Rusya Kızgın Değil; Odaklanıyor, Ukrayna Krizini Putin Doktrini Üzerinden Anlamak

Yorum

Rusya’nın Kırım Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından uluslararası profilini düşürmesinden sonra, 1856’da Rus imparatorluğunun Dışişleri Bakanı Alexander Gorchakov tarafından ortaya atılan bir Rus aforizmasıdır bu. ...

Giriş

“Rusya Kızgın Değil; Odaklanıyor“. Rusya’nın Kırım Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından uluslararası profilini düşürmesinden sonra, 1856’da Rus imparatorluğunun Dışişleri Bakanı Alexander Gorchakov tarafından ortaya atılan bir Rus aforizmasıdır bu. Gerçekten de Rusya inişler çıkışlar yaşayan ama her seferinde “odaklanarak“ kendini yenileme becerisine sahip bir ülke.

Rusya’nın son dönemdeki yükselişini ve Ukrayna krizinin gündemde olduğu günümüzde Rusya’nın davranışlarını anlamak için Rusyanın kendini nasıl algıladığını, Rusya Jeopolitiğini, Rusyayı Sovyet sonrası dönemde dönüştürmeyi başaran Putini ve onun Putin Doktrini olarak adlandırabileceğimiz politika önceliklerini anlamamız gerekiyor.

Bu kapsamda bu incelemede önce Rusya’nın tarihsel jeopolitiği, Sovyet sonrası dönemde Rusya’nın dönüşümü, bu dönüşümü ve Rus Dış Politikasını yönlendiren Putin Doktrini’nin politika öncelikleri incelenecektir. Daha sonra bu doktrin doğrultusunda Ukrayna krizinin ne anlama geldiği ve son olarak Rusyanın Avrupa ile Asya bölgesindeki günümüzdeki ve gelecekteki rolü incelenecektir.

Rusya’nın Kalıcı Jeopolitiği

500 yıldır, Rus büyük stratejisinin arkasındaki ivme ve Rus dış politikasının en belirgin karakteri yükselen hırslar olarak ifade edilebilir. Bu hırsın etkisiyle, On altıncı yüzyılda Korkunç İvan’ın saltanatından başlayarak, Rusya yüzlerce yıl boyunca genişlemeyi başardı ve sonunda dünya kara kütlesinin altıda birini kapladı. Ancak bu dikkat çekici Rus ilerlemesi inişli çıkışlı olmuştur.

Büyük Peter'ın Charles XII’ye karşı 1700’lerin başında Rus gücünü Baltık Denizi’ne ve Avrupa’ya yerleştiren zaferi, I. Alexander’ın on dokuzuncu yüzyılın başında, Rusya’yı büyük güç işlerinin hakemi olarak Paris’e getiren, Napolyon’a karşı zaferi ve Stalin’in 2. Dünya savaşında Adolf Hitler’e karşı kazandığı ve Rusya’yı savaş sonrası küresel düzeni şekillendiren merkezi bir rol kazandıran zafer.

Buna karşılık, Rusya 1853-56 Kırım Savaşı’nı kaybetti, 1904-5 Rus-Japon Savaşı’nı kaybetti, I. Dünya Savaşı’nı kaybetti ve bu mağlubiyet imparatorluk rejiminin çöküşüne neden oldu. En son olarak soğuk savaşı kaybetti ve bu da Sovyet rejiminin dağılması ile sonuçlandı.

Bu inişli çıkışlı tarihî seyir, süreçte Rusya’nın kendisi ve dış dünya ile ilgili algısını şekillendiren bazı duygular gelişmiştir. Bunlardan ilki, Rusyanın özel misyonuna ilişkin inançtır. Ruslar her zaman, Rusya’nın miras olarak üzerinde hak iddia ettiği Bizansa’a kadar uzanan özel bir misyonla sürekli bir uyum içinde yaşama duygusuna sahip bir halk olmuştur.

Aslında, büyük güçlerin çoğu benzer istisnailik duyguları sergilemişlerdir. Almanya ve Japonya’nın istisnailik duyguları 2. Dünya savaşında bombalanarak bastırıldı. Ama Rusya’nınki son derece dayanıklıdır. Üçüncü Roma, Pan-Slav krallığı, Komünist Enternasyonal’in dünya karargâhı birbirini takip eden özel misyonlardır ve bugünkü versiyon Avrasyacılık ise hepsini de bir ölçüde içine alarak kaynaştıran ve Rusya’yı ne Avrupalı ne de Asyalı olarak hayal eden bir harekettir.

Özel bir misyona sahip olma duygusu, Rusya’nın halkını ve liderlerini gururla donatıyor, aynı zamanda Rusya’nın benzersizliğini ve önemini vurgulayarak Batıya olan kızgınlığı da körüklüyor. Böylece göreceli ekonomik gerilik ikinci planda kalıyor ve kurumsal ayrışmaya psikolojik yabancılaşma da ekleniyor. Bu duygu Rusya’nın resmî ittifaklarının azlığına ve uluslararası organlara katılma konusundaki isteksizliğine de katkıda bulunmaktadır. Sonuç olarak, Rus elitleri, bir yandan Batı ile daha yakın ilişkiler içinde olma arayışı ve diğer yandan hissettikleri aşağılamaların öfkesi arasında salınmaktadır.

Rusya’yı ve Rus zihnini şekillendiren bir başka duygu ülkenin eşsiz coğrafyasından kaynaklanmaktadır. Bu büyük coğrafyada Doğu Asya, Avrupa ve Orta Doğu’daki çalkantılı gelişmelerle beslenen Rusya, tarihi boyunca kendini hep savunmasız hissetti ve bu duygu ile bir tür savunma saldırganlığı sergiledi.

Rusya’nın çoğu plansız olan genişlemesinin arkasındaki asıl neden ülkenin askerî ve siyasî sınıfındaki, daha fazla genişlemenin daha önceki genişlemeleri güvence altına alabileceğine olan inanç olmuştur. Rus güvenliği bu nedenle geleneksel olarak dış saldırının önüne geçmek adına dışa doğru hareket etme yönünde şekillenmiştir.

Bugün de, Rusya’nın sınırlarındaki küçük ülkeler potansiyel bir dost olarak olarak görülmekten daha çok potansiyel düşman olarak görülmektedir ve bu kanaat Sovyet çöküşü ile daha da güçlenmiştir.

Rus zihnini şekillendiren son ve belki de en önemli duygu her zaman güçlü bir devlet arayışıdır. Bu anlamda Rusya’nın güvenliğinin tek garantörü, kendi çıkarları doğrultusunda agresif davranmaya istekli ve muktedir güçlü bir devlettir ve güçlü bir devlet de iç düzenin garantörü olarak görülmektedir.

Ancak, güçlü bir devlet kurma çabaları her zaman kurumların zayıflamasına ve liderliğin çok fazla öne çıkmasına yol açmıştır. Bu dizginsiz kişilikçilik, Rus büyük stratejisinin karar mekanizmasının temel karakteristiğini kaprisli ve öngörülemeyen bir hâle getirme eğilimindedir.

Rusya muazzam bir coğrafyaya yayılmış büyük bir medeniyettir. Ancak 26 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Moskova, Orta Asya’dan, Avrupa’dan, Kafkasya’dan da büyük ölçüde geri çekilmek zorunda kaldı. Soğuk Savaş sonrasındaki bu kayıplar özel misyon duygusuna sahip olan Rus elitlerinde ve Rus halkının zihninde Rusyanın dünyadaki yeri ve misyonu ile ilgili algısında etkileri hâlen devam eden büyük travmalara yol açtı.

Rusya, Soğuk Savaş sonrası yerleşimin dengesiz olduğunu düşünmekte haklıdır. Ama ortaya çıkan bu sonucun nedeni kasıtlı bir aşağılama ya da ihanet değildir. Batının Sovyetler Birliği ile olan rekabetinde kazandığı kesin zaferin kaçınılmaz sonucudur.

Sovyetler Birliği’nin Dağılması; Etkileri Hâlen Devam Eden Bir Travma

2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı güçler ve Sovyetler Birliği arasında başlayan siyasî, ekonomik, kültürel, teknolojik ve askerî küresel rekabette Sovyetler Birliği kaybetti. Mihail Gorbaçov’un Kremlin’i zarifçe boyun eğmeyi seçti.

Ocak 1992’de, Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasından yaklaşık bir ay sonra, ABD Başkanı George H. W. Bush Birliğin Durumu konuşmasında bu konuda şöyle söyledi: “Tanrı’nın lütfuyla, Amerika Soğuk Savaşı kazandı“. Ama Rus yetkililer, kendi bakış açılarıyla tam olarak ne olduğu hakkında hiç bu kadar net bir açıklama yapmadılar.

Ama bu netice Sovyet sonrası Rusya’nın asla gerçekten kabul etmediği bir şey oldu. Rus liderlerin hepsi bir konuda anlaştılar: 1992’den sonra ortaya çıkan “Yeni Dünya Düzeni“, Mihail Gorbaçov ve diğer reform görüşlü Sovyet liderlerinin Soğuk Savaş’ın en kötü sonuçlarını önlemenin mümkün olan en iyi yolu olarak öngördüğüne hiç benzemiyordu.

Batılı güçler ve Rusya arasındaki gerginlik bu anlamda sadece Suriye ve Ukrayna’daki olaylardan değil, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya düzeni için ne anlama geldiği konusunda devam eden bir anlaşmazlıktan da kaynaklanıyor.

Amerikalılar ve diğer Batılılar için, Sovyet çöküşünün anlamı basittir: ABD Soğuk Savaş’ı kazandı ve dünyanın tek süper gücü olarak hak ettiği yeri aldı, Sovyet sonrası Rusya ise Washington liderliğindeki savaş sonrası liberal uluslararası düzene kendini entegre edemedi ve etmekte direniyor.

Ruslar elbette olayları farklı görüyorlar. Onların görüşüne göre, Rusya’nın şu anda ki durumu, ABD’nin Rusya’yı geri tutmak ve kendisine yakışan statüsünü geri kazanmasını engellemek için yürüttüğü hiç bitmeyen bir kampanyanın gayrimeşru sonucudur.
Ortaya çıkan “Yeni Dünya Düzeni“ artık eşitler arasında bir düzenleme anlamına gelmiyordu. Batılı güçlere göre bu batının zaferi, hatta Tarihin Sonu anlamına geliyordu. Ve böylece 1990’larda, Batılı güçler dünyanın diğer bölümünü Tarihin Doğru Tarafı olarak gördükleri yere getirmek için iddialı bir süreç başlattılar.

ABD liderliğindeki 1990-91 Körfez Savaşı bu sürece yeni bir dinamik getirdi: Süper güç rekabetinin kısıtlamaları olmadan, Batılı güçler doğrudan askeri güç kullanmak için cesaretlenmişlerdi.

Kısa bir süre sonra NATO, Sovyetler döneminde Rusya çevresinde bir tampon bölge oluşturan ülkelere doğru genişledi. Hazırlıksız yakalanmamak için çekirdeğin etrafındaki alanı genişletmek üzerine kurulu Rus güvenlik stratejisi açısından NATO genişlemesi, kırmızı çizginin geçilmesi anlamına geliyordu.

Ancak Sovyet sonrası dönemde ekonomik çöküş ve siyasî düzensizlik ortasında, Rusya AB’nin konsolidasyonu ve NATO’nun genişlemesine yanıt olarak çok az şey yapabildi. Batı, Rusya’nın eylemsizliğini yanlış yorumladı. Batılı güçler Moskova’nın Soğuk Savaş sonrası düzeni engellemedeki başarısızlığını eylemlerine destek olarak değerlendirdiler. 1994’ten başlayarak, Boris Yeltsin ve diğer Rus liderler bu eylemlerden duydukları derin memnuniyetsizliği defalarca dile getirdiler. Ancak Batılı güçler, Rusya’dan gelen bu tür eleştirileri, çoğunlukla iç siyasete yönelik, modası geçmiş emperyal bir zihniyetin bir yansıması olarak değerlendirdiler.

Rusya açısından, 1999’da NATO’nun Kosova savaşına müdahalesi kritik bir dönüm noktası olmuştur. Birçok Rus NATO’nun Moskova ile yakın ilişkileri olan Sırbistan’a yönelik bombardımanları karşısında dehşete düştü.

Sırp lider Slobodan Miloseviç’in bir sonraki yıl doğrudan çöküşüne de yol açan bu müdahalenin başarısı NATO için bir emsal teşkil etti ve yeni bir şablon sağladı. 2001 yılından bu yana NATO veya önde gelen üye ülkeleri Afganistan, Irak ve Libya’da askeri operasyonlar başlattı. Her üç kampanya da çeşitli rejim değişimlerine ve devlet düzeninin bozulmasına yol açtı.

Bu anlamda Rusya’yı alarma geçiren sadece NATO’nun genişlemesi değil, NATO’nun dönüşümü olmuştur. Rusya’ya göre artık NATO müttefiklerin Soğuk Savaş sırasında savunduğu gibi bir savunma ittifakı değil bir saldırı ittifakı hâline gelmiştir.

ABD kaslarını esnettikçe ve NATO daha saldırgan bir örgüt hâline geldikçe, Rusya kendisini garip bir konumda buldu. Bir süper güç olan Sovyetler Birliği’nin kapasitelerinin neredeyse tamamına sahip, ama aynı zamanda eski düşmanlarının merhametine ve finansal desteğine bağlı bir ülke olarak sistemik bir düşüşün üstesinden gelmek zorundaydı.

Sovyet sonrası dönemin ilk on yılı boyunca, Batılı liderler Rusya’nın içinde bulunduğu duruma Daha Geniş Avrupa olarak sundukları şeye uyum göstererek yanıt verebileceğini varsaydılar. Daha geniş Avrupa olarak lanse edilen şey ise, özünde AB ve NATO’yu öne çıkaran ancak aynı zamanda bu örgütlere üye olmayan ülkeleri de gönüllü olarak normları ve düzenlemeleri benimsemeye teşvik eden teorik bir alandı.

Başka bir deyişle, Rusya’ya Avrupa'nın genişleyen mimarisi içinde sınırlı bir alan teklif edildi. Bu Gorbaçov’un hayalindeki Sovyetler Birliği’nin ortak tasarımcısı olacağı bir Ortak Avrupa Evi hayali değildi. Aksine, Moskova küresel arzularından vazgeçmek ve tasarlamada hiçbir rol oynamadığı kurallara uymayı kabul etmek seçeneği ile karşı karşıya bırakıldı.

Bu formülü en iyi 2002 yılında Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi dile getirdi: Rusya AB ile “kurumlar hariç her şeyi“ paylaşacaktı. Açık bir ifadeyle bu, Rusya’nın AB kural ve düzenlemelerini kabul edeceği ancak karar mekanizmalarını etkileyemeyeceği anlamına geliyordu.

Moskova bir süre bu öneriyi kabul etmiş göründü ve küresel rolünü genişletmek için minimum çaba gösterdi. Ancak ne Rus elitleri ne de sıradan Ruslar kendilerine sunulan statüyü kabul etmeye yanaşmadılar.

Ama bir süre sonra tek kutuplu ABD hakimiyeti de yok oldu ama yeni, çok kutuplu bir dünya uluslararası ilişkilere daha fazla belirsizlik getirdi. Pasifik bölgesinde Çin iddialı bir güç olarak yükselmeye başladı. Ortaya çıkan bu yeni koşullar altında, roller yeniden paylaşılmaya çalışılırken, tarafların emin olduğu tek şey belki de diğer tarafın haddini aştığıdır.

Ruslar bu süreçte, kendi içlerinde yaşadıkları geçmişle ve kayıpları ile yüzleştiler ve bu yüzleşme sonunda dünyadaki önce dünyadaki statülerini ve özel misyonunları kayıp ettikleri gerçeği ile barış yapabildiler. Ama daha sonra, daha önce de yaptıkları gibi, özel misyonları ve statüleri için yeniden odaklanarak kendilerini dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Ancak bu zor süreçte, halka önce bu geri adımı ve “dönüşümü“ kabul ettirebilecek daha sonra da tekrar “odaklanmalarını“ sağlayacak bir Rus liderliği gerekiyordu. Putin işte bu rolü üstlendi ve başarı ile yerine getirdi.

Rusya Küresel Dengelerde Kendi Yerini Arıyor; Putin Doktrini

Putin, 2005 yılında Rus meclisine yaptığı yıllık konuşmada, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasını “büyük bir jeopolitik felaket“ olarak nitelendirmişti. Bu ifade, birçok Rus'un Sovyet sonrası dönemle ilişkilendirildiği kayıp duygusunu doğru bir şekilde ifade etmektedir.

ABD ve Avrupa, Putin öncesinde de Kremlin’in özellikle Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve özellikle Ukrayna’nın Rusya’dan ayrılmasına dayanan şikayetlerini dikkate almayı sürekli reddetti. Putin, Sovyet çöküşünü “yirminci yüzyılın büyük bir jeopolitik felaketi“ olarak nitelediğinde, aslında 1990’dan sonra 25 milyon Rus’un kendilerini bir anda Rusya dışında bulmasına ağıt yakıyordu.

Bu bağlamda 12 milyon Rus’un kendilerini yeni Ukrayna devletinde bulmalarını sürekli eleştirdi. Geçen yaz yayınlanan Rusların ve Ukraynalıların Tarihî Birliği Üzerine başlıklı makalesi yakın zamanda tüm Rus birliklerine dağıtıldı. Putin daha önce bir makalesinde de “Ukrayna'nın Rusya'ya karşı bir sıçrama tahtasına dönüştürüldüğünü“ yazmıştı.

Bu kayıp anlatısı, Putin’in özel bir endişesine bağlıdır: NATO’nun, sadece Sovyet sonrası devletleri kabul etmek veya yardım etmekle yetinmeyip, sonrasında Rusya’nın kendisini tehdit edebileceği fikri. Putin bu fikri doğrultusunda, rutin olarak küresel düzenin Rusya’nın güvenlik kaygılarını görmezden geldiğinden şikayet ediyor.

Tarihe bakıldığında bu endişe hiç de yersiz görünmüyor. Ne de olsa Rusya, Batılı güçler tarafından defalarca işgal edildi. Putin bu tarihi, Rusya’nın sınırlarına yaklaşan NATO altyapısıyla ilgili mevcut endişeleri ve Moskova’nın güvenlik garantisi talepleri ile ilişkilendiriyor.

Rusya Devlet Başkanı’nın davranışları temel olarak, bu “felaket“ olarak nitelendirdiği Sovyetler’in dağılmasının sonuçlarını ve hissettiği güvenlik endişelerini ortadan kaldırmaya yönelik olarak, başlangıçta çok net olmayan ama zaman içinde daha çok geliştirdiği bir dizi dış politika ilkesi tarafından yönlendiriliyor.

“Putin doktrini“ olarak adlandırılabilecek bu ilkelerin temel hedefi, Batı’nın Rusya’ya Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi, “kendi bölgesinde özel hakları ve her ciddi uluslararası meselede söz hakkı olan, saygı duyulacak ve korkulacak bir güç“ olarak davranmasını sağlamaktır.

Bu doktrin birbirine sıkıca bağlı hedeflerden oluşuyor; Sovyet çöküşünün sonuçlarını tersine çevirmek, transatlantik ittifakı bölmek, Soğuk Savaş’ı sonrası coğrafî yerleşimi yeniden müzakere etmek ve nihai olarak, Soğuk Savaş sonrası, Avrupa ve ABD tarafından kurulan liberal, kurallara dayalı uluslararası düzeni püskürtmek.

Putin doktrininin önceliğini Batılı güçlerin ve Dünyanın, Rusya'nın Sovyet sonrası alanda sahip olduğuna inandığı “Ayrıcalıklı Çıkarlar Alanı Hakkını“ talebi oluşturuyor. Putin’in bu inancının ve talebinin altında, bazı devletlerin diğerlerinden daha egemen ve dolaysıyla daha ayrıcalıklı olduğu varsayımı yatmaktadır. Doktrin bu anlamda, sadece güçlü olan devletin bu tür bir yetkiye sahip olmasını, diğerlerinin ise güçlü olanların isteklerine boyun eğmesi gerektiğini savunur.

Putin, günümüzde sadece Rusya, Çin, Hindistan ve ABD birkaç büyük gücün bu anlamda mutlak egemenliğe sahip olduğuna ve hangi ittifaklara katılacaklarını seçmekte özgür olduklarına inanıyor. Ukrayna veya Gürcistan gibi diğer ülkeler ise tam olarak egemen değildir ve Putin’e göre Orta Amerika ve Güney Amerika ülkelerinin, büyük kuzey komşularına dikkat etmesi gerektiği gibi kendi komşuları da Rusya’nın tercihlerine saygı göstermelidir.

Doktrinin diğer bir ilkesine göre, Rusya güvenliğinin tehdit altında olduğuna inanıyorsa güç kullanımı son derece uygundur ve meşrudur. Putin’e göre Rusya’nın tüm önemli uluslararası kararlarda masada oturma hakkı mutlaktır. Batı, Rusya’nın “Küresel Yönetim Kuruluna“ ait olduğunu kabul etmelidir.

Putin liberal küresel düzeni zayıflatmanın yolunun demokrasileri zayıflatmaktan geçtiğine inanıyor. Bu açıdan, doktrini otoriter rejimleri savunmayı ve demokrasileri ise baltalamayı hedefler. Putin, Rusya’yı statükonun destekçisi, muhafazakar değerlerin savunucusu ve başta otokratlar olmak üzere güçlü liderlere saygı duyan uluslararası bir oyuncu olarak sunuyor. Belarus ve Kazakistan’daki son olayların gösterdiği gibi, Rusya zor durumdaki otoriter yöneticileri desteklemek için güçlü bir müttefiktir. Rusya bu doğrultuda sadece kendi mahallesinde değil, Küba, Libya, Suriye ve Venezuela olmak üzere kendi mahallesinin çok ötesinde otokratları da destekliyor.

Putin Doktrinin en önemli hedeflerinden birisi ise, Transatlantik ittifakı zayıflatmak, bölmek ve nihai olarak ABD'nin Avrupa’dan çekilmesini sağlamaktır. Rusya, bu hedef uyarınca, NATO içerisinde sorunlar yaşayan ve zayıf halkalar olarak gördüğü ülkeler ile özel ilişkiler geliştirmektedir. Rusya, bu kapsamda, Türkiye, Yunanistan ve Güney Kıbrıs gibi ülkeler ile yakın ilişkiler geliştirdi. Bu strateji Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta fazla başarılı olamasa da, Türkiye’nin Rus S-400 füze sistemini satın alması, Rusya’nın siyasî hedefleri açısından başarılı oldu. NATO’yu bir iç krize sürükledi ve Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasına yol açtı.

Şu anda, Rusya’nın Avrupa ve NATO üzerindeki yarattığı baskı ve Ukrayna krizi, Putin’in istediğinin aksine ittifakın birliğini geçici olarak pekiştirmiş gibi görünüyor. ABD eski Başkanı Donald Trump tam da Putin’in hedefine uygun biçimde davranıyor ve NATO ittifakını ve ABD’nin bazı önemli Avrupalı müttefiklerini küçümsüyordu ve ABD’yi örgütten çıkarmaktan açıkça bahsediyordu. Yeni ABD Başkanı Joe Biden ise Trump döneminde oluşan hasarı onarmaya çalışıyor. Ancak Avrupa kamuoyunda, 2024’den sonra ABD’nin bu tutumunun dayanıklılığı konusunda, ABD’nin tutarsızlıklarından kaynaklanan ve Rusya’nın da sosyal medya aracılığıyla pekiştirdiği yaygın bir şüphe var.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda oyun sınırlı ve belirli kurallara göre oynanıyordu. Soğuk Savaş sırasında, ABD ve Sovyetler Birliği çoğunlukla oyunun kurallarına ve birbirlerinin etki alanlarına saygı duyuyorlardı. Ancak, Putin’in kafasındaki Batı sonrası düzeni “düzensiz bir Hobbes dünyası“ olacak gibi görünüyor. Putin’in “modus operandi“si, yeni sisteminin peşinde, Batı’yı dengesizleştirmek ve dengeden sürekli uzak tutmak, gerçek niyetini tahmin etmek ve harekete geçtiğinde ise şaşırtmak.

Ukrayna Krizi Ve Rusyanın Değişen Doğasını Anlamak
Rusya ve Ukrayna arasındaki mevcut kriz aslında Rusya ve batılı güçler arasında otuz yıldır devam eden hesaplaşmanın yansımasıdır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra üretilen Avrupa düzeninin geleceğiyle ilgilidir. 1990’larda ABD ve müttefikleri, Rusya’nın net bir taahhüdünün veya hissesinin olmadığı bir Avrupa güvenlik mimarisi tasarladı ve ama iktidara geldiğinden beri gücünü aşama aşama pekiştiren Putin şimdi haksız olduğunu düşündüğü soğuk savaş sonrası küresel düzene meydan okuyor.

Önceki yıllarda da sisteme yönelik şikayetlerini sık sık dile getiren Putin başlangıçta güçlü ve oyuncularla çevrili ve jeopolitik açıdan savunmasız bir devletin lideri olarak hareket ediyordu. Rusya o dönemde jeopolitik adalet arayan, başkalarının yarattığı ve etkilediği koşulların mağduru olan öfkeli bir ulusun rolünü oynadı.

Ancak, ABD’nin Orta Doğu’daki birçok başarısızlığı, 2008 küresel finansal krizi, AB’deki ekonomik ve siyasî krizler ve Çin’in artan gücü, Rusya’yı Batı liderliğindeki uluslararası sisteme başkaldırma hırslarını kamçıladı ve Rus yönetimi, bütün bu gelişmeleri dikkate alarak Batılı yayılmacılığın ancak bir “demir yumrukla“ tersine çevrilebileceği sonucuna vardı.

Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukovych'in Şubat 2014’te Batı yanlısı güçler tarafından devrilmesi, Rusya için bardağı taşıran son damla oldu. Moskova’nın Kırım operasyonu, AB ve NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemde doğuya doğru ısrarlı genişlemesine Rusya’nın bir yanıtı oldu. Ruslar zaten öteden beri Kırım’ı her zaman Rusya dışında kalan tüm toprakların en aşağılayıcı kaybı olarak görüyorlardı.

Moskova, Batı’nın eski Sovyet alanına nüfuzunun daha fazla girmesini mümkün olan en kararlı şekilde reddetmiş oldu. Putin, Kırım ilhakının ardından Ekim 2014’te her yıl düzenlenen Valdai toplantısında yaptığı konuşmada “Soğuk Savaş’ın sözde ‘kazananları’ her şeye sahip olmaya ve dünyayı tek başlarına çıkarlarına daha iyi hizmet edebilecek bir yer olarak yeniden şekillendirmeye kararlı gibi görünüyor. dedi.

Rusya, demir yumruğu indirecek bir sonraki yerin Suriye olacağına karar verdi. Suriye müdahalesi sadece Esad’ın konumunu güçlendirmeyi değil, aynı zamanda ABD’yi Moskova ile daha eşit bir zeminde anlaşmaya zorlamayı amaçlıyordu. Putin’in Mart ayında Rus güçlerini Suriye'den çekmeye başlama kararı bir tersine dönüşe işaret etmedi; aksine, stratejinin başarısının bir işaretiydi. Moskova askerî hünerlerini sergilemiş ve çatışmanın dinamiklerini değiştirmiş, ancak Suriye’deki bir bataklığa saplanmaktan da kaçınmıştı.

Rusya’nın Orta Doğu, Orta Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’da artan etkisi nedeniyle Putin, artık yeni bir aşamaya geçmeye karar verdi ve şimdi Ukrayna krizi ile bu yaklaşımı bir adım daha ileriye taşıyor. Putin, Kırım’ın ilhakından ve Rusya’nın 2014’te gerçekleştirdiği Donbas’a müdahaleden çok daha kapsamlı olarak planladığı bir Ukrayna krizini, mevcut düzeni baltalayacak ve Rusya’nın Avrupa kıtasındaki ve dünya düzeninde “haklı“ yerini yeniden alacak bir eylem olarak görüyor.

1940’ların sonundan bu yana Avrupa-Atlantik güvenliğinin iki kere yeniden düzenlendi. İlki, Yalta sisteminin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki iki rakip bloğa ayrılmasıyla geldi. İkincisi Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve ardından Batı'nın “birleşik ve özgür“ bir Avrupa yaratma güdüsüyle ortaya çıktı. Mevcut kriz nihayetinde Rusya’nın Soğuk Savaş sonrasında oluşan bu düzene doğrudan meydan okuması ve Avrupa üzerindeki kaybettiği nüfuzunu yeniden kurmak istemesiyle ilgilidir. Ukrayna krizinde ABD ve Avrupa geri adım atar ve kriz Putin’in istediği gibi sonuçlanırsa bu sonuç nihayetinde, Avrupa-Atlantik güvenliğinin üçüncü kere yeniden düzenlenmesi sonucunu getirebilir.

Rusya bu krizle ne elde etmek istediğini biliyor, ancak ABD ve müttefikleri Rusya’nın bir sonraki hamlesini beklerken ve diplomasi ve ağır yaptırım tehdidiyle bir işgali caydırmaya çalışırken, Putin’in ne istediği sorusu üzerine bölünmüş durumda. Aslında Putin’in esas hedefi, Ukrayna’yı işgal etmek değildir. Ukrayna krizi Putin’in satranç oyununda veziri istemesi anlamına gelmektedir ve veziri alırsa bir sonraki hamlede şah diyecektir. Bu anlamda Ukrayna resmin sadece bir parçası ve daha büyük resme bakıldığında şu anda Batı söyleminde Rusya’nın stratejisini tam olarak anlamlandırabilmeleri için eksik olan en az üç faktör var.

Birincisi, Rusya artık savunma durumunda değil. Rusya şu anda bir çok aracı aynı anda eşgüdümlü biçimde kullanarak bir “saldırı stratejisine geçmiş durumda. Rusya’nın NATO genişlemesine son verme gibi konularda Batı’dan garanti talepleri ne olursa olsun, bunların Rusya’yı bu stratejiden vazgeçireceğinin bir garantisi yok. Bu anlamda, 21 Aralık 2021’de Putin, Rusya Savunma Bakanlığında yaptığı konuşmada, Batı’nın anlaşmalardan kolayca çekildiğini ve yazılı Batılı taahhütlerin hiçbir şeyi garanti etmediğini söyledi.

Rusya, şimdi dünyanın değiştiğine, statükonun artık meşru olmadığına, uluslararası kurum ve kuralların bozulduğuna inanıyor ve bu yüzden artık savunmadan saldırgan bir dış politikaya geçti: Putin Kasım 2021'de “Son uyarılarımızın belli bir etkisi oldu“ dedi ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'dan Batılı ülkeleri “mümkün olduğunca gerginlik içinde tutmasını istedi.

Rusya şu anda uyguladığı bu strateji sadece Batı ile ilgili değil, aynı zamanda Batı ile doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan daha kapsamlı jeopolitik çıkarları ile ilgilidir ve hiçbir güvenlik garantisi bunu değiştiremez. Başka bir deyişle, bir anlaşma durumunda bile, Rusya Batı’ya kendi baskın stratejisinden kaçınacağını garanti etmeyecektir.

Rusya, Kırım’ın ilhakı ve Gürcistan ve Ukrayna krizlerinin gösterdiği gibi, kendi “Ayrıcalıklı Çıkarlar Alanında“ çıkarlarını tehdit altında gördüğünde veya çıkarlarını ilerletmek istediğinde birçok farklı aracı kullanarak müdahaleci bir güç olarak hareket etmektedir.

Moskova’nın bu müdahaleleri kendi ayrıcalıklı etki alanı olarak gördüğü şeyle sınırlı da değildir. Putin doktrini çerçevesinde parçalanmış bir transatlantik ittifakın Rusya’nın çıkarlarına en iyi şekilde hizmet ettiğine inanan Rusya Avrupa’daki Amerikan karşıtı ve Euroskeptik grupları ve Atlantik’in her iki tarafında popülist hareketleri destekliyor, seçimlere müdahalede bulunuyor ve Batı toplumları içindeki anlaşmazlıkları alevlendirmek için çalışıyor.

Saldırı stratejisinin tadına varan Kremlin’deki karar mekanizmalarında yer alanların profili bu stratejinin ortaya çıkmasında ve sürdürülmesinde önemli bir faktördür. Rus elitleri içinde iki ana grup vardır. Bunlardan ilki, çatışmanın her türlü maliyetini üstlenmeye hazır olan silovikilerin[1] ağırlıklı olduğu muhafazakar karar vericilerden oluşuyor. Bunlar, Putin’in kaygılarını sürekli körüklüyor, gerilimleri kışkırtıyor ve tırmandıyorlar.

Kendisi de bir sloviki olan Putin’in yakın çevresinde yer alan sloviki’ler 2014’ten bu yana hem iç hem de dış ilişkilerde karar almada çok daha önemli bir rol oynamaya başladılar. Silovikiler her iki ülkeyi de uluslararası hukuku ihlal etme kabiliyeti olan ve istediği zaman kuralların dışında hareket edebilen aktörler olarak görüyor. Onlar için, güçlü olan haklıdır. Bu nedenle çatışma ve yaptırımlar silovikiyi korkutmuyor, aksine onlara daha fazla fırsat sunuyor.

İkinci grup, hükûmetin içinde olan olan ancak kritik güvenlik meselelerine müdahale etmek veya jeopolitik konusunda endişelerini dile getirme konusunda doğrudan etkisi olmayan teknokrat ve diplomatlardan oluşuyor.

Ayrıca, yıllar önce siyasî karar almalarından uzak tutulan ve şimdi jeopolitik konusunda konuşma hakkından mahrum bırakılan iş elitleri var. En iyi stratejileri, gerginliğin tırmanması durumunda, Kremlinde sadakatleri veya vatanseverlikleri hakkında şüphe uyandırabilecek herhangi bir şüpheyi önlemek için tam bir görünmezlik ve sessizliktir.

İkinci dikkate alınması gereken faktör, Ukrayna’ya karşı bir askerî operasyon ve Batı ile bir çatışma durumunda, Rus rejiminin ve halkın daha da konsolide olacağı gerçeğidir. Savaş, en azından orta vadede protestoları kışkırtmayacak, daha fazla muhalefet yaratmayacak veya rejimi zayıflatmayacaktır.

Yakın tarihli bir ankette, Rusların yüzde 50’si Rusya-Ukrayna sınırındaki tırmanıştan ABD ve NATO’yu sorumlu tuttu, sadece yüzde 4’ü ise sorumluluğun kendi ülkelerinde olduğunu söyledi. Olası hoşnutsuzluğa yol açabilecek her türlü muhalefet tamamen yok edildi ve savaş korkusu kışkırtıldı.

En kötü senaryoda, Kremlin vidaları daha da sıkacak, siyasî kontrolü artıracak ve muhalefeti, hatta çoğunlukla uysal “sistem içi“ muhalefeti dahi bastıracaktır. Bunu yapmak için tüm kaynaklara ve araçlara sahiptir ve hiçbir iç dirençle karşı karşıya değildir. Askerî operasyonun maliyetini büyük ölçüde artıracak yaptırımlar, sosyoekonomik koşulları dolaylı olarak kötüleştirse bile, siyasî arena üzerinde ancak uzak bir etkiye sahip olabilir.

Üçüncü ve son faktör, Rusya’nın Sovyet dönemi nüfuz alanlarını Moskova’nın jeopolitik denetimine her ne pahasına olursa olsun iade edilmesi gereken bir bölgeler olarak görmesidir. Bu kapsamda Putin’in esas hedefi, Ukrayna’yı işgal etmek değildir.
Rusya açısından Ukrayna krizinde esas hedef, Ukrayna’nın siyasî geleceğini şekillendirmek ve Kremlin tarafından kabul edilebilir olan Ukraynalı oyuncular hariç hepsini kenara çekmektir. Putin, bu amacını gerçekleştirmek için askerî tehdit, yığınak dahil olmak üzere bütün araçları kullanarak Ukrayna ve Ukraynayı destekleyen ülkeler üzerinde bir kırılma noktası oluşturana kadar baskı politikası uygulamaya devam edecektir.

Rusya, Sovyet sonrası dönemde ayrıcalıklı çıkarlar alanında mutlak bir hakka sahip olduğu inancı, Ukrayna dahil, eski Sovyet komşularının, NATO’ya veya Avrupa Birliği başta olmak üzere, Moskova’ya düşman olduğu düşünülen hiçbir ittifaka katılmaması gerektiği anlamına geliyor. Kremlin bu doğrultuda, 17 Aralık’ta Ukrayna ile Sovyet sonrası diğer ülkelerin yanı sıra İsveç ve Finlandiya’nın daimi tarafsızlık taahhüdünde bulunmalarını ve NATO üyeliği talebinde bulunmayı ertelemelerini açıkça dile getirdi.

Bu taleplere göre, NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa’daki bütün asker ve teçhizatı kaldırarak 1997 yılındaki askerî duruşuna geri çekilmesi gerekecek. Bu aynı zamanda, Rusya, NATO üyesi olmayan komşularının dış politika tercihleri üzerinde de veto yetkisi olması anlamına gelecek ve Rusya’ya sınırı olan Ukrayna da dahil olmak üzere Rusya yanlısı hükûmetlerin iktidarda olmasını sağlayacaktır.

Gelinen noktada Batı, Moskova’nın kendi etki alanı olarak gördüğü bölgelerdeki devletlerin toprak bütünlüğünü koruyamıyor. Blöf de işe yaramıyor. Batı hükûmetlerinin kafası Rusya konusunda ve Rusya ile nasıl başedilebileceği konusunda karışıktır.

Rusya ile Başetme Sorunu ve Rusya’nın Düşüşü Efsanesi
Batı hükûmetlerinin kafasının Rusya ile nasıl başedilebileceği konusunda karışık olmasının sebebi, Rusya’nın düşüşü ile ilgili görüşlerinin abartılmış olmasıdır Rusya ile ilgili bu algının etkisi o kadar yaygındır ki, başlangıçta Biden yönetiminin gündeminde Rusya yoktu. Biden, Obama döneminden itibaren Amerikan dış politikasına hâkim olan açık ve net bir dış politika önceliğiyle geldi: Yükselen bir Çin’e karşı koymak. “Rusya ile nasıl başa çıkılacağı?“ sorusu, sadece Rus askerleri Nisan ayında Ukrayna sınırında toplandığında, gündemine geldi. Ancak Temmuz ayına gelindiğinde Başkan Joe Biden, Rusya’nın “nükleer silahlara ve petrol kuyularına sahip bir ekonominin tepesinde oturduğunu ve başka bir şey olmadığınıilan etme noktasına geri döndü.

Biden bu şekilde düşünen ilk Amerikan lideri değil. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, Batılı politikacılar periyodik olarak Rusya’nın gerçek bir küresel güç olarak günlerinin sayılı olduğunu söyleyip durdular. 2014 yılında Arizona’dan Cumhuriyetçi senatör John McCain, Rusya’yı “ülke kılığına girmiş bir benzin istasyonu“ olarak nitelendirdi. Aynı yıl, ABD Başkanı Barack Obama Rusya’yı sadece “bölgesel bir güç“ olarak nitelendirdi. Ama kısa bir süre sonra, Rusya Suriye savaşına başarılı bir şekilde müdahale etti, 2016 ABD başkanlık seçimlerine, Venezuela’daki siyasî krize ve Libya’daki iç savaşa müdahil oldu. Ve yine de, Batı ülkelerinde Rusya’nın kağıt kaplan olarak algılaması devam ediyor.

Batılı liderler, Rusya’nın gerçek yetenekleri ve kendi güvenlik açıkları hakkında daha gerçekçi bir bakış açısına sahip olmalıdırlar. Rus gücü hakkındaki varsayımlarını yeniden düşünmeleri, politika yapıcıların yetenekli bir rakiple uzun süreli bir çatışma dönemini sürdürebilmelerini sağlayacaktır.

Rusya’nın düşüşü ile ilgili tartışmalarda iki ayrı uç görüş mevcuttur. Yaygın görüşe göre; ülke ekonomisi durgundur, doğal kaynakların çıkarılması ve ihracatı dışında çok az değer kaynağı vardır. Sistem yolsuzlukla doludur ve devlet veya devlet kontrolündeki işletmelerin hakimiyeti altındadır ve uluslararası yaptırımlar sermaye ve teknolojiye erişimi sınırlar. Devlet bilimsel araştırmaları yetersiz finanse etmektedir; bürokratik kötü yönetim teknolojik yeniliği engellemektedir. Rusya bilimsel ve teknolojik gelişmenin çoğu göstergesinde ABD ve Çin’in oldukça gerisinde kalmış durumdadır ve nüfusun 2050 yılına kadar on milyon kişi azalması beklenmektedir.

Karşı görüşe göre ise, Rusya şu anda ekonomik açıdan “vites küçülten bir ülke“ olabilir. Ancak ekonomik, demografik ve askerî potansiyeli ile önemli olmaya devam etmektedir. Ülke ekonomisini ne kadar durgun olsa da, Rusya’nın 1,5 trilyon dolarlık GSYİH’sı satın alma gücü paritesinde bu 4,1 trilyon dolara çıkıyor ve bu da Rusya’yı Avrupa’nın ikinci ve dünyanın altıncı büyük ekonomisi hâline getiriyor.

Ağustos 2021 itibarıyla, Rusya Ulusal Varlık Fonu’nun değerini yaklaşık 185 milyar dolara ve döviz rezervlerini 615 milyar dolara çıkardı. Uluslararası yaptırımlara yanıt olarak tasarlanan yeni ithal ikame politikası, ihracatı yılda 30 milyar dolardan fazla olan tarım sektörüne yeni bir soluk kazandırdı. Kremlin ayrıca ticareti şu anda bir numaralı ticaret ortağı olan Çin’e yönlendirdi. Çin ile ticaretin 2024 yılına kadar 2013’tekinin iki katı olan 200 milyar doları aşması bekleniyor.

Rusya, Avrupa Birliği’nin ana enerji tedarikçisidir: AB, doğal gazının yüzde 41’ini, petrollerinin yüzde 27’sini ve katı fosil yakıtlarının yüzde 47’sini Rusya’dan almaktadır. Hep söylendiği gibi, fosil yakıtlardan uzak bir gelecekte bir kayma hâline gelecek. Ama bu geleceğin gerçekte ne kadar yakın olduğu belli değil. Ve Rusya o kadar düşük bir fiyata enerji üretiyor ki, diğer ihracat yapan ülkelerin bütçesinin sıkıştığını görmeden önce Rusya’nın sıkışması muhtemel değil.

Bu arada, Rusya teknolojik inovasyonda ABD'nin gerisinde kalsa da araştırma-geliştirme harcamalarında hâlâ dünya çapında ilk on arasında yer alıyor. Dahası, Rusya mücadeleci ama uygulanabilir teknoloji sektörüne sahiptir ve Facebook, Google ve diğer popüler çevrimiçi platformlara kendi sistemlerini geliştirmiştir ve bunların hepsi Rusya içinde oldukça başarılıdır.

Her iki görüş de bazı gerçekleri içermekte ise de gerçek resmi tam olarak vermiyor. Rusya’nın tutarlı bir ekonomi stratejisi geliştiremediği ve GSYİH’nı istediği yere getiremediği bir gerçektir. Ancak, sadece GSYİH jeopolitik gücün tek başına ve en başta gelen ölçüsü değildir. Rusya’da reel harcanabilir gelirler bugün 2013’e göre yüzde on daha düşük olduğu da doğrudur ancak Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın doğusunu işgal etmesinin ardından uluslararası yaptırımlar ve düşen petrol fiyatları bu gerilemeye neden oldu. O zamandan bu yana geçen yıllarda, hükûmet harcamalarını dizginledi ve petrol fiyatlarını düşürmeye uyum sağlayarak bütçe fazlası ve büyüyen bir savaş fonu yarattı. Genel olarak makroekonomik göstergeler istikrarlı görünüyor.

Rusya hakkındaki en yaygın yanılgılardan birisi de ülkenin demografik görünümünün gelecekteki yeteneklerini önemli ölçüde kısıtlayacağı öngörüsüdür. BM tahminlerine göre, Rusya’nın nüfusu 2050’ye kadar yaklaşık yüzde yedi oranında küçülecek; daha kötümser tahminler yüzde 11’e varan bir düşüş görüyor. Ancak ikinci durumda bile, Rusya Avrupa ve Avrasya’nın en kalabalık ülkesi olmaya devam edecektir.

Yaşam beklentisi ve ölüm oranlarında Batılı ülkelerin gerisinde kalabilir, ancak Rusya 1990’lardan bu yana ölüm oranının azalması, yaşam sürelerinin artması ve doğurganlık hızının artmasıyla önemli bir iyileşme göstermiştir. 2015 yılına kadar, BM’nin İnsanî Gelişme Endeksi ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün işgücü verimliliği önlemleri gibi endekslerde istikrarlı bir şekilde yükseldi. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, ülke kesinlikle demografik çöküşün eşiğinde değil.

Beyin göçü, Rusya’nın önemli bir sorunu olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, Rusya eski Sovyet cumhuriyetlerinden önemli ölçüde beyin göçü almaktadır. Netice olarak, Rusya’nın demografik durumu, nicel düşüşün yanı sıra niteliksel iyileşmeler gösteren karışık göstergelerden oluşmaktadır.

Ekonomik ve sosyal göstergelerin ötesinde, Rusya dikkate alınması gereken bir askerî güçtür ve öyle olarak kalacaktır. Askerî güç tarihsel olarak, ülkenin nispeten eşit olmayan ekonomisini, teknolojik eksikliğini telafi eden bir Rus gücü olmuştur. Rusya’nın geçmişte ister ABD ister Britanya İmparatorluğu olsun, ekonomik olarak çok daha güçlü devletlerle uzun süreli rekabetleri sürdürmesinin nedeni kısmen budur.

Rusya’nın savunmaya yılda 150 ila 180 milyar dolar harcadığını tahmin ediliyor, Rusya’nın yıllık savunma bütçesinin yarısı yeni silahlar temin etmek, eskileri modernize etmek ve çoğu Batılı militan tarafından bu alanlarda harcanandan çok daha büyük bir pay olan askerî teknolojiyi araştırmak için harcanıyor. Dahası, bazı Rus harcamaları gizli ve belirsizdir.

Bu cömert bütçeleri kullanarak Rusya, ordusunu başarıyla yeniden inşa etti. Rus askerî-endüstriyel kompleksi hipersonik füzelerden yönlendirilmiş enerji silahlarına, gelişmiş denizaltılardan, entegre hava savunmalarına, elektronik savaşa kadar birçok yeni nesil silah ve ayrıca uzayda ve siber alanda savaş yetenekleri geliştirdi. Rusya ayrıca ordusunun yanısıra bir dizi özel kuvvet, paralı asker modeli ile farklı alanlara müdahale kapasitesini artırdı. Netice olarak, bugün, Rus ordusu on yıllardır en yüksek hazırlık, hareketlilik ve teknik yetenek seviyesindedir. NATO ise kâğıt üzerinde üstün olmaya devam ediyor.

Moskova’nın bu askerî gücü ve komşularını tehdit etme yeteneği, son birkaç haftadır açıkça görüldüğü gibi Batı’yı müzakere masasına zorlamasını sağlıyor. Bu şartlar altında, ABD ve müttefikleri Rusya’yı hem yetenek hem de niyet olarak ciddi bir askerî rakip olarak kabul etmelidir.

Bu anlamda, şu anda ABD’nin en önemli tehdit olarak gördüğü Çin ile karşılaştırıldığında, Rusya aslında ABD anavatanı için daha fazla tehlike oluşturuyor. Bir kere, Çin’in büyüyen stratejik nükleer silah cephaneliğine rağmen, Rusya, ABD’nin önde gelen nükleer tehdidi olmaya devam ediyor. Aynı şey Rusya’nın uzun menzilli konvansiyonel füzelerle kıta ABD’sine ulaşabilmesi için de geçerli. Rusya’nın yurt dışında Çin’den daha fazla askeri bulunuyor, Kafkasya, Orta Asya, Avrupa ve Orta Doğu’daki üsleri var ve ordusunu NATO güçleri ile karşı karşıya getirebilme kapasitesine sahiptir.

Netice olarak, Rusya’nın durumu ile ilgili analizlerde Rusya’nın düşüşü veya küresel bir güç hâline geldiği yönündeki abartılı görüşler bir yana bırakılırsa, Rusya, Batının konformizmi üzerinde manevra alanı sağlayan ve sert gücün üstünlüğünü vurgulayan ve yükselmek isteyen hırslı bir “Büyük Güç“ konumundadır, ancak, henüz uluslararası düzeni tehdit edebilen ve yeniden şekillendirebilecek küresel güç statüsünde değildir.

Rusya, “Büyük Güç“ statüsünü BM Güvenlik Konseyi’nde kalıcı bir vetonun yanı sıra dünyanın en önde gelen nükleer cephaneliğine ve birinci sınıf siber savaş ücreti yeteneklerine sahip olmaktan alıyor. Bunlar ve eşsiz coğrafyası, ona bir tür küresel erişim kazandırmıştır. Rusya bu erişimi ve son dönemde yükselen etkisi ile ABD, Avrupa Birliği ve hatta Çin’e eşit olarak kabul edilmekte ve küresel güç statüsünde ne kadar ısrar etse de durum şu anda öyle değildir. Rusya hâlen yüksek GSYİH’lara,en yüksek puanlı üniversitelere, küresel finansal güce ve küresel dillere sahip değil.

Rusya son yıllarda askerî kapasitesini ve Batı’nın kullanarak Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da önemli bir beceri gösterse de Moskova’nın tutarlı bir ekonomik strateji geliştirememesi hâlinde, yeni elde edilen büyük güç statüsünün uzun vadeli sürdürülebilirliği dahi risk altına girebilir. Rusya’nın şu anda ki durumu, küresel güç statüsünün diğer boyutları olmadan sert gücün çok kırılgan ve öngörülemez olduğunun canlı kanıtıdır.

Rusya’nın Küresel Güç Arayışının Geleceği

Rusya’nın algısına göre, ABD şu anda zayıf, bölünmüş ve tutarlı bir dış politika izleme konusunda daha az yetenekli. Avrupa ise ekonomik olarak güçlü ama siyasî ve askerî olarak zayıf bir güç ve genel olarak iç sorunlarına odaklanmış durumda. Mevcut risklere ve zaafiyetlerine rağmen Rusya bu durumu bir fırsat penceresi olarak görüyor ve tüm gücünü açılan bu fırsat penceresi şansını iyi değerlendirmek için seferber etmiş durumda.

Sadece Rusya değil, ABD öncülüğündeki Batılı güçlerin gösterdikleri zayıflıkları fırsat penceresi olarak gören Çin de, Xi’nin “dünyanın merkez aşaması“ olarak revize ettiği yeni küresel büyük stratejisi doğrultusunda atağa geçmiş durumda.

Bozulan küresel dengeleri kendi hedefleri doğrultusunda yeniden kurmak isteyen bu iki büyük güç şimdi kaynaklarını birbirleriyle değil ABD ve Batı ülkeleri ile rekabet etmeye odaklamak için stratejik bir ortaklık kurarak teknik ve maddî destek alışverişinde bulunuyorlar.

Bu ortaklık Batı yaptırımlarını telafi etmek için yeterli seviyede seviyede olmasa da bir miktar Çin finansmanı ve yatırımı üretti. Fakat bu işbirliğinden daha kârlı çıkan taraf Çin gibi görünüyor. Rusya’nın Asya’daki müttefiki Çin, şu anda bölgenin en büyük oyuncusu olarak ortaya çıkıyor Rusya’nın pahasına Güney Çin Denizi’nden iç Asya’ya, kendi Büyük Avrasya’sını güçlü şekilde inşa ediyor. Bu hem bir meydan okuma, hem de Moskova için bir fırsat sunuyor, ancak her şeyden çok, Rusya’nın “Daha Geniş Avrasya“ olarak adlandırdığı şeyde henüz kendine istediği yeri bulamadığını hatırlatıyor.

Bununla birlikte, Moskova’nın şu anda bu duruma katlanmak zorundadır ve sadece askerî yollarla bu durumu değiştirmek için yapabileceği pek bir şey yoktur. Ekonomik zayıflık askerî güç veya yetenekli diplomasi ile ancak kısa bir süre için gizlenebilir.

Bu işbirliğinin etkisi, parçalarının toplamından daha büyüktür. Rus tipi otoriter, güçlü liderliğinin ve Çin tipi tek parti yönetimi altında kapitalist gelişme modelinin başarı görüntüsüne pandemi karşısında demokratik devletlerin yaşadığı başarısızlıklar eklendiğinde birçok ülkede populist ve otoriter yönetimlere eğilim ciddi biçimde yükseliyor.

Soğuk savaş döneminde güçlü bir ekonomik entegrasyon dönemi geçiren, ancak askerî ve siyasî açıdan aynı kapasiteyi gösteremeyen Avrupa ülkeleri karşılarına çıkan bu yeni ve zorlu rekabet karşısında yeterli reaksiyonu gösteremiyor.

Asya ve Ortadoğu’dan büyük ölçüde çekilen, kendi içerisinde ciddi sosyal ekonomik problemler yaşayan ABD ise Avrupa cephesinde Rusya ile Pasifik cephesinde ise Çin ile aynı anda başetme konusunda ciddi zorluklar yaşıyor. Bu durumun bir göstergesi de Biden yönetiminin ilk ulusal güvenlik analizlerinden biri olarak Mart ayında yayınlanan Güvenlik Stratejik Rehberliğidir. ABD, bu belgede, Rusya’ya ancak birkaç cümle ayırırken Çin’i önemli ölçüde derinlemesine ele aldı. Biden yönetimi Rusya’ya yaklaşımlarından bahsederken, ABD’nin “aynı anda hem yürüyüp hem de sakız çiğneyebileceğini“ söylemeye bayılıyor. Ancak bunu yapmak, söylemek kadar kolay değil.

Sonuç Olarak;

Putin Doktrininin nihai hedefi, Soğuk Savaş sonrası, Avrupa ve ABD tarafından kurulan liberal, kurallara dayalı uluslararası düzeni değiştirmek ve Küresel düzeni yeniden kurgulamaktır. Putin, bu temel hedef doğrultusunda Transatlantik ittifakı zayıflatmak, bölmek ve nihai olarak ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini sağlamayı çok önemli bir aşama olarak görüyor ve Ukrayna krizi bu amaç doğrultusunda çıkarılmış bir krizdir.

Rusya’nın, Ukrayna krizinde uyguladığı ne istediğini bilen stratejisine karşılık ABD ve NATO’nun kafa karışıklığı dikkate alındığında, Rusya’nın istediği sonucu alabilme ihtimali vardır. Rusya’nın bu hamlesi başarıya ulaşırsa, nihai hedefi olan ABD’ni Avrupadan çıkarmayı da başarabilir ve Avrupa üzerinde nüfuzunu tekrar kurabilir. Bu durumda, nihai hedefi olan küresel düzenin mimarisini kalıcı olarak değiştirme amacıyla son hamlesini yaparak, Asya-Pasifik bölgesine odaklanacaktır.

Böyle bir senaryoda, Pasifik bölgesinde, ABD öncülüğünden kendisine karşı oluşturulan güçlü ittifak karşısında bunalan, Çin ile güçlerini birleştirerek, ABD’yi Pasifik bölgesinde de etkisizleştirebilirler. Böyle bir senaryo, sadece soğuk savaş sonrası kurulan dengelerin değil, yaklaşık 200 yılda oluşan Batı öncülüğü ve üstünlüğüne dayalı liberal küresel düzenin sonu ve yeni bir küresel dengenin önünün açılacağı anlamına gelecektir.

Moskova’nın Pekin ile artan yakınlaşması, Rusya’nın Batı sonrası düzen çağrısını güçlendirdi. Hem Rusya hem de Çin, çok kutuplu bir dünyada daha fazla nüfuzu olan yeni bir sistem talep ediyor. Moskova’nın zihnindeki Rusya ve Çin tarafından dünyanın etki alanlarına bölündüğü bu yeni küresel düzen Yalta Sistemi’nin yeni versiyonuna dönüşebilir.

Birbirlerinden fazla hoşlanmasalar dahi, şu anda ortak düşmanları karşısında güçlerini birleştirerek, küresel düzeni zorlayan iki güçlü otokrat ortağın, küresel düzeni yeniden şekillendirme fırsatını yakaladıklarında dünyayı kendi nüfuz alanlarına bölerek birlikte yönetmeyi mi yoksa bu defa kendi aralarında bir nüfuz mücadelesine başlayacakları konusunda şu anda net bir öngörü yapılamasa da şurası çok net söylenebilir; Sarsılan küresel dengelerin kilit taşı Ukrayna’dır. Bu kilit taşı yerinden oynarsa, tüm yapının çökme ihtimali vardır.
 

[1] Siloviki -Eski istihbarat ve askeri teşkilat mensubu, olan Rus politikacılar. Özelikle Putin ve Yeltsin iktidar zamanlarında devletin kilit noktalarında görevlerine yerleştirildiler.


Bu içerik Marka Belgesi altında telif hakları ile korunmaktadır. Kaynak gösterilmesi, bağlantı verilmesi ve (varsa) müellifinin/yazarının adı ile unvanının aynı şekilde belirtilmesi şartı ile kısmen alıntı yapılabilir. Bu şartlar yerine getirildiğinde ayrıca izin almaya gerek yoktur. Ancak içeriğin tamamı kullanılacaksa TASAM’dan kesinlikle yazılı izin alınması gerekmektedir.

Alanlar

Kıtalar ( 5 Alan )
Aksiyon
 İçerik ( 2723 ) Etkinlik ( 222 )
Alanlar
Afrika 77 641
Asya 98 1086
Avrupa 22 641
Latin Amerika ve Karayipler 16 67
Kuzey Amerika 9 288
Bölgeler ( 4 Alan )
Aksiyon
 İçerik ( 1385 ) Etkinlik ( 54 )
Alanlar
Balkanlar 24 293
Orta Doğu 23 611
Karadeniz Kafkas 3 296
Akdeniz 4 185
Kimlik Alanları ( 2 Alan )
Aksiyon
 İçerik ( 1292 ) Etkinlik ( 78 )
Alanlar
İslam Dünyası 58 781
Türk Dünyası 20 511
Türkiye ( 1 Alan )
Aksiyon
 İçerik ( 2045 ) Etkinlik ( 82 )
Alanlar
Türkiye 82 2045

Türkiye'nin, Yeni İpek Yolu güzergâhında, Orta Koridorun gelişimi, Avrasya üzerinden karasal Doğu-Batı ticaretinde lojistik üs haline gelmesi ve tedarik zincirinde merkez konumda olması, ekonomi ve dış politika önceliklerden biridir. Ayrıca Türkiye'nin bir enerji ticaret merkezi olma rolü güçlenmeli...;

Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) [CSTO | Collective Security Treaty Organization] üyeleri, Orta Asya Cumhuriyetleri, Türkiye’nin sınır komşusu Ermenistan ve yine Türkiye’nin en büyük partneri olan Rusya’dır.;

Liderler vardır ülkelerinin kaderini etkiler. Gemiler vardır dünyanın kaderini etkiler. Bu gemiler Yavuz ve Midilli adlarını verdiğimiz, Goeben ve Breslau’dur. Bu iki gemi sadece Almanya ve Osmanlı devletinin değil, Rusya’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın ve Yunanistan’ın kaderini etkilemiş ve 1. Dünya...;

Kısa süre önce Çin, Pakistan ve Taliban yönetimindeki Afganistan arasında Kuşak-Yol Girişimi’ni Afganistan’a kadar uzatan bir anlaşma yapıldı. Taliban yönetiminin Çin yatırımlarına Çin’in de bölgesel güvenlik açısından ılımlı ve söz dinleyebilecek bir Taliban yönetimine ihtiyacı var. Bu nedenle Afga...;

Bu makalem iyi niyetlerle hazırlandığına inandığım, fakat arşiv gerçekliğinden uzak kalmış, bu nedenle yanlışlar içindeki “Atatürk ve Bandırma Vapuru“ metni esas olmak üzere, bu konudaki tüm benzer anlatımları düzeltmek ve imkan yaratmak amacıyla çalışılmıştır.;

Güçlü Müslüman devletlerin istikrarsızlaştırıldığına, “Çok-uluslu Koalisyon” adı verilen kavram tarafından BM Güvenlik Konseyi’nin BM tüzüğünün yedinci bölümü altındaki rolünün ayaklar altına alındığına şahit olduk. Son Afganistan krizinde görüldüğü gibi NATO’nun bölge-dışı operasyonlarını genişlett...;

'Şok ve dehşet' doktrinini geliştiren, Atlantik Konseyi Kıdemli Danışmanı Stratejist Dr. Harlan Ullman, Harici Genel Yayın Yönetmeni Tunç Akkoç'a ABD’nin dış politikası ve Çin ile ilişkileri konularında açıklamalarda bulundu: “ABD ve Çin arasında Soğuk Savaş’tan daha tehlikeli bir rekabet yaşanacak“;

Sadece devletlerin güvenliğini önceleyen Soğuk Savaş döneminden kalma askerî tehditler üzerinde yoğunlaşan geçmişteki güvenlik anlayışından, devlet aktörünün yanında artık birey, grup ve devlet-dışı yapılanmaların da bir güvenlik tehdidi olarak katıldığı siyasi, ekonomik, toplumsal ve teknolojik ala...;

Doğu Akdeniz Programı 2023-2025

  • 17 Tem 2023 - 19 Tem 2023
  • İstanbul - Türkiye

5. Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu

  • 23 Kas 2023 - 24 Kas 2023
  • İstanbul - Türkiye

2. İstanbul Siber-Güvenlik Forumu

  • 23 Kas 2023 - 24 Kas 2023
  • İstanbul - Türkiye

7. Türkiye - Körfez Savunma ve Güvenlik Forumu

  • 23 Kas 2023 - 24 Kas 2023
  • İstanbul - Türkiye

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in hazırladığı “ABD Hegemonyasına Meydan Okuyan Çin’in Zorlu Virajı; Güney Çin Denizi” isimli stratejik raporu yayımladı.

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in hazırladığı “Küresel Rekabet Penceresinden Pasifik Adaları” isimli stratejik raporu yayımladı.

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in uzun araştırmalar sonunda hazırladığı “TEKNOLOJİK ÜRETİMDE BAĞIMSIZLIK SORUNU; NTE'LER VE ÇİPLER ÜZERİNDE KÜRESEL REKABET” isimli stratejik raporu yayımladı

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in hazırladığı “Sri Lanka’nın Çöküşüne Küresel Siyaset Çerçevesinden Bir Bakış” isimli stratejik raporu yayımladı.

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in hazırladığı “Çin-Japon Anlaşmazlığında Doğu Çin Denizi Derinlerdeki Travmalar” isimli stratejik raporu yayımladı.

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM, Dr. Cengiz Topel MERMER’in uzun araştırmalar sonunda hazırladığı “MYANMAR; Büyük Oyunun Doğu Sahnesi” isimli stratejik raporu yayımladı

İngiltere’nin II. Dünya Savaşı sonrasında Hint Altkıtası’ndan çekilmek zorunda kalması sonucunda, 1947 yılında, din temelli ayrışma zemininde kurulan Hindistan ve Pakistan, İngiltere’nin bu coğrafyadaki iki asırlık idaresinin bütün mirasını paylaştığı gibi bıraktığı sorunlu alanları da üstlenmek dur...

Devlet geleneğimizde yüksek emsalleri bulunan Meritokrasi’nin tarifi; toplumda bireylerin bilgi, bilgelik, beceri, çalışkanlık, analitik düşünce gibi yetenekleri ölçüsünde rol almalarıdır. Meritokrasi din, dil, ırk, yaş, cinsiyet gibi özelliklere bakmaksızın herkese fırsat eşitliği sunar ve başarıyı...