“Balkanlar’da Aşırı Milliyetçilik” konulu yazı dizisinin sonuna gelmiş bulunuyorum. Bundan önceki ilk üç yazımda sırasıyla Balkanlar’da aşırı milliyetçiliğin nedenlerini 1, beslenme kaynaklarını 2, amacını ve amaç yolunda kullandığı yöntemlerini 3 açıkladım (veya açıklamaya çalıştım). Son olarak ise, aşırı milliyetçiliğin Balkanlar’da ne gibi sonuçlar doğurduğuna değinmek ve genel bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Aşırı Milliyetçiliğin Ekonomik-Politik Amacı Milliyetçilik ideolojisini ve politik hareketlerini şekillendiren ve inşa eden unsurlardan birisinin “ekonomik-politik amaç” olduğunu bu yazı dizisinin ilkinde belirtmiştim. Balkanlar’da 1980 sonrasında ortaya çıkan aşırı milliyetçiliğin nihai ekonomik-politik amacı, sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecini tamamlamak ve kendi “Güçlü Kapitalist Ulus-Devlet”ini kurmaktır.
Bir önceki yazımda ileri sürdüğüm gibi; sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecinde artan işsizlik-yoksulluk, belirsizlik-güvensizlik ve politikacıların milliyetçi söylemleri “aşırı milliyetçiliği” ortaya çıkardı ve geliştirdi. 1 Bu süreçte aşırı milliyetçiliği besleyen üç temel kaynak ise; (1) Anti-komünizm, (2) Din ve Kilise, (3) Yabancı Düşmanlığı oldu.
Aşırı Milliyetçiliğin Tanımı Milliyetçilik; (1) ortaya çıkış nedenlerine, (2) beslendiği kaynaklara, (3) ekonomik-politik amaçlarına ve (4) amaca ulaşmak için kullanılan yöntemlere göre şekillenen ve inşa edilen bir ideoloji ve politik harekettir. Bu nedenle tek tip milliyetçilikten söz etmek mümkün değildir.
Yugoslavya’da 1980’li yıllarda, Bulgaristan, Arnavutluk ve Romanya’da 1990’lı yıllarda neoliberal ekonomi politikaları uygulamaya sokuldu ve bu politikalara uygun düşen bir takım siyasal, hukuksal ve toplumsal düzenlemeler yapıldı. Böylece bu ülkeler sosyalizmi terk edip kapitalizme geçiş yaptılar ve kapitalist dünya sistemine entegre oldular.
Daha önceki yazımda açıkladığım gibi; Balkanlar’da 1980 sonrasında yaşanılan büyük dönüşüm (yani sosyalizmden kapitalizme geçiş) Türkiye için yeni ekonomik, politik, askeri ve kültürel açılım fırsatları yarattı. Ama aynı zamanda Türkiye’yi ve bölgedeki diğer ülkeleri tehdit eden belirsizlik, güvensizlik ve savaş ortamı ortaya çıktı.
Bir önceki yazımda açıkladığım gibi; Balkanlı sosyalist ülkelerin kapitalizme geçiş yapmaları Türkiye’ye, bu bölgeye yönelik ekonomik, politik, kültürel ve askeri açılım fırsatı sağladı. Türkiye önüne çıkan bu fırsatı iyi değerlendirdi ve Balkanlar’a uzun bir dönemden sonra geri dönüş yaptı. Bu geri dönüş ekonomik, politik, askeri ve kültürel düzeylerde gerçekleşti.
Osmanlı İmparatorluğu, 1912-1913 Balkan Savaşları sonucunda Doğu Trakya hariç Balkanlar’daki tüm topraklarını kaybetti. Böylece Balkanlar’daki yaklaşık 550 yıllık Osmanlı-Türk egemenliği tamamen sona ermiş oldu. İmparatorluk parçalandıktan sonra kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti’nin birincil dış politika amacı kendi sınırlarını ve güvenliğini sağlamaktı.
Osmanlı İmparatorluğu, 1912-1913 Balkan Savaşları sonucunda Doğu Trakya hariç Balkanlar’daki tüm topraklarını kaybetti. Böylece Balkanlar’daki yaklaşık 550 yıllık Osmanlı-Türk egemenliği tamamen sona ermiş oldu. İmparatorluk parçalandıktan sonra kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti’nin birincil dış politika amacı kendi sınırlarını ve güvenliğini sağlamaktı.

Balkanlar’da Büyük Dönüşüm

Yugoslavya’da 1980’li yıllarda, Bulgaristan, Arnavutluk ve Romanya’da 1990’lı yıllarda neoliberal ekonomi politikaları uygulamaya sokuldu ve bu politikalara uygun düşen bir takım siyasal, hukuksal ve toplumsal düzenlemeler yapıldı. Böylece bu ülkeler sosyalizmi terk edip kapitalizme geçiş yaptılar ve kapitalist dünya sistemine entegre oldular.
Türkiye topraklarının yüzde 5’ini oluşturan Doğu Trakya bölgesi Balkan coğrafyası içinde yer almaktadır. Dolayısıyla, coğrafi açıdan Türkiye bir Balkan ülkesidir. Ama bundan daha önemlisi, modern Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 550 yıl Balkanlar’da hüküm sürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını taşımaktadır ve kurulduğu tarihten itibaren yüzünü Batıya dönmüş, Asyalı kimliğinden çok Avrupalı ve Balkanlı kimliğine vurgu yapmıştır.
PASOK (Panhelen Sosyalist Hareketi) hükümeti, bütçe açığını kapatabilmek amacıyla yeni ekonomik tedbirler almaya karar verdi. “Kemer sıkma” olarak ifade edilen tedbirler emekli maaşlarının ve ücretlerin azaltılmasını, devletin üstelendiği toplumsal hizmetlerin ve harcamaların azaltılmasını, vergilerin arttırılmasını ve özelleştirme politikasını içeriyor.
Hırvatistan Cumhuriyeti Anayasası’na göre cumhurbaşkanı beş yılda bir doğrudan halk tarafından seçilir. Birinci turda geçerli oyların %50’sinden fazlasını alan aday cumhurbaşkanı seçilir. Adaylardan hiçbirisi ilk turda %50’nin üzerinde oy alamazsa en çok oyu almış olan ilk iki aday ikinci turda yarışır ve ikinci turda en fazla oyu alan aday cumhurbaşkanı seçilir.
İsviçre’de minare inşasını yasaklayan referandum, ülkemizde “Avrupa’da ırkçılık” tartışmalarını doğurdu. Bu tartışmalar genellikle Avrupa’da yaşayan Müslüman topluluklarına karşı uygulanan baskılara ve haksızlıklara odaklandı ve vurgu yaptı. Oysa baskılara ve haksızlıklara maruz kalanlar sadece Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamakta olan Müslüman topluluklar değil, dini ne olursa olsun tüm göçmen topluluklardır.
Dünya kapitalist ekonomi sisteminde yaşanılmakta olan ekonomik kriz, pek çok ülkeyi olduğu gibi, sistem içerisinde bir “yarı-çevre kapitalist ülke” konumunda olan Yunanistan’ı da olumsuz etkiledi. Özellikle ücretli kesim ve işini kaybeden emekçi kitleler yaşanılan krizden büyük zarar gördü.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Rusya politikası iki stratejiye dayandırıldı. Birincisi; sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecinin “geri dönülmez” hale getirilmesi ve mümkün olduğu kadar kısa sürede tamamlanması. Tabi ki bu strateji sadece Rusya’yı değil, diğer tüm eski sosyalist ülkeleri kapsıyordu.
5 Temmuz günü Bulgaristan’da yapılan genel seçimde yaklaşık yedi milyon seçmenin yaklaşık yüzde 60’ı oy kullanırken, yüzde 40’ı sandığa gitmedi. Yani 2 milyon 800 bin Bulgaristan vatandaşı “milli irade”nin oluşumuna ve bu irade içinden çıkarak önümüzdeki dört yıl boyunca Bulgaristan’ı yönetecek olan yeni hükümetin oluşumuna “katılmak” istemedi.