İsrail ve Filistin’e en son 2018 in başında gittiğimde, “İki devletli çözüm“ tartışmaları her iki kesim için de sona ermiş gibiydi. Arazi bölüşümünden kaynaklanan zorluklar dışında Filistin hâlâ birbiri ile birleşemeyen iki parça. Ayrıca Filistinliler için kendi aralarındaki barışın önünde ideolojik engeller var. Ama bence devlet kurma düşüncesinin yarattığı psikolojik yük kadar hâlâ temel kurumsal kapasiteyi yeterince oluşturamamış olmanın verdiği öz güven kaybı, iki devletli çözümü, uzak bir hayal hâline getirmiş. Filistinliler bunun vebalini, İsrail ve kendilerine yeterince destek vermeyen dünyaya yüklüyor. Bunda kısmen haklı olabilirler. Ama bağımsızlık verilmez, alınır. Bunu hâlâ anlayamadılarsa, bundan sonra anlamaları da kolay değil. Çünkü İsrail yayılma kararlılığında. Barışa susamış topraklara tüm çetin koşullara rağmen akın akın gelen Yahudi gruplara, İsrail devleti yeni yerleşim yerleri açmaktan vazgeçmeyecek gibi görünüyor. Bu ise kırılgan barışın baş düşmanı. En son örneğini Şeyh Cerrah’ta gördüğümüz gibi bir kıvılcım veya kasıtlı tahrik, kolayca cehenneme dönüşebiliyor.
Düşmanlığın Kaynağı
Filistinliler ve Yahudiler birçok yerde paralel veya yan yana yaşıyor. Özellikle Golan tepeleri, Ramallah, Yafa, El Halil, nice başka şehir ve tabii Kudüs’te de durum öyle. Aynı havayı soluyup aynı suyu içen insanların ezelden beri süren anlaşmazlıkları İsrail devletinin kurulması ile daha keskinleşmiş. Bunda elbette, kuruluştan sonra Filistinlileri, 48 saat süre vererek evlerinden kovan devletin günahı var. Ama dünyanın her yerinden “vaat edilmiş“ topraklara koşarak gelen Yahudilere toprak ve ev satan Filistinlilerin hiç mi günahı yok? Ya 1970’li yılların başında dünyanın hemen her yerinde bombalar patlatarak masum insanların canına kasteden ve dünya kamuoyunu kendi aleyhlerine çeviren El Fetih veya PLO ya ne demeli? 17 kişinin hayatına mal olan 1972 Münih olimpiyat katliamı ile 1974’de 115 kişinin rehin alınıp 30 kişinin hayatını mal olan Ma’alot katliamı o yıllardan akılda kalan kanlı anılar. Bunlar, dünyanın Filistin konusuna yaklaşımını ciddi bir şekilde yaralamıştı. 248 yolcusu ile 1976’da kaçırılıp Entepe havaalanında İsrail ordusunun kurtardığı Air France uçağı görüntüleri ise dünyanın Filistin terörünü lanetlediği, ama devlet becerisi ve kararlılığını alkışladığı bir başka olay olmuştu. Filistin terörü sorunu çözmedi, uzlaşmaya kapı aralamadı. Sadece “var olma sorunu“ galebe çalan İsrail yönetimini daha şedit hâle getirdi. Şiddet şiddeti yaratmakta çok başarılıydı. 1980’li yıllardaki gergin ilişkiler, 1993 yılında Arafat ve Yitzhak Rabin arasında imzalanan Oslo anlaşmaları ile olumlu bir mecraya evrilirken 1994 yılında imzalanan Paris protokolü ile (Declaration of Principles)[1] sanki iki devletli bir çözüm yoluna girilmişti. Bu İsrail-Filistin barış sürecinde yeni bir evreydi. Öyle ki iki devlet arasında bir gümrük birliği öngörecek kadar ayrıntıya yer vermişti. Ama bu belki fırtınadan önceki durgunluktu. Barış umudunu, Filistinliler kadar radikal Yahudi gruplar da içine sindirmemiş olmalı ki Rabin 1995’de katledildi. Ama bu bile barış heyecanını hemen yok etmedi. 1996’da ziyaret ettiğimde Yahudilerin Filistinlilere az su ile sulama gibi tarım tekniklerini öğrettiklerini Golan tepelerinde ve Batı Şeria’da kendi gözlerimle gördüm. Sonrasında yine şiddet ve indifada yılları birbirini izledi. Kanlı çatışmalar çok yol haritası eskitti ve karşılıklı güveni yok etti. Bu arada 1987 yılından itibaren Filistinliler de kendi aralarında, El Fetih ve Hamas diye bölününce İsrail’in eli güçlendi ve güvenlik sorunları, iki devletli çözüm düşüncesinin önüne geçti.
Beceriye Öykünmek Yerine Başarıyı Çemkirmek
İsrail, varlığını korumanın yolunu, teknolojik üstünlükte, yeni buluşlarda, kıtlıktan bolluk yaratmakta, kıraç toprağı yeşertmekte bulmuş bir ülke. Çölde orman, dağda, bağ ve bahçe yaratmışlar. Lağım suyunu, tuzlu ve sert suyu arıtıp içilecek hâle getirmişler. Ramallah’ta Hollanda’dan gelen Yahudilerin bağlarını gördüm. Bu bağlarda yetişen üzümlerden üretilen şaraplar, sipariş üzerine dünyanın her yerine gönderilmekteydi. Aileler dişlerini tırnaklarına takmış çalışıyorlardı. Bağların yanı başındaki mülteci kamplarında ise Filistinlilerin 1967’den bu yana hiçbir çaba sarf etmeden yaşadıklarını öğrendim. Birleşmiş Milletlerin hâlâ her türlü masrafını üstlendiği bu toplu konut benzeri kamplarda yaşayan insanlar muhtemelen etraflarında yeşeren topraklara, artan berekete ve zenginlikle pekişen özgüvene gıpta ile bakıyordur diye düşünmüştüm. Oysa onların doğru dürüst işleri yoktu. Gıpta insanlar için doğal, ama başkalarının ne kadar alın teri döktüğünü düşündürmeyecek kadar gözü kör bir duygu.
Evet, Filistinlilerin İsrail’deki yaşam koşulları birçok yerde hakikaten çok kötü. Gazze’de nüfusun yüzde 80’i işsizse, bu durum ümitsiz. Ramallah ve çevresinde, yoksulluk oranı yüzde 36 ve aylık gelir Yahudilerin gelirlerinin sadece yüzde 34’ü kadar. Bunun yarattığı gerilim, iki devletli çözüm ile ortadan kalkar mı? Tabii Filistinliler arasında da gelir uçurumları var. Sadece kendisi için zenginleşen, bunun için her şeyi yapan, hatta İsrail devletine duvar örsün diye çimento satıp, sonra duvar ördüler diye şikâyet eden Filistinliler var. Haydi diyelim bir sihirli formül ile karmaşık arazi mülkiyet ve bölünmüşlük sorunu çözülsün ve Filistin bağımsız olsun. Ya çekemezliğe ne olacak? Caddenin öbür tarafında refah içinde yaşayan komşuya Filistin vatandaşı gıpta ile bakmaktan vaz mı geçecek? Ayrıca Filistin bu güne kadar kuramadığı toplumsal düzeni, oluşturamadığı yasal, idari, ekonomik ve siyasi kapasiteyi, oluşturamadığı yönetim erk ve devlet geleneğini, teknolojik üstünlüğü sağlayan beşeri sermaye ve bilimsel alt yapıyı yaratabilecek mi? Devlet kurmak sorumluluk gerektirir, önce toplumsal uyumu kendi aralarında temin edebilirlerse ne âlâ! Yoksa bırakınız iki devletli çözümü, İsrail, Batı Şeria ve Gazze olarak üç devletli çözüm bile çözüm olmayabilir. Zaten her sorun çözülse bile Kudüs sorun olmaya devam edecektir.
Filistin’in ABD’den Beklentisi
ABD’nin her zaman İsrail’in arkasında olduğu bir gerçek. Bu nedenle nihai çözümü ABD’den beklemek hata olur. Evet, 1968 yılında ABD Dışişleri bakanı Dean Rusk[2] İsrail’in yeni Yahudi yerleşim yerleri açmasını şiddetle kınamış. Ama artık Blinken’den bunu beklemek hayal olur. Yine de dünyanın en netameli köşelerinde barışı en iyi kotaran güç olduğu için, Filistin’in de ABD’den beklentileri var. 2014 yılından sonra taraflara, ABD yeniden müzakere masasına oturmaları için fazla bir şey vermiş olamaz. Ama 2020 sonunda Trump’ın “yüzyılın anlaşmaları“ olarak takdim ettiği Abraham anlaşmalarının imzalanınca, Filistin konusunun Arap ülkeleri için ayrıcalıklı bir önceliği olmadığı ispat edilmiş oldu. Bu İsrail’in elini bir kere daha güçlendirdi. Araplar Filistinli mülteci sorunu ve Gazze tünellerinden gelen Filistin “terörü“ istemiyorlar. Artık daha fazla İsrail ile iş yapmaya hazırlar. O hâlde kendi içinde iki parça olmuş Filistin yapayalnız. Türkiye’nin Filistin söylemini bir tarafa bırakacak olursak, asıl destek İran gözüküyor. O da, Filistin’in iki/ üç devletli çözüm ile bağımsız olması veya Filistinlinin içinde yaşadığı yoksulluk ve insanlık dramından kurtulması için değil, İsrail’in canını acıtmak için desteklemekte. İran, her türlü ablukayı aşıp Gazzeye füze gönderebiliyorsa, bu ya İran’ın başarısı veya İsrail’in göz yumması ile ilgili olmalı. Tekrar ABD’ye dönersek, tabii Joe Biden’in Filistin’e Trump zamanında dondurulmuş olan 250 milyon dolarlık yardımı vermesi önemli. Doğu Kudüs’te ABD başkonsolosluğunu yeniden açma kararı da öyle. Ama mali yardımlar, bugüne kadar Filistin’de bir sadaka kültürü yaratmış ve yolsuzluğa beşik sallamış. Bu durumda ABD’nin yine yapacağı şey, arada bir yüksek perdeden bir şeyler söylemek ve ufak tefek para yardımı yapmak olacaktır. Öte yandan şu sıralar İsrail’de Netanyahu yerine göreve gelecek olan aşırı milliyetçi Naftali Benett’in ise iki devletli çözüme iyi baktığını hiç sanmam.
Düşmanlığın Kaynağı
Filistinliler ve Yahudiler birçok yerde paralel veya yan yana yaşıyor. Özellikle Golan tepeleri, Ramallah, Yafa, El Halil, nice başka şehir ve tabii Kudüs’te de durum öyle. Aynı havayı soluyup aynı suyu içen insanların ezelden beri süren anlaşmazlıkları İsrail devletinin kurulması ile daha keskinleşmiş. Bunda elbette, kuruluştan sonra Filistinlileri, 48 saat süre vererek evlerinden kovan devletin günahı var. Ama dünyanın her yerinden “vaat edilmiş“ topraklara koşarak gelen Yahudilere toprak ve ev satan Filistinlilerin hiç mi günahı yok? Ya 1970’li yılların başında dünyanın hemen her yerinde bombalar patlatarak masum insanların canına kasteden ve dünya kamuoyunu kendi aleyhlerine çeviren El Fetih veya PLO ya ne demeli? 17 kişinin hayatına mal olan 1972 Münih olimpiyat katliamı ile 1974’de 115 kişinin rehin alınıp 30 kişinin hayatını mal olan Ma’alot katliamı o yıllardan akılda kalan kanlı anılar. Bunlar, dünyanın Filistin konusuna yaklaşımını ciddi bir şekilde yaralamıştı. 248 yolcusu ile 1976’da kaçırılıp Entepe havaalanında İsrail ordusunun kurtardığı Air France uçağı görüntüleri ise dünyanın Filistin terörünü lanetlediği, ama devlet becerisi ve kararlılığını alkışladığı bir başka olay olmuştu. Filistin terörü sorunu çözmedi, uzlaşmaya kapı aralamadı. Sadece “var olma sorunu“ galebe çalan İsrail yönetimini daha şedit hâle getirdi. Şiddet şiddeti yaratmakta çok başarılıydı. 1980’li yıllardaki gergin ilişkiler, 1993 yılında Arafat ve Yitzhak Rabin arasında imzalanan Oslo anlaşmaları ile olumlu bir mecraya evrilirken 1994 yılında imzalanan Paris protokolü ile (Declaration of Principles)[1] sanki iki devletli bir çözüm yoluna girilmişti. Bu İsrail-Filistin barış sürecinde yeni bir evreydi. Öyle ki iki devlet arasında bir gümrük birliği öngörecek kadar ayrıntıya yer vermişti. Ama bu belki fırtınadan önceki durgunluktu. Barış umudunu, Filistinliler kadar radikal Yahudi gruplar da içine sindirmemiş olmalı ki Rabin 1995’de katledildi. Ama bu bile barış heyecanını hemen yok etmedi. 1996’da ziyaret ettiğimde Yahudilerin Filistinlilere az su ile sulama gibi tarım tekniklerini öğrettiklerini Golan tepelerinde ve Batı Şeria’da kendi gözlerimle gördüm. Sonrasında yine şiddet ve indifada yılları birbirini izledi. Kanlı çatışmalar çok yol haritası eskitti ve karşılıklı güveni yok etti. Bu arada 1987 yılından itibaren Filistinliler de kendi aralarında, El Fetih ve Hamas diye bölününce İsrail’in eli güçlendi ve güvenlik sorunları, iki devletli çözüm düşüncesinin önüne geçti.
Beceriye Öykünmek Yerine Başarıyı Çemkirmek
İsrail, varlığını korumanın yolunu, teknolojik üstünlükte, yeni buluşlarda, kıtlıktan bolluk yaratmakta, kıraç toprağı yeşertmekte bulmuş bir ülke. Çölde orman, dağda, bağ ve bahçe yaratmışlar. Lağım suyunu, tuzlu ve sert suyu arıtıp içilecek hâle getirmişler. Ramallah’ta Hollanda’dan gelen Yahudilerin bağlarını gördüm. Bu bağlarda yetişen üzümlerden üretilen şaraplar, sipariş üzerine dünyanın her yerine gönderilmekteydi. Aileler dişlerini tırnaklarına takmış çalışıyorlardı. Bağların yanı başındaki mülteci kamplarında ise Filistinlilerin 1967’den bu yana hiçbir çaba sarf etmeden yaşadıklarını öğrendim. Birleşmiş Milletlerin hâlâ her türlü masrafını üstlendiği bu toplu konut benzeri kamplarda yaşayan insanlar muhtemelen etraflarında yeşeren topraklara, artan berekete ve zenginlikle pekişen özgüvene gıpta ile bakıyordur diye düşünmüştüm. Oysa onların doğru dürüst işleri yoktu. Gıpta insanlar için doğal, ama başkalarının ne kadar alın teri döktüğünü düşündürmeyecek kadar gözü kör bir duygu.
Evet, Filistinlilerin İsrail’deki yaşam koşulları birçok yerde hakikaten çok kötü. Gazze’de nüfusun yüzde 80’i işsizse, bu durum ümitsiz. Ramallah ve çevresinde, yoksulluk oranı yüzde 36 ve aylık gelir Yahudilerin gelirlerinin sadece yüzde 34’ü kadar. Bunun yarattığı gerilim, iki devletli çözüm ile ortadan kalkar mı? Tabii Filistinliler arasında da gelir uçurumları var. Sadece kendisi için zenginleşen, bunun için her şeyi yapan, hatta İsrail devletine duvar örsün diye çimento satıp, sonra duvar ördüler diye şikâyet eden Filistinliler var. Haydi diyelim bir sihirli formül ile karmaşık arazi mülkiyet ve bölünmüşlük sorunu çözülsün ve Filistin bağımsız olsun. Ya çekemezliğe ne olacak? Caddenin öbür tarafında refah içinde yaşayan komşuya Filistin vatandaşı gıpta ile bakmaktan vaz mı geçecek? Ayrıca Filistin bu güne kadar kuramadığı toplumsal düzeni, oluşturamadığı yasal, idari, ekonomik ve siyasi kapasiteyi, oluşturamadığı yönetim erk ve devlet geleneğini, teknolojik üstünlüğü sağlayan beşeri sermaye ve bilimsel alt yapıyı yaratabilecek mi? Devlet kurmak sorumluluk gerektirir, önce toplumsal uyumu kendi aralarında temin edebilirlerse ne âlâ! Yoksa bırakınız iki devletli çözümü, İsrail, Batı Şeria ve Gazze olarak üç devletli çözüm bile çözüm olmayabilir. Zaten her sorun çözülse bile Kudüs sorun olmaya devam edecektir.
Filistin’in ABD’den Beklentisi
ABD’nin her zaman İsrail’in arkasında olduğu bir gerçek. Bu nedenle nihai çözümü ABD’den beklemek hata olur. Evet, 1968 yılında ABD Dışişleri bakanı Dean Rusk[2] İsrail’in yeni Yahudi yerleşim yerleri açmasını şiddetle kınamış. Ama artık Blinken’den bunu beklemek hayal olur. Yine de dünyanın en netameli köşelerinde barışı en iyi kotaran güç olduğu için, Filistin’in de ABD’den beklentileri var. 2014 yılından sonra taraflara, ABD yeniden müzakere masasına oturmaları için fazla bir şey vermiş olamaz. Ama 2020 sonunda Trump’ın “yüzyılın anlaşmaları“ olarak takdim ettiği Abraham anlaşmalarının imzalanınca, Filistin konusunun Arap ülkeleri için ayrıcalıklı bir önceliği olmadığı ispat edilmiş oldu. Bu İsrail’in elini bir kere daha güçlendirdi. Araplar Filistinli mülteci sorunu ve Gazze tünellerinden gelen Filistin “terörü“ istemiyorlar. Artık daha fazla İsrail ile iş yapmaya hazırlar. O hâlde kendi içinde iki parça olmuş Filistin yapayalnız. Türkiye’nin Filistin söylemini bir tarafa bırakacak olursak, asıl destek İran gözüküyor. O da, Filistin’in iki/ üç devletli çözüm ile bağımsız olması veya Filistinlinin içinde yaşadığı yoksulluk ve insanlık dramından kurtulması için değil, İsrail’in canını acıtmak için desteklemekte. İran, her türlü ablukayı aşıp Gazzeye füze gönderebiliyorsa, bu ya İran’ın başarısı veya İsrail’in göz yumması ile ilgili olmalı. Tekrar ABD’ye dönersek, tabii Joe Biden’in Filistin’e Trump zamanında dondurulmuş olan 250 milyon dolarlık yardımı vermesi önemli. Doğu Kudüs’te ABD başkonsolosluğunu yeniden açma kararı da öyle. Ama mali yardımlar, bugüne kadar Filistin’de bir sadaka kültürü yaratmış ve yolsuzluğa beşik sallamış. Bu durumda ABD’nin yine yapacağı şey, arada bir yüksek perdeden bir şeyler söylemek ve ufak tefek para yardımı yapmak olacaktır. Öte yandan şu sıralar İsrail’de Netanyahu yerine göreve gelecek olan aşırı milliyetçi Naftali Benett’in ise iki devletli çözüme iyi baktığını hiç sanmam.
[1] Adam Rasgon (November 17, 2015), “First, an Economic Peace Revisiting Israel and Palestine's Paris Protocol“, Foreign Affairs, https://www.foreignaffairs.com/articles/israel/2015-11-17/first-economic-peace