Bu bağlamda, İsrail’in İran’a yönelik gerçekleştirdiği saldırılar yalnızca askerî operasyonlar olarak değil, aynı zamanda hedef aldığı devletin siyasal rejimiyle doğrudan ilişkili stratejik hamleler olarak da okunmalıdır. İran’daki otoriter ve teokratik yapı, hem içeride halk desteğinden yoksun bir rejim yaratmış hem de dış müdahalelere karşı savunma kapasitesini zayıflatmıştır. Bu çalışma, özellikle İran rejiminin iç meşruiyet sorunları ile dışsal güvenlik tehditleri arasındaki bağlantıyı tartışmayı amaçlamakta; otoriter yönetim biçimlerinin dış saldırılar karşısındaki kırılganlığını ortaya koymaktadır.
İran’da 1979 Devrimi sonrasında kurulan molla rejimi, dini meşruiyete dayalı ve halk egemenliğini ikincil planda değerlendiren bir siyasal sistem yaratmıştır. Bu sistem, temsili demokrasinin temel unsurlarından olan özgür seçimler, çoğulculuk ve hesap verebilirlik gibi kriterlerden önemli ölçüde uzaktır. Siyasal alanın daraltıldığı, ifade özgürlüğünün sınırlı kaldığı ve muhalefetin sistem dışı konumlandırıldığı bu rejim biçimi, hem iç kamuoyundaki meşruiyet sorununu derinleştirmiş hem de dış müdahalelere açık hale getirmiştir.
Operasyon, İran’ın nükleer tesislerini hedef almış, ancak aynı zamanda bazı sivil alanlara da zarar vermiştir. Bu tür bir saldırının uluslararası hukuk açısından meşruiyeti tartışmalı olmakla birlikte, saldırıya maruz kalan devletin içsel dayanıklılığı ve halk desteği, caydırıcılık üzerinde doğrudan etki yaratmaktadır. İran’da ise rejimin halk nezdindeki meşruiyet sorunu, özellikle son yıllarda artan protestolar, ekonomik kriz ve kadın hareketleri ile derinleşmiştir[^1][^2].
Bu çerçevede, demokrasiden uzak bir yönetim biçiminin, dış saldırılar karşısında ülkeyi daha savunmasız hale getirdiği öne sürülebilir. Demokratik meşruiyete sahip bir devletin, hem uluslararası kamuoyunda daha yüksek bir meşruiyet zeminine sahip olacağı, hem de halkın saldırılara karşı devleti savunma eğiliminde daha birleştirici bir rol oynayacağı açıktır. Buna karşılık, İran’da rejim karşıtı kitlesel hareketlerin çokluğu, dış saldırıların rejimi zayıflatma potansiyelini güçlendirmektedir.
Nitekim Nisan 2024’teki benzer ölçekli İsrail saldırısında da bu durum gözlemlenmiştir. O dönem yapılan kamuoyu analizlerinde, saldırı sonrası sokaklara çıkan kitlelerin büyük çoğunluğu, saldırıyı İsrail’den çok rejimin kendi sorumluluğu olarak değerlendirmiştir[^3]. Bu durum, demokratik meşruiyetin eksikliğinin sadece içeride değil, dış politika denkleminde de zayıflık yaratabileceğini göstermektedir.
İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen son saldırı, yalnızca askerî hedeflerle sınırlı olmayan, aynı zamanda siyasi ve diplomatik boyutları da içeren çok katmanlı bir müdahale olarak değerlendirilmelidir. Bu saldırının üç temel hedefi olduğu açıktır: İran’ın üst düzey komutanlarını etkisiz hale getirerek operasyonel liderliğini zayıflatmak, nükleer programına zarar vermek ve savunma kapasitesini kırılganlaştırmak. Ancak saldırının zamanlaması ve kapsamı, askerî hedeflerin ötesine geçildiğini göstermektedir.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun bu operasyonla, İran’la yeniden canlandırılmaya çalışılan nükleer anlaşma müzakerelerini sabote etmeyi, iç kamuoyunda rejime karşı hoşnutsuzluğu derinleştirmeyi ve aynı zamanda kendi iç siyasal konumunu güçlendirmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Bu durum, saldırının yalnızca dış tehdit algısıyla değil, aynı zamanda iç politik hesaplarla da bağlantılı olduğunu ortaya koymaktadır.
İsrail’in yalnızca İran’a değil, son on yıllarda Suriye, Lübnan, Gazze ve hatta Irak gibi bölgelere yönelik gerçekleştirdiği çok sayıda tek taraflı hava saldırısı, bu ülkenin Ortadoğu’da izlediği güvenlik stratejisinin giderek daha pervasız ve saldırgan bir hal aldığını göstermektedir. Bu müdahalelerin çoğu uluslararası hukukun temel ilkeleriyle çelişmesine rağmen, ciddi bir uluslararası yaptırımla karşılaşmaması, İsrail’in bu tür eylemleri “normalleştirilmiş güvenlik refleksi“ haline getirmesine olanak tanımaktadır. Böylece İsrail, güvenlik tehditlerini gerekçe göstererek çevresindeki devlet yapılarına karşı asimetrik üstünlüğünü sürdürmekte ve bölgesel düzeni fiili olarak yeniden tanımlama gücünü elinde tutmaktadır. Bu durum yalnızca İran gibi hedef alınan devletleri değil, aynı zamanda bölgedeki uluslararası hukuk normlarını da istikrarsızlaştırmakta; müdahaleyi istisna olmaktan çıkarıp politika aracına dönüştürmektedir.
Bu bağlamda söz konusu müdahale, “önleyici“ bir askerî eylem olmaktan çok, bölgesel düzeyde daha geniş çaplı bir tırmanma riskini beraberinde getiren ve aynı zamanda İran rejiminin hem iç hem de dış meşruiyetini istemeden de olsa pekiştirme potansiyeli taşıyan bir adımdır. Özellikle dış saldırılar karşısında halkın bir kısmında oluşan “ulusal birlik“ hissi, rejimin kriz anlarında kendini tahkim etmesine zemin hazırlayabilmektedir.
Siyasal bilimler literatüründe “rejim tipi ve dış müdahale ilişkisi“ üzerine yapılan araştırmalar, otoriter rejimlerin dış müdahaleye daha açık olduğunu göstermektedir. Bu durumun altında yatan temel nedenlerden biri, otoriter rejimlerin içsel meşruiyetlerini halktan ziyade güvenlik aygıtları, ideolojik manipülasyon ve dış tehdit söylemleri üzerinden kurmalarıdır. Bu rejimlerde siyasi iktidarın toplumsal tabana dayanmaması, rejimi dış baskılara karşı kırılgan hale getirir. Juan Linz’in otoriterlik tipolojisinden Samuel Huntington’ın rejim istikrarı analizlerine kadar uzanan kuramsal literatür, otoriter yapılarla dış politika zafiyetleri arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Larry Diamond ve Thomas Carothers gibi çağdaş demokratikleşme kuramcıları da, demokrasiden uzak rejimlerin kriz anlarında halk desteğini mobilize edemediğini, bu nedenle dış müdahalelere karşı daha savunmasız olduğunu belirtmektedir[^4][^5][^6]. İran özelinde değerlendirildiğinde, rejimin kendisini sürekli bir “dış tehdit“ üzerinden yeniden üretmeye çalışması, bu tehdidin gerçek hale gelmesi durumunda halk desteğini otomatik olarak garanti etmemektedir.
Sonuç olarak, İran’da rejimin halk desteğinden yoksun, katı teokratik yapısı; İsrail gibi aktörler açısından bu tür saldırıları daha az maliyetli hale getirmektedir. Güçlü bir demokrasinin varlığı, hem caydırıcılığı hem de saldırıya karşı direnci artırabilir. Dolayısıyla rejim yapısının niteliği, yalnızca iç yönetim açısından değil; dış politika ve güvenlik bağlamında da belirleyici bir rol oynamaktadır. Özellikle dış müdahale tehdidinin mevcut olduğu bölgelerde, siyasal meşruiyetin halk tabanına dayalı biçimde kurulması, yalnızca iç barışı değil, aynı zamanda uluslararası caydırıcılığı da pekiştirici bir unsurdur.
Bu bağlamda, İran örneği, otoriter rejimlerin sadece iç baskılarla değil, aynı zamanda dışsal tehditler karşısında da yapısal olarak kırılgan olabileceğini göstermektedir. Meşruiyeti güvenlik aygıtları ve ideolojik kontrol üzerinden inşa eden siyasal yapılar, kriz anlarında toplumsal dayanışmayı mobilize etme kapasitesinden yoksun kalabilir. İsrail’in stratejik hesaplarla gerçekleştirdiği bu tür müdahalelerin kolaylaşması, yalnızca askerî zafiyetlerden değil, aynı zamanda siyasal temsilin eksikliği ve rejimin halkla kurduğu kopuk ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, demokrasi eksikliği, dış müdahalenin koşullarını kolaylaştıran asli bir zemin olarak yeniden düşünülmelidir.
Kaynakça
[^1]: Amnesty International. (2024). Iran: Systematic Repression of Dissent Continues. https://www.amnesty.org/[^2]: Tavaana: E-Learning Institute for Iranian Civil Society. (2023). Iran Protest Movements Timeline. https://www.tavaana.org/
[^3]: Middle East Institute. (2024). Public Opinion Trends in Iran Post-Israeli Strikes. Washington D.C.
[^4]: Linz, J. J. (2000). Totalitarian and Authoritarian Regimes. Boulder: Lynne Rienner Publishers.
[^5]: Diamond, L. (2008). The Spirit of Democracy: The Struggle to Build Free Societies Throughout the World. New York: Henry Holt.
[^6]: Carothers, T. (2002). The End of the Transition Paradigm. Journal of Democracy, 13(1), 5–21.