Neden önemlidir Syriza? Ekonomik ve siyasi açıdan AB’yi nasıl bir gelecek bekliyor? AB’nin içinde bulunduğu durum Türkiye’yi nereye yerleştiriyor? Konumumuz nasıl değerlendirilmeli? Dahası, Paris’te Charlie Hebdo’ya yapılan ve on iki kişinin öldürüldüğü korkunç saldırıyla ne ilgisi olabilir Yunanistan’daki seçimlerin? Son gelişmeler ışığında zihinleri meşgul eden sorular bunlar.
Syriza’nın önemi üç hafta içinde genel seçimlere gidecek olan Yunanistan’da uygulanan tasarruf tedbirlerinin çözüm üretememiş olmasından kaynaklanıyor. Tasarruf tedbirleri Yunanistan’da yaşam şartlarını daha da kötüleştirdi, işsizlik arttı, ücretler reel olarak yüzde otuz civarında geriledi, emeklilik yaşı yükseltildi ve bu uygulamalar etrafında krizin yükü ücretli kesimin sırtına bindirildi. Muhalefeti sol bir şemsiye altında toplamış olan Syriza’nın iktidara gelme ihtimali kamuoyu yoklamalarına yansıyor. Syriza’nın temsil ettiği anlayış artık geniş halk yığınları tarafından sempatiyle karşılanıyor. Yunanistan’da giderek yoksullaşan orta-sınıflar alternatif arayışı içine girdiler. Bu alternatifi Syriza’nın sunabileceği, sıkıntılara çözüm üretebileceği görüşü giderek artan sayıda taraftar buluyor.
Syriza’nın sunduğu alternatif son derece yalın. Bugüne kadar yapılanların tam tersini yapmayı hedefliyor. Daraltıcı iktisadi politikalar yerine genişletici iktisadı politikalar uygulayacağını, harcamaları kısmak yerine arttıracağını, bunları gerçekleştirmek için gerekirse Euro’dan çıkacağını söylüyor. Yunanistan’ın, IMF, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve AB tarafından dayatılan iktisadi politikalar yerine ulusal önceliklere dayalı bir ekonomi politika uygulaması gerektiğini savunuyor. Buna bağlı olarak, on - on beş sene sürebilecek borç ödemelerini ertelemeyi, bunu da kısa vadede Yunan halkının refahını krizi öncesi düzeye çıkartmak için yapacağını ileri sürüyor. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ayrı bir tartışma konusu. Temelde belli bir arayış içine girildiği ve artık AB’nin ciddi bir dönüm noktasında olduğunu dikkatimize getiriyor Syriza faktörü.
Syriza Bulaşıcı ve Tehlikelidir!
Bir dönüm noktasına gelindiğini, Syriza’nın iktidara gelme ihtimalinin karşı kampın sinir sistemine gönderdiği titreşimlerden de çıkarıyoruz. Örneğin bugünkü AB projesinin en önemli temsilcisi, Almanya Devlet Başkanı Merkel, “Yunanistan’ın Euro’dan çıkmasına karşı durmayacaklarını, bunun sonuçlarına Yunan halkının katlanması gerektiğini“ söyleyerek, Yunan seçmenine tehdit dolu bir mesaj göndermeyi tercih etti. Euro’dan çıkmanın AB’den çıkmak anlamına gelmediğini bilerek söylemişti bu sözleri. Çok iyi bildiği bir başka konu da, zor durumda olan diğer AB üyesi ülkelerde uygulanmakta olan tasarruf tedbirlerinin de bugüne kadar vaad edilen çözümleri üretememiş olduğu. AB hala 2008 krizinin sonuçlarıyla boğuşuyor. Bundan böyle ne kısa vadeli birtakım tedbirlerle ne de tasarruf politikalarıyla başta Yunanistan olmak üzere, ne İtalya’nın, ne Macaristan’ın ne de sıkıntıdaki başka bir ülkenin ekonomik sorunlarına çözüm bulunulamayacağı noktasındayız.
Bu noktada iki AB’nin çatıştığını, bir tarafta elitin AB’si diğer tarafta ise Syriza’nın temsil ettiği alternatif projelere açık AB’nin bulunduğunu söyleyebiliriz. Syriza şayet Yunanistan’da seçimi kazanır ve iktidara gelirse, elitin temsil ettiği AB’nin ciddi bir bulaşıcı sorunla karşı karşıya kalacağı açık. Yunanistan’ın ardından iktisadi sorunlarla boğuşan ülkelerin de kulvar değiştirmesi gündeme gelebilir, bu da uygulamadaki elit projesini gerçek anlamda sonlandırabilir.
Elitin AB’si Artık Kısa Vadeli Politikalarla Durumu İdare Edemez
Kısa vadeli para ve faiz politikalarıyla durumu idare etmeye çalışan AMB, Almanya ve Avrupa Konseyi arasında sıkışmış halde. AMB bir yandan da ABD Merkez Bankası (FED) ile yollarının ayrıldığı bir dönemi yaşıyor. Euro’nun dolara karşı değeri 2006’daki seviyeye kadar geriledi. Aynı zamanda FED’in Miktar Genişlemesinden vazgeçtiğini açıklaması AB piyasalarını bir hayli güç durumda bıraktı. Faiz hadlerinin sıfıra yakın olduğu, doların giderek güç kazandığı bir dönemde AMB’nın para genişlemesine başvurması kaçınılmaz oluyor. Bu enflasyonun yüzde iki veya altında tutulma çabası bağlamında istenmese de başvurulmak zorunda kalınacak bir yöntem. AMB Başkanı Draghi’yi tam anlamıyla bir “topal ördek“ pozisyonunda bırakıyor. Ama daha önemlisi Almanya’nın başı çektiği AB projesi’nin sorgulanmaya başlanması gerektiğinin de işaretini veriyor.
Bu, yukarıda bahsedilen dönüm noktasına ulaşıldığının en önemli göstergelerinden biri. Syriza zincirin en zayıf halkasında, Yunanistan’da AB’nin uygulamadaki politikalarının geçerliliğini sorgulamayı başlatmış oluyor ki bunda da çok fazla şaşılacak bir durum yok. Çünkü buradan diğer AB üyesi ülkelere sirayet edecek bulaşıcı bir çözüm arayışının söz konusu olduğu bir durum yaratıyor. Bunun merkezine de var olan AB projesinin sorgulanması, derdest edilmesi ve çalışanlara daha sıcak yaklaşan başka bir AB projesinin hayata geçirilmesi arayışı oturuyor.
Uygulamadaki AB projesinin bir Anglo - Saxon projesi olduğunu ve Margaret Thatcher’ın İngiltere Başbakanı olduğu dönemde ileri sürülen Maastricht kriterleri etrafında kristalize olan bir proje olduğunu söyleyebiliriz. Bu proje daha sonra Kohl Almanyası ve Chirac Fransası tarafından da kabul gördü. Bu projenin Anglo-Saxon projesi olması, gelişmelerden İngiltere’nin memnun olduğu sonucuna götürmemeli bizi. Tam tersine Almanya’nın hakim duruma yükseldiği bir AB, İngiltere tarafından hiç de sıcak karşılanmıyor. Hatta yeni AB arayışının arkasında Ingiltere’nin nefesinin olduğunu söylemek de abartı olmaz. Burada “Anglo-Saxon“ lafının uygulamanın ideolojik kaynağı anlamında kullanıldığını belirterek devam edelim.
Devletin iktisadi rolünün azaltılarak özel sektörün ve piyasaların öneminin arttığı bir iktisadi mantık bu projenin temelini oluşturan. Buna göre, kamu borçlanması azaltılacak, enflasyon hadleri, döviz kurları belli bir takım kriterler etrafında kümelenecektir. Kamu harcamalarının kullanımının iktisaden daha verimli olduğu alanlara yönelmesini, iddialı özel sektör projelerinin desteklenmesini savunan bir anlayış hakimdir. Çalışan kesimlerin toplu pazarlık gücünün ellerinden alındığı, toplumsal refah provizyonlarının ortadan kaldırıldığı, refah devletinin yerini giderek piyasaların mantığına teslim ettiği bir AB projesidir uygulanmakta olan. İnanç, piyasaların hakim olduğu iktisadi yapılar içinde “demokrasilerin“ de daha fazla gelişeceğinedir. Oysa ki tüm değerler sisteminin iyice metalaştığı bir kapitalizm inşa edilmektedir.
Ancak, arada bir iki karşı ses çıkaran olsa da, 2008 krizi sonrasında kamu harcamalarının krize neden olan özel sektörü, girişimcileri ve bankaları kurtarmak için devreye sokulmasına karşı çıkmamıştır bu anlayış. Bu tür bir kamu müdahalesine karşı değildir, elitin AB projesi. Özel sektörün, spekülatörlerin borçları, kamulaştırılarak tasarruf tedbirleri adı altında çalışan kesimlerin sırtına yüklenmesini kabul eder. Bu tür devlet müdahalesi mübahtır kısaca. Elitin AB projesinin sözcüsü Alman Devlet Başkanı Merkel’in Yunan halkı için kullandığı aşağılayıcı söylem de hatırlardadır. Hem sırtına yük bindirilmekte hem de aşağılanmaktadır çalışan kesimler.
Yani, ne “demokrasi“ gelişmiştir ne de “piyasalar“ refahı arttırarak iktisadi kalkınmayı sağlamıştır. Elitin AB projesi, merkez ve periferi olmak üzere iki kesimli bir AB yarattı denebilir. Merkezi, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi zaten gelişmiş ülkeler temsil ederken periferi’yi (çevre ülkeleri) Yunanistan, İtalya, İspanya, İrlanda, Portekiz gibi sonradan gelişen ülkeler temsil etti. Cari fazla veren merkez ülkeler ile cari açık veren çevre ülkelerin, fazla ve açıkları karşılaştırıldığında, çevre ülkeleri aleyhine bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıklık kazanır. Aşağıdaki tablo’dan da takip edilebileceği gibi Almanya’nın cari fazlası, Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi çevre ülkelerin cari açığına eşittir.
Prof. Dr. Sedat AYBAR'ın "Syriza Faktörü ve Bir Elit Projesi Olarak AB’nin Sonu" başlıklı yazısının devamını okumak için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.