1. ÖLÇÜYE DAIR BIR HATIRLATMA: MISDÂKIMIZ NEDIR?
İnsanoğlunun en önemli çabalarından biri, hayatında var olan her şeye bir ölçü/kıstas getirmesi olmuştur. Bu ölçü/standart, modern insan için mekanik olarak hayatına entegre ettiği eşya için de önemli hale gelmiştir. Hatta öyle ki bu madde için aranan standart sosyal hayatın neredeyse önüne geçmektedir. Bugünün insanının evinde, arabasında vs. istediği/aradığı kaliteyi, standardı komşuluk, akrabalık vs. gibi sosyal hayatı için hatta maddi kalitesinin huzur ve güvenle devam edebilmesinin de teminatı olan gerçek huzur kaynağı bu standartları gözardı edişi, bugünkü pek çok huzursuzluğun kaynağı haline gelmiştir.
Özellikle son dönemlerde, Geç Osmanlı Dönemi’nden bu yana devam edegelen ve bir misdâkı (ölçüsü) olmayan başta siyasetimizin, sonra da diğerlerinin, yine aynı zihniyet kalıntıları tarafından daha da mizansız/iz’ansız hale getirilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Büyük oranda kaybolan bu ölçü/iz’an/insaf kullanılan dilde,getirilen eleştiride, yapılan değerlendirmede, bakışta, duyuşta, hissedişte hatta neredeyse bütün idrâki sarmalayan bir acziyete dönüşmüş gurumda. Hülasa birileri için “en büyük misdâk, misdâksızlık olmuştur“ demek kanaat-i acizânemce abartılı olmayacaktır.
Toplumsal hayata dönük yapılan değerlendirmeler, daha üzerinden bir gün bile geçmeden, kendi kendini çürütüyorsa dildeki nezaket, yerini küfre ve hakarete çok çabuk terk edebiliyorsa kadının iffeti bir siyasa uğruna gözden çıkarılıyorsa tüm inançlar açısından kutsal ve dokunulmaz olan insan bedeni/hayatı algılarla soyutlaştırılıp, ölümünün acısı sıfırlattırılabiliyorsa o halde bizi kurtaracak ölçü/ standart ne olmalıdır; siyasetten, ahlâken, hukuken ve tabii îmânen?
Bu ölçüsüzlüğün bana göre bizim için birinci sebebi, asırları hatta zamanı aşan ve her çağa bir şeyler söyleyen Kur’andan kopmanın getirdiği faturadır. Öyle zannediyorum diğer dinler açısından da benzer bir tespit çok güçlü veriler üzerinden yapılabilmektedir. Yani dinden ve onun getirdiği saygı ve huzur ortamından kopuş sadece Müslüman toplumların sorunu değildir.
Yine sözleri yıllara ışık tutmuş ilmî, irfânî derinliğe sahip cümle-î hikemlerden aldığımız istikametin sapmasıdır; bu ölçüyü kaçırmanın sebeplerinden bir diğeri. Bu sapmaya işaret eden en önemli gösterge de, bu hikmetli hatta yorumu sahifeler dolduracak güçte cümleleri bir “paylaşım“ ya da “tweet“ basitliğine indirgeyerek, birkaç saniyelik içselleştirilmemiş “kültürlü adam“ cakalarının “meze“si haline getirmektir.
Fikrin ve elbette bu fikre ait terminolojinin üretimi olmadan tembelce bir mukallitlikle Batı’yı izlediğimiz için ne Batı’ya hakkıyla nüfuz edebildik ne de koparanın bilinçli ama koparılanın ise çoğu zaman bilinçsizce koparıldığı, ecdad mirasına sahip çıkabildik.
Bugün özellikle yeni nesilleri çok daha fazla tehdit eden şey işte bu dilde, fikirde sığlaşma, okumadan uzaklaşma ve buna ilave olarak da sosyal medya ile gelen ve elbette ne olduğu belli olmayan ama bir yayılma da elde etmiş “slm, nbr“ gibi ucube bir iletişim, daha doğrusu iletişimsizliktir.
Bu yeni ve belirli bir misdâkı olmayan yol, korkarım bize kutup yıldızı misali istikamet veren, aforizmik derinlikte cümleleri kavramak, o sözlerin sahiplerinin yaşam biçimini bir rol-model/örnek şahsiyet kabilinden görmek çok kolay olmayacak.
Bu nizam-ı kadiminden kopuk nizam-ı cedid, gençlerimize ve İslam coğrafyasına, acıdan ve dolayısıyla dağılmışlıktan başka bir şey getirmedi. Çünkü dilini kaybetmiş bir medeniyet, onunla birlikte irfanını, idrakini, misdâkini ve bil umum istikametlerini de kaybetmiş olur.
Bulabilirsek eğer, aslında yaklaşık yüz elli-iki yüz yıldır (kaybettiğimizin farkındaysak tabii) aradığımız, işte tüm bu ölçü/mizan/rasyo’ya ait kodlarımızdır işte…
2. ANLAMA VE ANLAMLANDIRMAYA DAIR BIR HATIRLATMA: SIYÂK U SIBAK.
2. ANLAMA VE ANLAMLANDIRMAYA DAIR BIR HATIRLATMA: SIYÂK U SIBAK.
Bir önceki başlıkta özelde ülkemizde genelde de İslâm coğrafyasında ki ölçüsüzlüğü “ölçü“ edinmişlikle ilgili bir değerlendirme yapmaya çalıştım.
Özellikle son dönemde yaşanan ve hem de daha canlı yayın devam ederken, sosyal medya marifetiyle o konuşma manipüle edilebilmektedir. Bu durumda da bir başka ölçüsüzlüğe işaret ediyor. Bu, türden yaklaşımlar bu toplumda birilerinin ciddi anlamlandırma sorunu yaşadığını gösterir; değilse zaten bir manipülatördürler.
Bu söz çarpıtmaların iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi elbette cehalet ve onunla gelen siyak-sibak ilişkisi kuramama hâlidir. Yani “konuşmanın içerik bütünlüğü, anlamsal tutarlılığı, nerede, ne zaman ve ne için söylendiği“ gibi bir kıstasa tabi tutmadan yorumlanması ve anlaşılması. Bu durum cehalet olup, art niyet içermediği için bir derece affedilir bir duruma tekabül eder.
Fakat ikincisi yani cümlelerin ya da konuşmanın aslında ne anlama geldiğinin anlaşılmasına rağmen, çıkarlar veya bunun yanında pek çok kötü arzuları gerçekleştirmek adına çarpıtılmasıdır. Elbette tarih bu türden çarpıtmalarla çokça enerji kaybetti.
Hiç kuşku yok ki pek çok savaşın altında da bu türden çarpıtmalarla inşa edilmiş sözler, sözlerini insanlar için öldürücü bir “ok“a çevirmiş insanlar vardır.
İletişimin zayıf olduğu zamanların, bu türden insanlara ve kurumlara kendisini gizleme fırsatı verdiğini düşünürsek, bu dilin sahiplerinin, açığa çıkmayacakları ve toplumsal itibarlarını kaybetmeyecekleri sâikiyle hareket ettiklerini düşünebiliriz. Bugün için garip olan şey milletin gözünün önünde cereyan eden konuşmaların yine milletin gözünün içine bakarak çarpıtılmasıdır. Büyük bir cesaret gösterilerek yapılan bu şey ise bir insanın kendi itibarlarının hiçe sayılmasıdır.
Peki, bir insan neden bu denli bir cesaret gösterir ve kendi onurunu, şerefini, haysiyetini ayaklar altına alacak kadar ileri gider? Bana göre bunun da iki temel sebebi olabilir.
Biri maddi çıkarları diğeri ise inandığı ideolojisidir… Yani kişinin şahsiyetini feda etmesidir. Bugün toplumsal hayatın içerisindeki iletişim kanallarında her ikisini de görebilirsiniz.
Kendi ülkesinin menfaatlerini önemsemeyenler, işte onlar ise muhakkak ki tarihimizden de yabancı olmadığımız Batılı ağababalarının verdiği taahhütleri referans alanlardır.
Milli olma gayretli sermayeden yeteri kadar pay alamadığını düşünen rantiyecilerdir. Fakat bu çarpıtmalı dili kullananların hiç sevinecekleri bir durum olamaz. Hakikatin ne olduğunu bilenler, onun önünde perde olmaya çalışanları ve onların ağababalarını artık çok iyi biliyorlar. Tüm sıkıntılara rağmen bu ülke ve onun gönül coğrafyası, gerçeğiyle hakikatini mübarek bir izdivâçla bir araya getirecektir. Bu hakikat ise bu coğrafya için Ku’an’î bir referansa dayanır: “Hak geldi batıl zail oldu.“
(Makalenin tamamı alttaki ilgili dokümanda)