya kadar çeşitli alanı kapsayan 13 belge imzalanmış ve Türkiye Cumhurbaşkanı ve Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı'nın başkanlık edecekleri bir "Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey" kurma konusunda mutabakata varıldığı belirtilmiştir.[21] Katar ziyaretinde ise, “Yüksek Stratejik Komite“ çalışmaları kapsamında mevcut ilişkilerin çok daha geniş kapsamlı alanlarda geliştirilmesi yönünde yeni anlaşmalara imza atıldı. Bu anlaşmalar Türkiye’nin ticari çıkarlarının ötesine geçen bir stratejik öneme sahiptir. Türkiye’nin bölgesel güvenlik sisteminde güvenlik ilişkilerinin çeşitlendirilmesi eğiliminin ağırlık kazandığı bu bağlamda Türkiye’nin gelişen ve uluslararası arenada ilgi ve talep gören savunma sanayisi ile yer alması, Türkiye’nin etkisinin bölgesel siyasette derinleştirilmesi noktasında oldukça önemli bir gelişmedir. Türkiye Ortadoğu’da askeri varlığı ile yer aldığı Libya, Suriye, Somali ve Azerbaycan gibi önemli çatışma noktalarında barış ve insani değerler misyonuyla askeri gücü ile çatışmaları önlemiştir. Buna paralel olarak Türkiye, diplomatik kapasitesi ile özellikle Rusya-Ukrayna Savaşında görüldüğü gibi barış ve insani yardımı destekleyen arabuluculuk misyonu ile temsil ettiği değerler temelli güvenlik anlayışı ile Körfez siyasetinde ve güvenlik sisteminde önemli bir denge unsuru olmaya devam edecektir.
6. Sonuç
Basra Körfezi’nin siyasi ve güvenlik dinamikleri ABD liderliğinde kurgulanan ve tasarlanan bir bölgesel güvenlik sistemi çerçevesinde şekillenmiştir. Bu bölgesel sistem her on yılda bir derinleştirilen bir güvenlikleştirme doğrultusunda yürütülmüştür. Körfez güvenlikleştirmesinde iki temel mesele bu sistemin etkinliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Bunlardan birincisi, bölgesel güvenlik sisteminin çıkar ve tehdit tanımlamaları bölgesel aktörler tarafından değil fakat bölgedeki müttefik aktörlerin güvenlik şemsiyesi altında toplandıkları ABD’nin çıkarları merkezli olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu bağlamda ABD’nin bölgesel güvenlikteki temel çıkarları, son derece stratejik bir öneme sahip olan bölgenin batı ekseninde ve kontrolünde tutulması ve “İsrail güvenliği“ meselesi olmuştur. Buna bağlı olarak gelişen ikinci meselede bölgesel güvenlikleştirmenin bölgesel aktörlerin karşılıklı tehdit algılaması ekseninde çatıştırılması temelinde yapılandırılmasıdır. Bu noktada söz konusu ABD çıkarları tarafından belirlenen tehdit kaynakları 2003’te Irak’ın işgaline kadar Irak ve İran, sonrası süreçte ise İran olmuştur. “İran tehdidi“ algısı ekseninde Suudi Arabistan liderliğinde KİK ülkelerinin İran’a yönelik gerilim siyaseti yürütmesi empoze edilmiş ve Suudi-İran gerilimi Arap Baharı sonrası süreçte tırmandırılarak halen devam etmekte olan Yemen savaşına sebep olmuştur.
Son iki yıl içinde bölgesel sistemin bahsedilen iki temel faktörünün etkinliğinin devam etmesi ile birlikte, KİK ülkelerinin güvenlik ilişkilerini batı dışı güçlerle çeşitlendirme girişimleri ve buna paralel olarak bölgesel gerilimin düşme eğilimine girdiği gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, 2021’de 3,5 yıl sürdürülmüş olan Katar krizinin sonlandırılması ve Mart 2023’te Çin arabuluculuğu ile Suudi Arabistan ve İran ilişkilerinin normalleştirilmesi, çatışma siyasetinden uzlaşma siyasetine geçildiğini gösteren önemli gelişmeler olmuştur. Bu süreç aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE’nin Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yoluna girmelerine zemin hazırlamıştır. Türkiye, hızla Körfez ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme yolunda önemli adımlar atmış ve stratejik düzeyde anlaşmalar doğrultusunda ilişkilerin derinleşmesine yönelik olarak bir çerçeve oluşturmuştur.
Özellikle savunma sanayi alanında yapılan anlaşmalarla Türkiye’nin gelişen ve küresel düzeyde talep gören savunma sanayisi bağlamında güvenlik ilişkileri ivme kazanacaktır. Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile ekonomi enerji gibi çeşitli alanlarda geliştirilen ilişkileri ile birlikte güvenlik ilişkileri de bölgesel güvenlik sisteminde önemli bir denge unsuru teşkil etmesi noktasında stratejik öneme sahiptir. Türkiye’nin bölge siyasetinde etki kazanması genel olarak Ortadoğu siyasetinde sürdürdüğü çatışma çözümleri, barışın tesisi, terörle mücadele gibi stratejik hedefleri doğrultusunda bölgesel istikrara katkıda bulunacaktır. Buda uzun vadede bölgesel sistemin bölgesel aktörlerin ortak çıkarları ve işbirlikleri doğrultusunda yeniden şekillenmesine zemin hazırlayacaktır.
7 Ekim’den beri devam eden Gazze Savaşında İsrail’in Filistinli sivilleri direk olarak hedef olan 2.500 sivilin ölümüne sebep olduğu ve tüm şiddetiyle devam eden katliamları ile tarihin şahit olduğu en büyük savaş suçlarını işlemektedir. Çeşitli Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) yetkililerinin, bazı batı ülkeleri liderleri dahil olmak üzere çok sayıda dünya liderleri İsrail’in işlediği savaş suçlarının, katliam ve soykırımın altını çizerken, Suudi hükümetinin ve Suudi güdümündeki Bahreyn yönetiminin bu konuda sessiz kaldığı görülmektedir. İsrail müttefiki BAE ise sessiz kalmakla yetinmeyip savaşa rağmen İsrail’le olan ilişkilerini sürdüreceği açıklamasını yaparak İsrail katliamlarına örtülü bir destek vermiş olmaktadır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) Gazze için yapılan olağanüstü toplantısında 11 ülkenin yaptığı İsrail’e yaptırım uygulanması teklifi Suudi Arabistan ve İsrail’le İbrahim Anlaşmalarını imzalamış olan BAE, Bahreyn ve Fas tarafından reddedilmiştir. Diğer taraftan, ABD ve İsrail’in İran’ı hedef göstermekten kaçınarak İran’ın bölgedeki vekil güçleri üzerinden İsrail aleyhine yeni cepheler açılmasını önlemek üzere dengeleme politikası yürüttüğü görülmektedir. Bu yaklaşım, Körfez’de gerilimin tırmanması önünde engel teşkil ediyor olsa da, İran’ın çevrelenmesi politikası hız kazanmakta ve Suudi ve BAE yönetimlerinin ABD-İsrail eksenli yaklaşımlarını sürdürmektedir.
Tariq Dana, “The New (Dis)Order: The Evolving UAE-Israeli Security Alliance,“ Journal of Palestine Studies, vol.52, 2023, 62-68.