Su kullanımı insani bir haktır ve su kullanımında adaletin ve tarafsızlığın sağlanması yaşamsal önem taşımaktadır. Su politikalarını belirleyenlerden, bu politikaların eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine uygunluğunu da göz önünde bulundurması talep edilmektedir. Günümüzde suya erişimde eşitliğin sağlanması ve uygulanacak politikaların dezavantajlı durumda olan vatandaşların durumunu iyileştirecek biçimde düzenlenmesi yaşamsal önem taşımaktadır.
Ortadoğu su rezervleri kısıtlı ve yetersizdir. Dünya için Ortadoğu öncelikle petrol kaynağı olarak algılanırken, bölge için asıl stratejik madde ‘su’ dur. Dünya nüfusunun % 5’ini barındıran bu bölge, su kaynaklarının ancak %1’ine sahip bulunmaktadır.
Bölgedeki su sorunu bölge devletleri arasında doğrudan bir çatışmaya yol açmasa da çatışma potansiyelini arttırmakta, en azından, güvenlik algılamalarında ciddi hassasiyet yaratmaktadır.
Su kıtlığı ve su kullanımına dayalı gerginlik yaşayan ülkelerin yarısı bu bölgededir. Bölgede, su kaynaklarının yanlış kullanımı ve su israfı mevcut kaynakları her geçen gün daha da yeter siz noktalara sürüklemektedir. Bölgede yerüstü ve yer altı sularının hızla tükenmesi söz konusudur. Mevcut kaynakların kirlenmesi ve tuzluluk oranlarının artması da su sorununu daha da geniş boyutlara taşıyan diğer unsurlardır.
Ortadoğu’da, Türkiye-Suriye-Irak, Suriye-İsrail-Ürdün-Filistin, Mısır-Sudan arasında su sorunu bulunmaktadır.
Ürdün, İsrail, Filistin, Suriye ve Lübnan için hayati kaynak olan Şeria Nehri, fiilen İsrail’in kontrolünde bulunmaktadır. Ortadoğu’da su politikaları ihtiyaca göre değil, asimetrik güç dengelerine göre şekillenmektedir. Bu çalışma, Ortadoğu bölgesinde yaşanan su sorununu İsrail- Filistin perspektifinde incelemektedir. İsrail ekonomisi sınırlı kaynakların etkin kullanımına ve alt yapının iyileştirilmesine dayalı olup, İsrail için su hayati önem taşımaktadır. Ayrıca, bölgede su paylaşımı ve kullanımında İsrail’in “asimetrik güç“ üstünlüğü bulunmaktadır.
Ortadoğu su rezervleri kısıtlı ve yetersizdir. Dünya için Ortadoğu öncelikle petrol kaynağı olarak algılanırken, bölge için asıl stratejik madde sudur. Dünya nüfusunun % 5’ini barındıran bu bölge, su kaynaklarının ancak %1’ine sahip bulunmaktadır.
Bölgedeki su sorunu bölge devletleri arasında doğrudan bir çatışmaya yol açmasa da çatışma potansiyelini arttırmakta, en azından, güvenlik algılamalarında ciddi hassasiyet yaratmaktadır.
Ortadoğu’da, Türkiye-Suriye-Irak, Suriye-İsrail-Ürdün-Filistin, Mısır-Sudan arasında su sorunu bulunmaktadır.
Bu çalışma; İsrail’in kontrolünde bulunan ve Ürdün, İsrail, Filistin, Suriye ve Lübnan için de hayati öneme sahip olan Şeria Nehri de dâhil olmak üzere Filistin - İsrail su rezerv ve kullanımını analiz ederek İsrail’in su politikalarını ortaya koymayı hedeflemektedir.
Ortadoğu’da su politikaları ihtiyaca göre değil, asimetrik güç dengelerine göre belirlemesine dikkat çekilen çalışmada su sorununu İsrail-Filistin perspektifinde incelemektedir. Ayrıca; İsrail ekonomisi sınırlı kaynakların etkin kullanımına ve alt yapının iyileştirilmesin de su kullanım pratiğine dikkat çekilmektedir. Yine, bölgede su paylaşımı ve kullanımında İsrail’in ‘asimetrik güç’ üstünlüğünün altı çizilmektedir.
Suyun Önemi
Bedendeki su miktarının %20 eksilmesi ise ölümle sonuçlanmaktadır. İnsan besin almadan günlerce yaşayabilmesine karşın su içmeden ancak birkaç gün yaşayabilmekte, bu süre de bireyin içinde bulunduğu çevre koşullarına bağlı kalmaktadır. İnsan besinlerle aldığı enerjinin harcanmayan kısmını depo edebilmesine karşın, su depolama yeteneğine sahip değildir. Bu nedenle, yaşamın gereği olarak yitirdiği suyu anında karşılamak zorundadır (Baysal, 2011).
Su, dünya üzerinde yaşam döngüsünün de kilit noktasıdır. Dünya nüfusunun artması, sanayinin gelişmesi ve artan şehirleşme ile beraber artan atıklar, doğal kaynaklar üzerinde baskı yaratmaktadır. Özellikle, karbon salınımının artması ile dünya ikliminde önemli değişiklikler meydana gelmektedir. Yüzyılımızın en büyük çevre sorunu olarak nitelendirilen iklim değişikliği de su kaynaklarını ve canlı yaşamını etkileyen en önemli etkendir (ORSAM Su Araştırmaları Programı Raporu No: 47, 2011: s: 10).
Günümüzde su sorunu uluslararası bir görünüme ulaşmışken, giderek artan tatlı su ihtiyacının nasıl karşılanması gerektiği konusunda yoğun çaba harcanmaktadır. Tatlı su; insan yaşamı, insanların ve ekosistemlerin sağlığı, yoksulluğu sona erdirme, sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme, politik ve sosyal denge için mutlaka gerekli olan tükenebilir bir kaynaktır. Hali hazırda, 800 milyon insan güvenli içme suyu kaynaklarına ulaşamamakta; 2,5 milyar insan ise yeterli arındırmadan yoksun su kaynaklarına sahip bulunmaktadır (Dünya Su Forumu Bülteni, 2009: s.5).
Tablo 1: Dünya Ölçeğinde Suya İlişkin Göstergeler
Su Kaynağı | Kilometreküp olarak ifade edilen su hacmi | Tatlı Suya Oranı (%) | Toplam Suya Oranı (%) |
Toplam Su | 1.386.000.000 | - | 100 |
Toplam Tatlı Su | 35.030.000 | 100 | 2,5 |
Akarsular | 2.120 | 0,006 | 0,0002 |
Göller | 102.500 | 0,29 | 0,0008 |
Dünya üzerinde tatlı su kaynakları çok sınırlı olup, kullanılabilir su kaynakları da dengesiz bir dağılıma sahiptir. “Falkenmark su stres indisi“ adı verilen göstergeye göre, bir ülkede kişi başına yıllık su arzı 1.700 m³’ün altında ise o ülkede su kıtlığı var demektir. Eğer, su arzı bu miktarın üzerinde ise su kıtlığı çok nadirdir veya bu problem sadece birkaç küçük alanda görülmektedir.
Su arzı kişi başına yılda 1.700 m³’ün altında olan bir ülke ise mevsimlik veya sürekli su stresi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Yapılan araştırmalarda görülmüştür ki; su arzı 1.000 m³’ün altına düşerse insanın yaşam koşullarında kötüleşme ve su kıtlığı baş göstermektedir. Eğer, su arzı 500 m³’ün altına düşerse insan yaşamında ciddi sıkıntılar ortaya çıkmakta ve bu mutlak su kıtlığı olarak değerlendirilmektedir (Falkenmark vd, 1989: s.33).
Tablo 2: Geleneksel Yönteme Göre Tatlı Su Dağılımı: Yılda Kişi Başına Düşen Su Miktarı (m³)
ÜLKELER | 2006 | 2023 |
Su zengini ülkeler Kanada, ABD, Kuzey ve Batı Avrupa ülkeleri) |
10.000 |
8.000 |
Irak | 2.110 | 1.000 |
Türkiye | 1.600 | 1.000 |
Suriye | 1.420 | 1.000 |
İsrail | 300 | 172 |
Ürdün | 250 | 93 |
Filistin | 100 | 43 |
Ortadoğu’da Su Sorunu
İsrail’in Su Sorunu
Bölgenin fiziki coğrafyası ve yıllık ortalama yağış miktarı İsrail, Ürdün ve Filistin’in su kaynaklarının düzeyini etkileyen başlıca faktörler olmaktadır. Düşen kar ve yağmur miktarındaki düşüşün yıllar boyunca devam etmesi, su krizinin bölge için kaçınılmaz olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, suyun görece bol olduğu İsrail’in kuzey bölgesinden güney bölgesine transferi suyun kullanımının etkin planlanması çerçevesinde gerekli olmaktadır. Bu çerçevede, İsrail tarafından 1950’li yıllarda inşa edilen Merkez Su Taşıyıcısı, 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaktadır. Projenin temel amacını, suyun kuzeydeki Galilee gölünden su kıtlığını yaşandığı güney bölgelerine taşınarak İsrail genelinde su arz ve talebini eşitlemek ve suya ilişkin spekülatif hareketlerin önüne geçmek oluşturmuştur. Ayrıca, benzer bir proje Ürdün’de de hayata geçirilmiş, Yarmuk Irmağından Kral Abdullah kanalı ile kuzeye su transfer edilmiştir (Beyth, 2001: pp.171-174).
Su Sorununun Zemini
Bölgedeki en önemli tatlı su kaynaklarından birisi olan Ürdün Nehri’nin senelik kapasitesi 1.300 milyon m3 olarak tahmin edilmektedir. Uluslararası sular kapsamındaki bu havzada kullanım hakkı olan ülkeler Suriye, Ürdün, İsrail, Lübnan ve işgal altındaki Filistin toprakları olarak listelemektedir. Ürdün Nehri dışında, yeraltı su havzaları da bölgedeki yaşamın devam etmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu yeraltı suları, kanal sistemleriyle köy ve şehirlere dağıtılmaktadır. Tarihi Filistin topraklarında bulunan Batı Şeria ve Kıyı yeraltı havzaları da uluslararası sular olarak kabul edilmektedir. Uluslararası su statüsünün önemi, bu kaynakların uluslararası su anlaşmaları ve kararnamelerine tabi olmasından ileri gelmektedir. Çünkü bu anlaşmalar havza ülkelerinin tek taraflı olarak suyun yönünü değiştirmesini yasaklanmaktadır. Fakat bu yasak, başta bölgedeki en büyük su tüketicisi İsrail olmak üzere, havzadaki birçok ülke tarafından sayısız kez ihlal edilmiştir.
İsrail’in yararlanabileceği diğer su kaynakları ise Necef Çölü altındaki 120 ile 240 yıllık tüketimi karşılayabilecek fosil su yatakları ve Akdeniz kıyısındaki tuzlu su arıtma tesisleridir. Fosil suyun yenilenebilir olmaması ve tuzlu su arıtma işleminin de pahalı olması sebebiyle İsrail, su rezervi hesaplamalarına bu iki alternatifi dâhil etmemektedir. Bunun yerine, su kaynaklarının %60’ını işgal altındaki Filistin topraklarından sağlamaktadır. Bu durum, zaten sıkıntılı olan su sorununa ihtilaf boyutunu eklemektedir. Mevcut doğal su kıtlığı göz önüne alındığında, İsrail’in Filistin topraklarını işgal altında tutması, Ortadoğu’nun hayat kaynağı su rezervlerini kontrol etme stratejisiyle açıklanabilir. Burada verilmek istenen mesaj, İsrail’in işgal politikasının yalnızca suya dayalı olduğu değildir, İsrail’in iç ve dış politika denklemlerinde diğer faktörlerin yanında suyun da önemli bir yere sahip olduğudur (Kutsal, 2009: ss:90-91).
İsrail-Filistin Çatışmasında Suyun Rolü
Bu talep, önemli su kaynaklarının Filistin mandasına, sonrasında da Yahudi devletine dahil edilmesi yönündeydi. Siyonist liderlerin henüz kurulmamış devletlerinin sınırlarını su havzalarına göre çizmesi, Yahudi devletinin varlığının ancak su kaynaklarını kontrol edebilmesiyle mümkün olacağının göstergesidir. Niekim Yahudi liderler, taleplerinin İngiliz ve Fransızlar tarafından reddedilmesi ve Hitlerin 1933’te Almanya’da gücü ele geçirmesinden sonra hızlanan Yahudi göçleri sonucu bölgede nüfusun oldukça artmasıyla acil hale gelen su kıtlığı problemini çözmek için uluslararası anlaşmaları ihlal eden bir projeyi hayata geçirmişlerdir. Lowdermilk Planı (1944) Ürdün Nehri’nin sularının yönünün tek taraflı olarak değiştirilip havza dışına çıkarılmasını, Yahudi yerleşimlerine su sağlanmasını ve Necef Çölü’nün sulanarak tarıma uygun hale getirilmesini öngörüyordu. 1953’te yapımına başlanan, İsrail ile Arap komşuları arasında çatışmalara sebebiyet veren, günümüzde halen çalışmakta olan İsrail Ulusal Su Taşıyıcısı Lowdermilk planı doğrultusunda yapılandırıldı. İsrail, dev boru hatları, açık kanallar, yer altı tünelleri ve pompalama istasyonlarından oluşan bu 130 kilometrelik Taşıyıcı ile ülkenin kuzeyindeki su kaynaklarını güneydeki tarım arazileriyle buluşturmuştur (Kutsal, 2009:s:91).
1947’de Birleşmiş Milletlerin 181 sayılı Kararnamesi, Filistin topraklarını Filistinliler ve Yahudiler arasında 44/56 oranında paylaştırmıştır. İsrail Devleti’nin kurulması için verilen topraklar bölgedeki en önemli su kaynaklarından olan Ürdün Nehri’nin bir kısmını ve Tiberias Gölü’nü kapsamaktadır. 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi ve tanınmasıyla Filistinliler için durum daha da kötüleşmiştir. İsrail, çıkardığı yasalarla su kaynaklarının çok büyük bir bölümünü Yahudi nüfusa tahsis etmiştir. Bu nedenle öncelikle nüfus azaltma politikasına hız vererek, yaklaşık 750.000 Filistinliyi göçe zorlayarak su tüketimini azaltmıştır. Ardından ‘Temel Yasalar’ olarak adlandırdığı yasal düzenleme paketini kabul etmiştir. Bu paketle atılan ilk adım, iki sınıflı vatandaşlık sisteminin uygulanmasıdır.
Yahudi olmayan nüfusa İsrail vatandaşlığı, Yahudi nüfusa ise, Yahudi vatandaşlığı verilmiştir. İkinci adım olarak Statü Yasası (1952) İsrail hükümetiyle, birçok ulusal örgüt arasında yalnızca Yahudi uyruklu vatandaşlara hizmet edecek bir işbirliği ağı kurmuştur. Dünya Siyonist Organizasyonu ve Yahudi Ulusal Fonu gibi ülkedeki su kaynaklarının ve altyapısının büyük bölümünü kontrol eden örgütler, bu yasa kapsamında Yahudi uyruklu olmayan vatandaşlara hizmet sunmamaktadır. Böylece, İsrail’de yaşayan Filistinlilerin su hakları büyük ölçüde kısıtlanmakta hatta yok edilmektedir (Kutsal, 2009:ss:91-92).
1950’de Geri Dönüş Yasası’nın kabulü ile birlikte, İsrail’e göç eden Yahudi nüfusta bir patlama yaşanmıştır. Bu patlama ile kentleşme hız kazanmış ve su tüketimi artmıştır. Bu sürecin sonunda İsrail’in çözümü Ulusal Su Taşıyıcısı olmuştur. Ürdün Nehri Havzası’nda her türlü yön değiştirme eğilimi ‘sıfır toplamlı oyun’ çerçevesinde değerlendirildiğinden (bir ülkenin daha çok su alabilmesi diğerlerinin daha az alması anlamına gelmektedir), Arap ülkeleri önce kendi su taşıyıcı projelerini başlatarak ardından da askeri güç kullanarak İsrail’in bu planına tepki göstermiştir. 1964–67 yıllarında İsrail ile Arap komşuları, özellikle Suriye, arasında çıkan küçük çaplı askeri çatışmalar 1967 yılında Altı Gün Savaşı olarak patladı. Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı savaşan İsrail savaştan muzaffer ayrılan taraf olmuştur. Ariel Sharon’un savaş hakkındaki yorumu, hidropolitiğin bölgedeki barış ve istikrar açısından önemini yansıtmaktadır: “Savaş [1967’den] iki buçuk sene önce, İsrail’in Ürdün Nehri’nin yönünün değiştirilmesine karşı hareket etmeye karar verdiği gün başlamıştı.“ Dolatyar (1995).
İsrail Batı Şeria, Golan Tepeleri, Gazze Şeridi ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmiştir. 1978’de Sina Yarımadası’nı Mısır’a geri vermiş ancak işgal ettiği diğer topraklar İsrail hidro stratejisi açısından geri verilemeyecek kadar önemlidir, çünkü tarihi Filistin’in tüm su kaynakları bu topraklarda yatmaktadır. Golan Tepeleri’nden geçen Yarmuk ve Banyas nehirleri ile Tiberya Gölü, İsrail’in yıllık su tüketiminin yaklaşık %25’ini karşılamaktadır. Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki yer altı su havzaları ve tekeline aldığı Yukarı Ürdün suları da, İsrail için hayati önem taşımaktadır. Bu sebeple İsrail, işgal bölgelerindeki tüm su kaynaklarını ulusallaştırmış, Filistin kanal sistemlerini kendisininkine bağlamış, tüm sulama ve yeni kuyu açma işlemlerini İsrail askeri otoritelerinden alınacak izne bağlamış ve tüm Filistinlilerin mevcut kuyulara erişimini yasaklamıştır. İşgal öncesi dikilmiş meyve ağaçları sökülerek yeni ağaç dikilmesi İsrail işgal kuvvetlerinin iznine tabi kılınmıştır (Kutsal, 2009:s:92).
Soğuk Savaş’ın bitmesiyle, uluslararası camia 1991’de başlatılan Madrid Barış Görüşmeleri ile Ortadoğu’da barış için umutları yeşertmektedir. Bu barış sürecinde su, görüşmelerin ana başlıklarından biriydi. Filistin Ulusal Yönetimi ile İsrail arasında imzalanan 1995 yılındaki Geçici Anlaşma ile su konusunda önemli sayılabilecek gelişmeler olmuştur. İki taraf arasında, oybirliği ilkesine dayanarak karar alacak olan Ortak Su Komitesi kurulmuştur. Bu komite, siyasi meseleler ve İsrail’in Filistin’den gelen su projesi tekliflerini çoğunlukla reddetmesi nedeniyle Filistinlileri tatmin etme konusunda başarılı olamamıştır. Bunun yanında; fon yetersizliği, İntifada olayları ve İsrail’de aşırı milliyetçi Likud Partisi’nin başa gelmesi de Ortak Su Komitesi’ni etkisiz kılmıştır. Filistin Su Yönetimi, Filistinliler için su kaynağı geliştirmek ve dağıtımı sağlamak amacıyla 1996’da kurulmuştur. Filistin Yönetimi’nin 2002’de kabul ettiği Su Yasası, suyu bir insan hakkı olarak tanımlamakta ve işgal altındaki bölgelerde yaşayan her- kes için eşitlikçi ve sürdürülebilir su dağıtımını savunmaktadır. Ancak tahmin edilebileceği üzere, bu yasanın uygulanması Filistin Yönetimi’nin askeri, siyasi ve ekonomik gücünün yetersizliği sebebiyle şimdiye dek mümkün olmamıştır (Kutsal, 2009,s:93).
İsrail’in Filistinliler üzerinde uyguladığı su politikası, 2000’li yıllarda da devam etmektedir. 2005 verilerine göre, İsrail’deki kişi başı su tüketimi işgal bölgelerinin 7 katıdır. Dağıtımdaki bu dengesizlik İsrail’in yapımına devam ettiği Batı Şeria’yı çevreleyen Duvar ile daha da yıkıcı hale gelmektedir. Duvar’ın sulama yapılabilen birçok tarım alanı ve su kaynağını İsrail tarafında bıraktığı Birleşmiş Milletler tarafından raporlanmıştır. İsrail’de su ile ilgili istatistiksel bilgilere ulaşım sınırlı olup özel izin gerektirmektedir. Bu durum, Ortak Su Komitesi’nin çalışmasını zorlaştırdığı gibi barış görüşmelerinde de tıkanıklıklara yol açmaktadır. Buradan yola çıkarak, İsrail’in su konusundaki mevcut statükoyu değiştirmek için çabaladığını söylemek pek de mümkün görülmemektedir. İsrail’in Barak ve Sharon’un başbakanlık dönemlerinde barış görüşmelerinde gündeme getirdiği su ile ilgili şartlar da bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Filistin Devleti’nin var olması için koyulan önkoşullar içinde Filistin’in tüm su kaynaklarının egemenliği ve Filistinlilerin su çıkarma haklarının düzenlenmesinin İsrail’in kontrolünde olması; Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki su rezervlerinin İsrail sınırları içinde tüketilmesi birer madde olarak yer almıştır. Bu şartlar Madrid ve Oslo anlaşmalarının ihlalini gerektirmektedir ve bu koşullar altında Filistin Devleti’nin varlığından ya da bağımsızlığından söz edilemeyeceği çok açıktır. Aynı şekilde, Filistin’in su kaynakları olmadan İsrail’in bugünkü varlığını sürdürebilmesi de neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple, mevcut durum İsrail tarafından bozulmayacaktır (Kutsal, 2009:ss:93-94).
Ulusal Politikalarda Su Söylemi
Su politikasının 1959’da kurumsallaşmasıyla, kolektif organize tarım sektörü, İsrail’de su kullanımı konusundaki karar verme gücünü artırmıştır. İsrail Tarım Bakanlığı altında (1966’dan beri Altyapı Bakanlığı bünyesinde) Su Komisyonu kurulmuş ve böylece ulusal su şirketlerinden Mekorot su politikasının belirlenmesine katkıda bulunmaya başlamıştır. 1990 yılına kadar Tarım Bakanı ve Su Komisyonu Başkanı hep kolektif tarım sektöründen seçilmiştir. Ayrıca, Su Yasası ile su kaynaklarının kontrolü tamamen ulusal yönetimin eline verilmiş yerel ve bölgesel otoriteler saf dışı bırakılmıştır. Bu sayede mevcut tarım yanlısı, saldırgan su rejimi merkezileştirilmiştir. 1990’ların başına kadar ne kentli ne de çevreci gruplar seslerini yeterince duyuramamıştır. Özellikle, Altı Gün Savaşı’nda tarihi Filistin’in çok geniş su kaynaklarının kontrol atına alınmasıyla su, kamu gündeminden uzaklaştırılmıştır. Su Komisyonu tarafından alınan kararlar halka duyurulmamıştır. İsrail’in su kıtlığı endişesi, işgal edilen topraklar sayesinde çözülmüştür. Tabi bu çözüm dâhilinde birçok uluslararası anlaşma ve sözleşme de ihlal edilecektir. 1977’de kent merkezli Likud Partisi’nin, kırsal merkezli İşçi Partisi’ne seçimlerde üstün gelmesi üzerine İsrail, bir pazar ekonomisi olma yolunda ilerlemeye başlamıştır. Bu ilerleme doğrultusunda devlet eliyle gereksiz derecede finanse edilen bir tarım sektörü kabul edilemezdi. 1980’lerin ortasında aktifleşen pazar mekanizmaları kırsal kooperatif sektörünün borç kriziyle birleşince, ulusal kalkınma ve güvenlik kavramları ile tarım ve su kaynakları arasındaki bağ zayıflamıştır. İsrail Doğasını Koruma Topluluğu ve benzeri sivil toplum örgütleri kanalıyla seslerini duyurmaya başlayan çevreci gruplar, kent merkezli Likud’un iktidarda olmasının da etkisiyle, kamuoyunda asker-tarım sektörü koalisyonunun söylemlerinden farklı görüşler oluşmasına yardımcı olmuştur (Kutsal, 2009: s:95).
1990’ların başında yaşanan kuraklık, suyun yeniden gündeme oturmasına sebep olmuştur. Krizin sebebi suyun yalnızca miktarı değil aynı zamanda kalitesinin de düşmesiydi. Bu tarihlerde yazılan en önemli iki rapor Devlet Denetleme (1990) ve Mühendis-Ekonomist (1995) raporlarıdır. Bu iki raporda da, su kullanımında verimliliğin arttırılması gerektiği ve bunun için tarım sektörüne aktarılan yüksek ödeneklerin kesilmesi yoluna gidilmesi önerilmiştir. Tarım Bakanlığı’nın çıkarları ve görüşleriyle çatışan bu iki rapor kısa süreli ve baştan savma bir şekilde uygulandıktan sonra rafa kaldırılmıştır (Kutsal,2009: s:95).
Su paylaşımında dengeleri etkilemesi beklenen diğer bir taraf ise Filistin Yönetimi’dir. Filistin Yönetimi’nin su politikasının, ihtilafın başından beri çok da değişmediğini söylemek mümkündür. Filistin su söylemlerini özetleyecek en iyi örneklerden birisi, Ürdün Havzası’nda su paylaşımını belirleyecek olan ve ABD tarafından sunulan Johnston Planı hakkındaki Arap Ligi Konseyi açıklamasıdır (1955): “Bu plan emperyalistlerin ve Siyonistlerin, Arap vatanının kalbinde toprak genişletme olarak belirlenen hedeflerinin ekonomik çıkarlar kisvesi altında gerçekleştirilmesi için atılmış bir adımdır.“ Stein (1999).
Filistinlilerin bu tek düze görüşü, yaklaşık bir yüzyıldır Batılı güçlere ve İsrail’e karşı kendi kaderini belirleme ve topraklarını kontrol etme uğruna verdikleri savaştan ileri gelmektedir. Fakat su ile ilgili tüm sorunlar için İsrail’i suçlayan Filistin bakış açısıyla realite arasında çok büyük farklılıklar vardır. Filistinli nüfus içindeki gruplar arası çatışmalar, su hatlarına zarar vermekte ve su kaynaklarını kirletmektedir. Fakat bu gerçek, Filistin Yönetimi tarafından su sorunu tanımlanırken ve çözüm üretilirken göz ardı edilmektedir. Gerçekçi bakış açılarına dayanmayan bu gibi politikalar, İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarındaki hâkimiyetini güçlendirmekte ve geri çekilmesi için bir sebep vermemektedir (Kutsal, 2009: ss:96-97).
İsrail’in Su Politikası
Su tahsis ve kullanımına ilişkin mevcut hukuki ve teknolojik altyapı hem içinde bulunulan dönemde hem de gelecek dönemdeki su tahsis ve kullanımı için önem taşımaktadır. Özellikle de teknolojik alt yapının iyileştirilmesinde sınırlı kamu fonları göz önünde bulundurulduğunda; “hangi projeler inşa edilmelidir“, “bu projeler nasıl boyutlandırılmalıdır“ ve “bu projeleri kim ödemelidir“, gibi sorulara verilecek cevaplar belirleyici olmaktadır. Bu noktada, farklı amaçlar doğrultusunda sürdürülebilir su tüketiminin sağlanması da önem taşımaktadır. Bunun için de, aşağıda belirtilen hususlar dikkate alınmakta ve gelecek dönemlerde karşılaşılabilecek sorunların ortaya konulması ve analiz edilmesi önem taşımaktadır (Griffin, 2006: pp.1-5).
- Nüfus artışı ve bunun beraberinde artan su talebi su kıtlığına neden olmaktadır. Bu noktada, su kaynaklarına ilişkin yeni su politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir.
- Ekonomik aktivitedeki artış su talebini artıran bir faktördür.
- Çevre ve doğal kaynakların korunmasına yönelik eğilimler artmaktadır. Bu doğrultuda, suyun kirletilmemiş kalması önem taşımaktadır.
- Yeraltı suyunun tükenmesi gibi nedenlerle su arzının artmasını engelleyen nedenler bulunmaktadır.
- Küresel ısınma su talebini arttırmaktadır.
- İçme suyu kalitesi ve güvenliği ile ilgili kamu sağlığı kaygıları su ve atık su arıtma işlemleri maliyetlerini arttırmaya devam etmektedir. Dolayısıyla artan maliyetler suyun fiyatını da yükseltmektedir.
- Tükenebilen fosil yakıt kullanımının artmasından dolayı enerji fiyatları artacaktır. Fiyatlar artışları dikkate alınarak yenilenebilir enerji seçenekleri teşvik edilmelidir.
Su hesapları aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilecek biçimde derlenmektedir (Marie–Lange & Hassan, 2006:p.2):
- Su kullanımı ve suyun elverişliliği için ekonomik büyümenin ve nüfus artış verilerinin sonuçları,
- Ekonomik faaliyetlerin yeraltı sularına etkisi, su kirliliği ya da biyolojik çeşitlilik kaybı gibi belirli çevresel problemlere katkısı,
- Uygulanan su politikası önlemlerinin ekonomik sonuçları.
İsrail ve tüm Ortadoğu’da su kıtlığını nedeniyle, su kaynaklarının yönetilmesi, üretilme, dağıtılma, geliştirilme, fiyatlandırma ve benzeri işlemler için hükümet müdahalesine gidilmiştir. Suyun tahsis edilmesinde niceliğin, niteliğin ve fiyatın belirlenmesi büyük bir zorunluluktur. Su kaynaklarına zarar vermeden hem kurak hem de yağışlı yıllarda tüm ihtiyaçları karşılayacak miktarlarda tüketim için su arzındaki değişiklikler takip edilmektedir. Çeşitli kullanımlar (tarımsal, endüstriyel ve hane halkı) için Ortadoğu bölgesindeki suyun elverişlilik durumu, hızlı bir şekilde sorun halini almaktadır İsrail Tabi Kaynaklar Bakanlığı Su Komisyonu, 2002:p.6). Bu nedenle, potansiyel arz eksikliklerinin şiddetinin doğru bir şekilde ölçülmesinde, toplam tüketim eğilimlerinin niceliksel değerlendirmesine dikkat edilmektedir. Bu noktada, İsrail ekonomisine yönelik ekonometri modellemeler bu amaca yönelik kullanılmaktadır.
İsrail’de su kıtlığı problemi son yıllarda farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır;
- Artmış olan su kullanımı maliyeti,
- Su kaynaklarına erişim için yoğunlaşan rekabet,
- Su eksikliği nedeniyle ortaya çıkan bulaşıcı hastalıklar.
İsrail’de hükümet, 400 milyon m3 deniz suyunun tuzunun giderilmesi, geri dönüştürülmüş atık su için tesislerin geliştirilmesi, ulusal sisteme özel kuyuların bağlanması ve benzeri amaçlar için önemli bütçeler tahsis etmiştir. Bu noktada, hane halkının kullanımı için su birinci önceliği almakta, endüstriyel kullanım için su ikinci önceliği almakta ve tarım için su arzı üçüncü önceliği almaktadır. Kullandığı suyun kalitesi ve miktarı ile ilgili esnekliğinden dolayı, tarıma su kıtlığı dönemlerinde daha az su tahsis edilmektedir (İsrail Tabi Kaynaklar Bakanlığı Su Komisyonu, 2002: p.6).
2010 yılında, 2.162,2 milyon m3’e olması beklenen toplan su kullanımının 1.359,2 milyon m3’ü tarım (%63), 147,2 milyon m3’ü sanayi (%7) ve 794,1 milyon m3’ü hane halkı (%30) tarafından paylaşılmıştır. 2001 yılında, Mekorot (İsrail Kamu Su Kurumu) tarafından su kalitesinin tanımında yapılan değişikliğe bağlı olarak, tatlı su tüketimi düşmekte ve tuzlu su tüketimi ise artmaktadır. İsrail’de 2001 yılından bugüne kadar tuzlu su tüketimi önemli ölçüde artmıştır. Öte yandan, su İsrail ve Ürdün arasında imzalanan Barış Anlaşması’nda önemli bir yere sahip olmuştur. Süregelen doğrudan ve dolaylı müzakerelerden sonra; su tahsisi ve dağıtım yöntemi için, yeni su kaynaklarının geliştirilmesi ve mevcut ortak kaynakların korunması için anlaşmada çeşitli kurallar formüle edilmiştir. Ürdün Krallığı ve İsrail Devleti arasında imzalanan Barış Anlaşması aşağıdaki temel bazı tespitleri yansıtmaktadır (İsrail Tabi Kaynaklar Bakanlığı Su Komisyonu, 2002: pp.6-7):
- Her iki taraf da tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar suya sahip değildir.
- Bu taraflar arasındaki anlaşmanın ve karşılıklı taahhütlerin amacı yasal ya da soyut ilkelere ya da ideolojilere dayanmayan, pratik ve üzerinde anlaşmaya varılmış çözümlere öncülük etmektir.
- Mevcut kullanımların muhafaza edilmeleri ve iyileştirilmesi yanında Ürdün Krallığı’na sınırlı miktarda su katılacak ayrıca Arava’da İsrail tarafından suyun daha fazla kullanılması ile gelecekte işbirliği tesis edilecektir.
Tablo 5: Toplam Su Kullanımı (milyon m3)
Yıllar |
Filistin Yönetimi | Ürdün Krallığı |
Yurtiçi Tüketim/ İsrail |
Sanayi/ İsrail | Tarım/ İsrail |
1996 | 30,8 | 31,6 | 604,0 | 124,4 | 1284,3 |
1997 | 34,8 | 49,0 | 621,2 | 122,8 | 1263,8 |
1998 | 37,2 | 59,0 | 671,7 | 129,2 | 1364,9 |
1999 | 40,2 | 44,5 | 681,8 | 126,5 | 1264,6 |
2000 | 39,9 | 54,2 | 662,1 | 124,2 | 1137,4 |
2001 | 39,3 | 46,1 | 658,4 | 120,1 | 1021,9 |
Ürdün Krallığı ile imzalanan Barış Anlaşması’nın ve daha sonra yapılan anlaşmaların bir parçası olarak, İsrail yaklaşık olarak Ürdün Krallığı’na 50 milyon m3 su arz etmektedir. Bu suyu, İsrail kış mevsiminde pompalamakta ve yaz mevsiminde Ürdün’e arz etmektedir. Gazze ve Eriha anlaşması da dâhil olmak üzere Filistinliler ile varılan ara anlaşmaların bir parçası olarak, 2001 rakamlarına göre İsrail, Judea ve Samaria’daki Filistin Yönetimine yaklaşık olarak 34 milyon m3 su ve Gazze’deki Filistin Yönetimi’ne yaklaşık olarak 5 milyon m3 su arz etmektedir. Filistinlilere su arzı, su konusunun anlaşmazlık dışı tutulduğu taraflar arasındaki mutabakat ve anlaşma temelinde, her zaman olduğu gibi devam etmektedir (İsrail Tabi Kaynaklar Bakanlığı Su Komisyonu, 2002:p.7).
İsrail’in Su Kaynakları ve Kullanımı
Kıyı Su Havzası
Dağ Su Havzası
Kinneret Su Havzası
Diğer Su Kaynakları
2010 yılında, 1.710,9 milyon m3 olması beklenen toplam su üretiminin 1.049,2 milyon m3’ünün yer altı (%60), 696,3 milyon m3’ünün ise yer üstü (%40) suları tarafından gerçekleştirilmesi beklenmektedir.
Sonuç
İsrail Tarım Bakanlığı eski bürokratlarından Meir Ben Meir, su nedeniyle yükselen tansiyonun muhtemel sonucunu şöyle ifade etmiştir: “Su, saatli bir bombadır ve bölge halkları su kıtlığı sorunu için ortak bir çözümü görüşmeye yanaşmazlarsa, savaş kaçınılmazdır.“ İsrail Hayfa Üniversitesi’nden Prof. Armon Sofer de 1990’da verdiği bir demeçte “Ortadoğu’da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak“ demiştir.
İsrailli yetkililer buna benzer daha pek çok demecinde “Su savaş sebebidir“ söylemini yenilemiştir. 1951-1967 yılları arasındaki yüzlerce küçük çatışmanın ardından, Şeria Nehri, 1967 Savaşı’nın önemli bir nedeni olarak görülmektedir. İsrail generali Moşe Dayan, 1974’te “İsrail için su o kadar önemlidir ki biz, 1967’de Araplarla savaşa biraz da su kaynaklarını kontrol altına alabilmek için girdik“ diyerek bu durumu çok açık bir biçim- de dile getirmiştir.
İsrail’in su konusunda savaşmayı göze alacak kadar net tavır ortaya koymasının en önemli sebebi kuşkusuz bölgede yaşanan su kıtlığıdır. Su sorunu çözülmeden yaşamsal alanın genişletilmesinin hiçbir anlam taşımaması İsrail’in bölgedeki tavrının da sınırlarını belirlemiştir. Bu sınır, geçmişte olduğu gibi gelecekte de en önemli karar noktası olup İsrail’in su konusunda hiçbir taviz vermeyeceğini de açıkça göstermektedir.
Şimdi sorulması gereken soru; bölgedeki gelişme ve büyümenin su potansiyelinde yaratacağı artış oranı ve bu artışın nasıl karşılanacağıdır. Bu noktada İsrail’in su ihtiyacını karşılamada mevcut su potansiyeli uzun vadede yeterli olacak mıdır? Yeterli olmaması durumunda suyu nereden karşılayacaktır? En önemli soru ise; su ihtiyacı yeni bir savaşa sebep olacak mıdır?
Bu soruların cevaplandırılmasında, İsrail’in su kullanımı ile ilgili bilgiler ve tahminler haliyle çok önem taşımaktadır. Eğer ülkenin gelecekteki su tüketimi ciddi boyutta artacaksa, siyasi karar alma mekanizmasının alınacak kararlarda bunu göz ardı etmek bir yana ‘’su temelli’’ kararlar alması dışında bir seçeneğinin bulunmadığı kolayca anlaşılmaktadır.
İsrail’in su potansiyeli, su kullanımında mevcut yer altı ve yerüstü rezervlerinin optimum seviyede kullanılmasını zorunlu kılmaktadır ve İsrail bu konuda oldukça başarılıdır. Ancak, bu durum aynı zamanda İsrail’in geçmişte işgal ettiği su alanlarını dolayısıyla toprakları gözden çıkaramayacağı anlamına da gelmektedir. Bu görüşü destekleyen en önemli unsur, işgal edilmiş topraklarda yeni yerleşim alanları açılması ve mevcutların genişletilmesi politikalarının uygulanmasıdır.
Şu kesindir ki; işgal altında olan su kaynaklarının, ekonomik kalkınma, devletin varlığı ve devamlılığı açısından taşıdığı büyük önem, İsrail’i bu toprakları geri vermekten alıkoyan en önemli sebeptir. Bu durum, İsrail’in Filistin Devleti’nin oluşumu konusunda ortaya koyduğu tavır ve şartlarda da açıkça gözükmektedir. İsrail bölgedeki su alanlarını kontrol etmektedir ve bu durum aynı zamanda suyun İsrail tarafından siyasi ve psikolojik baskı aracı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Şu rahatlıkla söylenebilir ki; İsrail’de su kaynaklarına yüklenen anlam ekonomik olmaktan çıkarak; ideolojik ve güvenlik boyutlarında değerlendirilmektedir. Bu geçişte Siyonizm’in tarıma yüklediği önem su kaynaklarına hayati değer kazandırmış bu ise suyu ulusal güvenlik meselesi haline getirmiştir. Günümüzde de, su planlaması ve dağıtımı konusunda asker-tarım sektörü işbirliği belirleyici görünmektedir.
İsrail politikasında radikal milliyetçi unsurların etkinliği, yürütülen su politikalarında da kendini göstermektedir. İsrail halkının tarım sektörüne ve kendi kendine yetme politikasına verdiği önem, radikal unsurların işgal altındaki Filistin topraklarındaki sert tutumuna önemli dayanak oluşturmaktadır.
Ortadoğu’da yaşanan su kıtlığının yeni bir savaşa zemin hazırlamaması için önerilecek en doğru çözüm kuşkusuz, ilgili ülkelerin bir araya gelerek kıt kaynakların insanca bir temelde ortak paylaşıma sokulmasıdır. Aksi takdirde su temelli çıkacak her savaş sonu gelmeyen süreçlerin de temelini oluşturacaktır. Suyun bir insan hakkı olması dolayısıyla su politikalarının adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi olmalıdır. Ayrıca bu çerçeve, hem soruna taraf olan ülkelerce hem de uluslararası anlaşmalarca güvence altına alınmalıdır.