24-28 Ağustos 2007 tarihleri arasında Slovenya’da katıldığım iki toplantıda edindiğim izlenimleri ve Türkiye’nin Avrupa yöneliminde, onların gözüyle hangi noktada durduğumuzu özetlemek istiyorum.
Toplantıların tarihinin, ülkemizdeki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin son günlerine ve aşamasına rastlaması, hem toplantı gündemlerini etkilemesine, hem de başta Slovenyalı yetkililer olmak üzere, katılımcıların ilginç konuşmalarına vesile oldu. Toplantıların önemi ise, Slovenya’nın 2008 yılı ilk altı ayında üstleneceği AB Dönem Başkanlığı dolayısıyla, bir Sloven stratejisi oluşturmak için hazırlık toplantısı mahiyetinde olmasıydı.
Biri “İslam’ın Avrupa’daki geleceği“, diğeri “Kaçak göç ve bundan kaynaklanan sorunlar“ ve üçüncüsü “Avrupa’nın Enerji Güvenliği“dir. Her üç konuda da ülkemizin “aydınlatıcı destek ve katkılarına ihtiyaç duyacaklarını“ vurgulayan Slovenya Dışişleri Bakanı Rupel, yeni Türk Hükümeti ve ayrıca Sivil Toplum Kuruluşlarıyla yardım işbirliği istemektedir.
1) Bu küçük ama boyutlarını aşan bir dış politika izlemeye çalışan ülke, sancılı bir bölgede nispeten sancısız olarak dünyaya geldikten sonra, izlediği barışçı, yardımcı ve uzlaştırıcı çizgisiyle belirli bir saygınlık ve güven kazanmış bulunmaktadır. Bu durumunu, özellikle Almanya ve Avusturya eksenli bir AB desteğine borçlu olmakla birlikte, akılcı, tutarlı ve istikrarlı siyasi ve ekonomik politikalar izleyerek hem AB üyeliğini, bu coğrafyada en fazla özümseyen ve hak eden ülke durumuna gelmiştir, hem de AB üyesi olanlar dahil, bölgedeki tüm ülkeler için tartışmalı olmaya devam eden siyasi ve ekonomik AB kriterleri, bu ülke için hiç sorun teşkil etmemiştir. Nitekim AB’ye son katılan 12 ülkeden 11’i Euro için henüz yeterli olgunlukta görülmediği halde, Slovenya için hiçbir engel çıkarılmadan Euro ailesine katılması sağlanmıştır. Komşularından Hırvatistan ile özellikle Adriyatik’te bazı sorunları devam etmekle birlikte, bunlar gürültüsüz bir şekilde çözüme iyice yaklaşmıştır. Katıldığım toplantı sırasında Hırvatistan Başbakanı, Slovenya’ya sessizce gelerek, bu konuları görüşmüş ve muhtemelen bir uzlaşmaya varılmıştır. Slovenya’nın, 1990’lara damgasını vuran kanlı çatışmalardan kendisini uzak tutabilmesi, tüm komşuları arasında belli bir güvenirlik ve saygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Bu durumunu da iyi kullanmakta, komşularına yardım etmekte, onları AB’ye entegre etmek için destek vermektedir. Çıkarları ve bölge stratejisi de bunu gerektirmektedir. Bilindiği üzere Slovenya’nın, bir “Balkan“ ülkesi, hatta bu ifadeyi reddetmek için ortaya çıkarılan “Güneydoğu Avrupa“nın bir parçası sayılması gerektiği düşünülse bile, kendisini Orta Avrupa ve özellikle Habsburg İmparatorluğu coğrafyası ile özdeşleştirmektedir. Slovenlerin, bugün artık “realpolitik“ çerçevesinde üstünde durmaktan vazgeçtikleri bazı tarihi sorunlar da zikredilebilir. Bunlardan biri, İtalya’nın birinci Dünya Savaşı ganimeti olarak aldıkları Trieste ve mücavir kıyılardır. Bir diğer tarihi hak iddiası ise, daha gerilere giden ve eskiden Slovenlerle meskûn olduğu ileri sürülen Avusturya’nın “Carinthia-Kärnten“ bölgesidir. Bir bakıma bunda doğruluk ve haklılık payı da vardır. Zira etnik ve linguistik olarak Güney Slavlarından oldukları halde, tüm diğer kültürel, dini, geleneksel, sosyolojik, vs. özellikleri Avusturyalılara benzemektedir. Özetlemek gerekirse, bağımsızlığını kazandıktan sonra 15 yılı geçmeyen kısa bir sürede, iç istikrar ve kalkınmasını sağlamış; Tito diktatörlüğünden kusursuza yakın bir demokrasiye geçmiş; dış politikasında tutarlı ve güven verici bir çizgi izlemiş, AGİT dönem başkanlığının geçen yıl başarıyla tamamlamış, önümüzdeki yıl da zorlu bir dönemeçte bulunan AB dönem başkanlığına emin adımlarla yürümektedir. Bu tabloda NATO’nun güvenlik şemsiyesinden üye olarak yararlanmasını da güven ortamına bir artı değer olarak koymak gerekir.
2) Gözlemlerimizin Türkiye’ye ilişkin bölümüne gelince, tarihi perspektiften bakılırsa, Slovenya’nın Osmanlı Coğrafyası’nın bir parçası olmadığı, ama bu bölgedeki hareketlerden etkilendiği söylenebilir, Osmanlıların bir yerde egemenlik kurarken, faydacı ve gerçekçi davrandıkları ve daha ziyade stratejik hedeflere giden yollar üzerindeki noktalara yatırım yaptıkları ve yerleştikleri, buna karşılık gelişme yolları üzerinde olmayan ve kendilerine bir getirisi olmayacağını düşündükleri yerlere pek rağbet etmedikleri, kuvvetlerini pek bölmek de istemedikleri için sadece hedefe kilitlendikleri bilinmektedir. Slovenya bir bakıma böyle bir yer olduğundan, Osmanlı egemenlik alanının dışında kalmış, ancak o yüzyıllardaki diğer tüm Hıristiyan dünyasındaki gibi, Türkiye korkusu, düşünce sistemine ve sanat dünyasına egemen olmuş olup bunun bugüne önyargılar şeklinde yansımaları halen görülmektedir.
<<>>
Bu çerçevede düşünülürse, Slovenya halkının da, örneğin Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda bir referandum yapılması halinde, diğer birçok Avrupa ülkesindeki kadar aşırı bir yüzdeyle olumsuz davranması beklenmese de, olumsuz bir sonuca varılacağı belli sayılabilir. Ancak Sloven Hükümeti’nin ülkemize bakış açısının pozitif olarak değerlendirmek doğru bir teşhis olacaktır. Sadece kendi ülkesinde değil, diğer Avrupalı müttefikleri ve ortakları arasında da 10 yılı aşkın göreviyle en kıdemli Dışişleri bakanlarından biri olan Rupel,-eğer son anda Türkiye aleyhtarı bir AB dayanışması zorunluluğu çıkmazsa- ülkemiz için olumlu bir tutum benimseyecektir. Şahsen görüşmek fırsatı bulduğum bazı etkin şahsiyetler de (Başbakanlık Müsteşarı Andrej Rahten, Bled Belediye Başkanı Janez Fajfar gibi kişiler) Rupel’den bile daha pozitif göründüler. Dolayısıyla, Sloven dönem başkanlığı sırasında, ülkemize yönelik olumlu bir bakış beklenebileceğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Bundan ne ölçüde yararlanabileceğimiz bize kalmaktadır.
Slovenya’da “Bled Stratejik Forumu