Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Giriş
11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Washington DC’deki Pentagon’a yönelik saldırılardan itibaren medeniyetler çatışması doktrinini savunan kişilerin, Amerikan politika ve kitle iletişim araçları alanını egemenlikleri altına aldıkları görülmektedir. Saldırıyı düzenleyen kişilerin kimlikleri hakkında henüz hiçbir kanıt açıklanmadan önce İslam ve Müslümanlar, New York Times ve the Washington Post gibi önde gelen ABD gazeteleri tarafından sanık sandalyesine oturtulmuştur. Söz konusu tarihten itibaren, İslam ile ‘Batı’ arasındaki karşılaşma, şiddet ve yoğunluğu gittikçe artan biçimler altında şiddet içerikli çatışma gündemleriyle anılmaya başlamıştır. 11 Eylül 2001 Olayı’ndan sonra Batılıların İslam Dünyası ve Müslümanlara karşı geliştirdiği bu tutum, monolitik İslam algısı üretmeye yönelik klasik oryantalizmin postmodern biçimler altında sürdüğüne ilişkin kanaatleri daha da güçlendirmiştir. Nitekim bu bakış açısının ürettiği sonuçları, özellikle Orta Doğu coğrafyasındaki ülkeler ağır bedellerle ödemeye devam etmektedir. Bu süreçte Batılı kitle iletişim araçlarında İslam, bir şiddet dini olarak sunulmakta, böylece sıradan insanların İslam’ın ve terörizmin birlikteliğine inanmalarının önü açılmaktadır. Oysa İslam, gerek teolojik gerekse tarihsel ve sosyolojik örneklikler açısından şiddetle anılmak söyle dursun, şiddet karşıtı barışçıl bir dilin taşıyıcısı olmuştur. İslamiyet, farklı etnik, dilsel ve coğrafi özelliklere sahip toplulukları bünyesinde kabul etmenin yanı sıra, dini ve kültürel farklılıklara açık bir toplum yapısı öngörmüş ve Müslüman toplumlar bunun somut örnekliğini, başlangıçtan itibaren tarihsel tecrübeleriyle ortaya koymuşlardır. Bu yazıda, öncelikle, çağdaş Müslüman toplumların ortaya koyduğu sosyolojik profilden hareketle gittikçe yaygınlaşan şiddet ve çatışma eksenli İslam/Müslüman imajının, yani ‘monolitik İslam’ algısının sebepleri analiz edilmekte, ardından tarihsel tecrübede örneklerine rastlandığı halde, günümüzde eksikliği her geçen gün daha fazla hissedilen farklılıkları uzlaştıran bir perspektifin gerekliliği üzerinde durulmaktadır.
‘Monolitik İslam’ Algısının Eleştirisi
11 Eylül’ün hemen ardından ABD’nin, kendi içinde pek çok şiddet yanlısı, muhalif vb. olmasına rağmen, terörist düşmanın İslam dünyasından olduğunu ilan etmesi, “Öteki“ni Müslümanların içinde arama gayretinin bugün de devam ettiğini göstermektedir. Bu olayın akabinde, Afganistan ve Irak’a müdahale, “terörizm“e postmodern oryantalist bakışın bir ürünüdür. Bu süreçte “Batı, Doğu ile ilişkilerinde savaş gibi en katı ve olumsuz yolu tercih ederek Doğu’ya bakışında esasta bir değişiklik olmadığını göstermiş veya gösterme yönünde bir mesaj vermeyi tercih etmiştir.“ (Okumuş, 2002: 259). Terörizmle mücadele, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde İslam ile yapılan savaşla ilişkili hale getirilmiştir. Bu atmosferde George W. Bush Jr. dünyayı “inananlar ve inanmayanlar“ olarak ikiye ayırmış; inananlar Anglo Amerikan kapitalizminin değerlerini kabul edenler, inanmayanlar ise Anglo Amerikan kapitalizminin değerlerini kabul etmeyenler olarak betimlenmiştir. 6 Kasım 2001 tarihinde Varşova’daki terörizm karşıtlığı zirvesinde yaptığı konuşmada Başkan Bush, “Siz ya bizim yanımızdasınız ya da bize karşısınız.“ diyerek terörizmle savaşta tarafsızlığa yer olmadığını belirtmiştir (Abushouk, 2006: 498). Bush’un bu bağlamda, ‘haçlı seferi’ (crusade) terimini kullanması, Amerikalı Müslüman topluluklar hariç, dünyanın büyük bir bölümü tarafından tepkiyle karşılanmıştır.[1] Bush, kısa bir süre sonra, yaptığı bu açıklamanın etkisini azaltmaya yönelik bir girişiminde bulunmuşsa da, bu algılamanın oluşmasına engel olamamıştır. Ancak buradaki dikkat çekici nokta, 11 Eylül 2001’in ardından sarf ettiği sözlerle birlikte, Bush’un eylemleridir ki; bütün bunlar hâlâ, bir dereceye kadar İslam’a dair yoğun ve geniş kapsamlı bir saldırının işaretleri olarak nitelendirilmektedir. Bu görüş Afganistan’a yönelik ilk saldırıyı takiben Irak’ın işgalinden sonra büyük bir ivme kazanmıştır. Bush’un, Afganistan ve Ortadoğu’daki politikasını bir ‘savaş’ olarak tanımlaması ve onun dini-politik müttefiklerinin bazılarının İslam’ı ‘esasında kötülük barındıran, şiddet yanlısı ve aynı Tanrı’dan kaynaklanmayan’ bir din olarak tasvir etmeleri, Papaz Jerry Falwell’in Hz. Muhammed’in ‘bir terörist’ olduğunu ifade eden sözleri vb. örnekler, ABD’de resmi kurumlarda çalışan Müslüman Amerikalıların sayısının, 2000 ile 2004 yılları arasında 700’den 100’e kadar gerilemesinin (Robertson, 2009: 460) nedenlerini açıkça gözler önüne sermektedir.
Liberal demokrasinin kaçınılmaz şekilde tüm dünyaya yayılacağını savunan Fukuyama’nın aşağıdaki görüşleri de bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir:
Batılı liberal demokrasi ile İslam faşizmi arasındaki mücadele, her ikisi de modern bilim ve teknolojide uzman hale gelebilecek, zenginlik yaratıp çağdaş dünyanın farklılıklarıyla başa çıkabilecek iki eşit kültürel sistem arasında gerçekleşen bir mücadele değildir. Bu açıdan Batılı kurumlar tüm kartları elinde tutmaktadır; bu nedenle uzun dönemde dünyaya yayılmaya devam edecektir. Ancak uzun döneme erişmek için bizim kısa dönemde hayatta kalmamız gerekir (Fukuyama, 2002: 59).
Fukuyama’nın bu açıklamalarını destekleyen bir girişim olarak Huntington’ın medeniyetler çatışması tezini savunan bazı Amerikalı bilim insanları, ülkelerinin terörizme karşı savaş ilan etmesini ahlaki açıdan gerekçelendirmeyi amaçlayan bir mektup kaleme almıştır. Söz konusu mektubu imzalayanlar, Batılı değerlerin evrenselliğini savunarak, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirdiklerini iddia ettikleri kişi ya da grupları bu değerlerin ve Batı uygarlığının düşmanları olmakla suçlamıştır. Bu bilim insanları küreselleşme sürecinin bir dizi evrensel Batılı değeri taşıması gerektiğine dikkat çekmiştir. Daha önce de görüldüğü gibi Huntington da, Batı medeniyetinin evrenselliğini iddia ederek, Batı medeniyetine düşman olan iki medeniyet (Çin ve İslam) de dâhil olmak üzere diğer medeniyetlerden daha üstün olduğunu dile getirmiştir. Huntington, Batı medeniyetinin söz konusu üstünlüğünü sürdürmesi için Batı’daki büyük ulus-devletlerin, öncelikle kendi Batılı yörüngelerini, kültürlerini Batı uygarlığına yakın olan ya da en azından düşmanca olmayan diğer uygarlıklarla bütünleştirmesini; ikinci olarak da düşmanca uygarlıkların meydana getirdiği tehdide karşı kendi Batılı kimliklerini sürdürmelerini sağlayacak her tür araç ve yolu kullanmasını tavsiye etmektedir (Abushouk, 2006: 499). Huntington’ın, “Medeniyetler Çatışması“ başlıklı makalesi, şaşırtıcı derecede büyük bir ilgi ve tepki çekmiştir.[2] Makale, Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya siyasetindeki “yeni safhaya“ ilişkin orijinal bir tez sunma iddiası taşıdığından, burada sunulan argümanlar Amerikalılara oldukça geniş, cesur ve ufuk açıcı gelmiştir (Said, 2007: 315). Esasen, bu tezi ortaya atarken Huntington’ın hedefinde, Francis Fukuyama gibi politika yapıcı kadrolar arasındaki rakipleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira Fukuyama şöyle diyordu:
ABD’nin karşılaştığı zorluk günümüzde birkaç terörist çete ile savaşmaktan daha fazlasıdır. Teröristlerin içinde yüzmekte olduğu İslamcı faşist deniz, bazı açılardan komünizmin meydana getirmiş olduğu zorluklardan çok daha önemli ideolojik bir zorluk oluşturmaktadır (Fukuyama, 2002: 55).
Bunun ardından Fukuyama, sözde “İslam faşizmini“ne bağlılık duyan kişilerin İslam dünyasının toplam nüfusunun yüzde 10 ya da 15’ini oluşturduğu yönünde bir tahminde bulunmaktadır. Buradaki ikilem, İslam dünyasının toplam nüfusunun yaklaşık % 15’inin batı uygarlığının gerçek düşmanı olarak gösterilmesi ve savaşın bu kişiler üzerinden yürütülmesidir. İşte böylesine iç karartıcı bir durumda Bush yönetimi, iki düşman dünya arasında tampon bölgenin olmadığını açıklamıştır: Ya “terörizm“e karşı savaş verenlerin yandaşı olarak ya da İslam faşizminin (destekçisi değilse) sahibi olarak sınıflandırılırsınız. Sonuçta, Beyaz Saray “özellikle İslam dünyasında ılımlı (Batı yanlısı) rejimlerin desteklenmesine“ ve “uluslararası terörizme“ karşı savaş ilan edilmesine dayalı olacak şekilde “İslam dünyasında özgürlüğün sınırlandırılması“ çağrısında bulunmuştur. Başkan Bush tarafından tanımlandığı gibi özgürlüğün sınırlandırılması “medeniyetler çatışması“ değil, “bir medeniyet içindeki“ çatışmanın ve buna ilişkin savaşın İslam dünyasında gerçekleştirilmesidir. “Bu, Amerika’nın üstün olması gereken bir alandır.“ Ulusal Güvenlik Raporu’ndan alınan bu satırlar İslam dünyasında yeni ABD politikasının özelliklerini yansıtmakta ve aynı zamanda Washington’ın doğuda Endonezya ve Filipinler’den batıda Moritanya ve Fas’a kadar İslam dünyasına ilişkin ne kadar geniş bir bakış açısı benimsemiş olduğunu da göstermektedir. Dolayısıyla Ortadoğu ülkeleri artık ABD dışişleri politikasının tek odak noktası değildir, çünkü Müslüman “köktenci mücahitler“ olarak tanımlanan kişiler İslam dünyasının tüm ülkelerinde bulunmaktadır. Taktiksel açıdan Bush yönetimi İslam dünyasını Beyaz Saray’ın desteklemesi gereken “ılımlı yönetimler“ ve uluslararası terörizmin patronları şeklinde değerlendirilmesi gereken “şeytani yönetimler“ olarak ikiye ayırmıştır (Abushouk, 2006: 500).
Görüldüğü gibi, 11 Eylül 2001 Olayı’ndan sonra yukarıda bahsedilen gelişmelerin doğal sonucu olarak, yoğunluğu giderek artan bir şekilde İslam ve Müslümanlar, özellikle Batı’da terör ve şiddet içeren olaylarla gündeme ge(- tiri)lmeye başlanmıştır. İslam’ın, özü itibariyle barış, adalet, özgürlük, sevgi ve saygı gibi ahlaki erdemleri temeline yerleştiren bir din olmasına rağmen, halkı Müslüman olan ülkelerde sayıları az da olsa şiddete başvuranların ve bunu küresel boyuta taşımak isteyenlerin insanlık ve din dışı eylemleri örneklendirilerek, her fırsatta terörle ilişkilendirilmeye, hatta çoğu zaman onunla özdeşleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, kuramcıların, İslam dünyası söz konusu olduğunda, neredeyse diğer bütün dini formları göz ardı ederek, özellikle köktencilik olgusu üzerinde yoğunlaşmaları dikkat çekicidir. Bu kuramcıların yazılarında, din ve maneviyata ilişkin referansların oldukça sınırlı kaldığı gözlenmektedir. Oysa, sosyolojik perspektiften bakıldığında, dini fenomenlerin köktencilikten çok daha ilginç yönlere sahip olduğunda kuşku yoktur.
Beckford’a göre, köktencilik her zaman çok tartışmalı bir terim olmuştur. Bununla birlikte, terim genellikle birçoğu milliyetçilik fikriyle yapılanmış dışa kapalı toplumlarda göreciliğin ve laikliğin reddedildiği bireysel ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında “hakiki“ inancın ve kutsal yasaların hâkim kılınması ile ilişkili olarak kullanılmaktadır. Ona göre, kavramın sosyal bilimsel tartışmalar içinde rastgele kullanılmasına yönelik itirazlar birbiriyle ilişkili birkaç düşünceye dayanmaktadır:
• Köktencilik, sadece 20. yüzyılın başlarında bazı Amerikan mezhepleri arasındaki ilkesel tartışmaları açıklamak için kullanılmıştır.
• Dini gelenekler ve organizasyonlar arasında köktencilik diye adlandırılan farklılıklar onların ortak yönlerinden daha fazladır.
• Köktencilik etiketi, radikal, muhafazakâr ve dinsel dünya görüşleri arasındaki önemli farkları gizlemektedir.
• Köktencilik, her türlü muhafazakâr ideolojiyi, özellikle Batı kaynaklı olmayanları inceden küçümseyen bakış açısı için bir örtü deyimdir (Beckford, 2003: 128).
Beckford, bu durumun -köktenci dini formların egemenliğinin- küreselleşme kuramcılarının tutumundan kaynaklanan dört temel nedeni olduğuna dikkat çekmektedir:
• Küreselleşme kuramcıları dünyanın birçok bölgesinde nispeten büyük seviyelerde süregelen dini inançlar konusunda çok az bilgi sahibidirler. Burada kastedilen sadece köktenci inançlar değil, aynı zamanda ortodoks inançlardır. Bu inançların karakteristik özellikleri ile aktarılan özellikleri arasındaki bağlar oldukça tartışmalıdır. Bireylerin ifade edilen inançları ve dinsel ortaklıklarla ilişkileri arasındaki bağlar ise daha büyük tartışmalara konu olabilir. Ne var ki bu başlıklardan hiç biri küreselleşme araştırmalarına yansımamaktadır. Küreselleşme kuramcıları, klasik modern dönemle karşılaştırılamayacak kadar girift olan günümüz network toplumunda, söz konusu sıradan, gösterişsiz dini inançların varlığını sürdürmesini açıklamak için çok az girişimde bulunmuşlar; buna karşın köktenciliğin aşırı uçlarını ya da din dışı akılcılığı ön plana çıkarmışlardır. Sonuçta köktenciliğe takılıp kalmak, teorisyenleri dünya üzerinde çok daha sık ve geniş yayılıma sahip diğer dinsel ifadeleri görme konusunda körleştirmiştir (Beckford, 2003: 136-7).
• Küreselleşme konusundaki teorik araştırmaların kısa menzilli oluşları konusunda ikinci bir nokta da, bu çalışmaların liberal dini formları görmezden gelmesi ya da bunları küreselleşme koşulları altında kendini yansıtma çabası olarak yorumlamasıdır. Sonuç, kaçınılmaz olarak köktenci dini formların küreselleşen dünyayla son derece uyumlu olduğu ya da küreselleşmenin köktenciliği zorunlu kıldığı şeklindeki izlenimi güçlendirmektedir (Beckford, 2003: 137).
• Küreselleşme hakkındaki sosyal teorilerde dinin uygun bir şekilde değerlendirilmemesiyle ilgili üçüncü konum, etnisite kategorisinin din olgusunu maskelemesine izin verilmesidir. Başka bir ifadeyle, din ve etnik konularda sosyal ve antropolojik araştırmalar yapan uzmanların çalışmalarını saymazsak, küreselleşme bağlamında göçmenler, mülteciler, yerleşim sorunları gibi konuları araştıran sosyal teorisyenler sınırlar ötesi bu hareketliliğin özellikle dini boyutunu gözden kaçırmakta ya da görmezden gelmektedir. Onlar, kimliğin öncelikli işareti olarak etnik kökeni öne çıkararak kültür, siyaset ve din arasındaki hatları silikleştirmektedir.[3]
Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
TASAM Yayınlarının “Mezhepler, Etnisite ve Çatışma Çözümü“ isimli kitabından alınmıştır.
Kitap için tıklayınız | e-kitap için tıklayınız
Not: TASAM Yayınlarının kitapları http://yayinlar.tasam.org/ sitesinden çevrimiçi olarak alınabilir.
[1] “Bush’un tehdit ifade eden sözleri, Beyaz Saray’ın 16 Eylül 2001 tarihli basın bildirisinde, ‘Terörle olan bu mücadele, haçlı seferi, uzun bir müddet devam edecektir“ şeklinde yer almıştı. Bu ifade, dünyadaki çok sayıda gazetede yer aldı – örneğin, The Christian Science Monitor (19 Eylül 2001). Peter Ford’un ‘Avrupa, Bush’un terörizme karşı ‘haçlı seferi’ ifadesinden çekindi’ başlıklı sonraki açıklaması, Avrupa, Asya ve Fransa’daki Müslümanların reaksiyonunu özetliyordu. Ford, Marsilya’daki Müftünün, Bush’un sözünün, Hıristiyan şövalyelerin birkaç yüzyıl boyunca Kudüs’ü ele geçirmeye yönelik teşebbüslerinin yeni bir versiyonu olarak ‘Müslüman dünyaya karşı kaba ve adaletsiz askeri operasyonu hatırlattığını’ söylediğini bildirdi. “George Bush: ‘Tanrı bana Irak’taki zulmü sonlandırmamı söyledi’“, (The Guardian, 7 Ekim 2005’ten akt. Robertson, 2009: 460).
[2] Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması“ tezini eleştiren Said’e göre, Huntington’ın tezinin büyük bir kısmı, ‘medeniyet kimliği’ ve ‘yedi veya sekiz büyük medeniyet arasındaki etkileşimler’ dediği belli belirsiz bir anlayışa dayanıyordu. Söz konusu medeniyetlerden ikisi olan İslam ve Batı, Huntington’ın dikkatinden aslan payını alıyordu. Bu kavgacı düşünce tarzında o, büyük ölçüde emektar Oryantalist Bernard Lewis’in 1990 yılında yazdığı bir makaleye dayanmaktadır. Said; Lewis’in ideolojik renklerinin, makalesinin başlığında (‘Müslüman Öfkenin Kökenleri’) apaçık görüldüğünü belirtmektedir: “Sanki kimlik ve kültür gibi karmaşık meseleler bir çizgi film dünyasında bulunuyormuşçasına (Temel Reis ile Kabasakal’ın amansız dövüşü gibi) her iki makalede de ‘Batı’ ve ‘İslam’ gibi devasa varlıklar pervasızca simgeselleştiriliyor. Şurası kesin ki ne Huntington’ın ne de Lewis’in, her bir medeniyetin iç dinamikleri ve çoğulculuğuna, modern kültürlerin çoğundaki temel mücadelenin her kültürün tanımlanması ya da yorumlanmasıyla ilgili olduğu gerçeğine ve tüm bir bölge veya medeniyete dair ahkâm keserken yalın bir cehaletin söz konusu olabileceği ihtimaline pek vakit ayırdığı yok. Hayır, onlara göre Batı Batıdır; İslam da İslam“. Bkz. (Said, 2007: 316).
[3] Beckford, Yasemin Soysal’ın Batı Avrupa’da Müslüman göçmenler ve yerleşimcilerin hareketliliği hakkındaki çalışmasını bu konuda önemli bir istisna olarak görmektedir. Soysal, Müslümanların siyasi hareketliliği ile “İslami aşırılığı“ birbiriyle eşdeğer kabul etme tuzağına düşmeme konusunda dikkatli davranmıştır. O, daha çok Müslüman organizasyonların evrensel haklar bağlamında daha geniş haklar talep etmeleri gibi paradoksal bir konuya vurgu yapar. Bazı durumlarda bu organizasyonlar, birey haklarını koruyan evrensel prensipler zemininde Müslüman okullarına devlet desteği, sadece Müslümanlar için uygun ya da zorunlu olan kıyafet biçimlerinin özgür bırakılması gibi daha özel avantajlar da talep etmektedirler. Soysal bu paradoksu şöyle özetler: “Evrensel ve özel birbirine kesin bir şekilde zıt değildir. Özel olan evrensel olanla yorumlanır“. Ayrıntılı bilgi ve örnekler içib bkz. (Soysal, 1997: 518). Beckford’a göre, Soysal’ın bu gözlemi, Roland Robertson’un “küreselleşmenin insanlık kategorisinde olma bilincini yükselttiği“ne ilişkin teziyle paralellik gösterir. Zira dinler, insanlığı kavramsallaştırma konusunda sayısız teolojik ve felsefi kaynak sunarlar. Avrupa Müslümanlarının evrensel planda kendilerini bağlayacak bir talep şekli üzerinde anlaşmamış olduklarını ve bu faaliyetin etnik ve milli boyutlarından ayrılamayacağını söylemeye gerek yoktur. Fakat Soysal’ın Müslümanların hareketliliğinin dini temeli hakkındaki temel tespiti oldukça açıktır. Onun Avrupa Müslümanları hakkındaki çalışması, Müslümanları, “İslami aşırılık“, köktencilik ya da etnik temelle özdeşleştirmeden düşünemeyen sosyal teorisyenler için fazlasıyla uyarıcı ve inceliklidir. Bkz. (Beckford, 2003: 139).