2010 yılından itibaren Ortadoğu ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarının, bölgenin dönüşümünde belirleyici rol oynayacağı ve bu sayede bölgedeki otoriter rejimlerin yerine, daha demokratik ve halk nezdinde daha meşru rejimlerin kurulacağı ümit edilmişti. İlk başlarda halkın mevcut otoriter rejimleri devirmesi üzerine, bu heyecan daha da arttı. Önce Tunus’ta, ardından Libya’da otoriter rejimler yıkılmıştı. ABD’nin tarafsızlığı sayesinde, Mısır’da Mübarek rejimi sona ermiş ve Müslüman Kardeşler, iktidarı ele geçirmişti. Ancak Bahreyn’deki iç isyanlar ise, Suudi askerlerinin müdahalesi sonucu herhangi bir çözüm üretilmeksizin bastırılmıştı. Fakat halkın gücü, üçüncü ülkelerin müdahaleleri nedeniyle Yemen ve Suriye olaylarında iktidarı devirmeye yetmedi. Aksine bu ülkelerde, uzun soluklu iç savaşlar başladı ve milyonlarca insan ya öldürüldü ya da zorla göç etmek durumunda kaldı. Kısacası bu ülkelerde ciddi insanlık dramları halen daha yaşanmaktadır.
Diğer taraftan iktidarların devrildiği ülkelerde ise, bahar havası kısa sürede sona erdi. Tunus’ta bile insanlar, kansız bir şekilde iktidarı değiştirseler bile, ülkenin yeniden dönüştürülmesi konusunda uzun süre aralarında sürtüşmeler yaşadılar. Libya’da iç savaş bitti ama ülke, askeri, idari, siyasi ve toplumsal açılardan ikiye bölündü. Mısır’da ise, Müslüman Kardeşler iktidarı askeri bir darbeyle devrildi ve yeni bir askeri diktatör, iktidarı elinde tutmaktadır.
Bölgedeki gelişmeler, birkaç sonucu ortaya çıkarmıştır. Öncelikle, bölge ülkelerindeki sıkıntılar, sadece iktidarları görevden uzaklaştırmakla halledilebilecek sorunlar değildir. Bu sorunlar, toplumun her katmanını ilgilendiren, kapsamlı ve oldukça karmaşık bir yapıya sahip unsurlardır. İkincisi, bu sorunların halli konusunda tarafların kolayca ortak bir noktada uzlaşması mümkün görünmemektedir. Aksine mevcut sorunlar, geçmişten beri gelen, ama derinlerde saklanan diğer sorunları da gün yüzüne çıkarmıştır. Üçüncüsü ise, Ortadoğu bölgesinin arzu edilen düzeyde istikrara kavuşması ise çok uzun zaman alacak gibi görünmektedir. Bölge ülkelerinin sorunlarını çözebilmek için muazzam bütçelerin ve imkânların ayrılması, bölge-içi ve bölge-dışı aktörlerin (resmi ve gayrı-resmi) devreye girmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bölgede istikrarsızlıklar devam edecek ve arzulanan pozitif barış1 süreci hiçbir zaman oluşturulamayacaktır.
Bölgedeki gelişmelerin Türkiye açısından sonuçları ise şunlardır: Öncelikle bölgedeki istikrarsızlıklarla uzun yıllar uğraşmak zorundadır. İkincisi, daha rasyonel hareket ederek, bölge sorunlarına doğrudan müdahil olmak durumundadır. İran, Suudi Arabistan, ABD, Rusya ve AB gibi aktörleri, çözüm süreçlerinden uzaklaştırmak nasıl mümkün değilse, Türkiye’nin de sorunlara tarafsız kalması söz konusu değildir. Bu dâhil olma durumu, bir tercih değil, zorunluluktur. Bu durum, “bir yayılmacılık değil, ortak sorunlara ortak sorumluluk almak“ anlamına gelmektedir.
Mevcut çalışmada, Arap Baharı süreci yaşayan ülkelerin sorunlarına bakılacak, ardından her bir devlet için atılması gereken adımlar üzerinde durulacaktır. Ardından Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap Baharı politikaları özetlenecek, bölge ülkelerine yaptığı yardımlar izah edilecektir. Değerlendirme kısmında, Türkiye’nin bölge devletlerine yapabileceği katkılar üzerinde durulacaktır.
BÖLGEDEKİ ÇATIŞMALARIN ÇIKIŞ NEDENLERİ
Tunus’ta Ben Ali rejimi, baskıcı bir anlayışa sahipti. Yönetimde yolsuzluklar mevcuttu. Bu durum yaygın insanları ihlallerinin yaşanmasına, rüşvete, siyasi özgürlüklerin kısıtlanmasına neden oluyordu. Ekonomik alanda ise, ciddi işsizlik oranları görülmekteydi. Bu durum özellikle genç nesli fazlasıyla olumsuz yönde etkilemekteydi. Yüksek enflasyon da, halkın ekonomik açıdan sıkıntı içerisine girmesine neden oluyordu.
Ben Ali rejimi, patronaj düzeni kurmuştu. Yani devlet, resmi imkânları, kendini ayakta tutabilmek için destekçilerine bir lütuf gibi sunmaktaydı. Bu nedenle kayırmacılık had safhadaydı.2
Bahreyn’deki gelişmelere baktığımızda, öncelikle ülkede yönetim, mezhepçi bir siyaset izlemektedir. Daha açık bir ifadeyle, Şiilere karşı bir ayrımcılık yapılmakta ve Şii azınlığın İran yönetimi ile ilişkisi olduğu iddia edilerek, dışlayıcı politikalara maruz bırakılmaktadır. Ülkede zayıf siyasi ve idari kurumlar bulunmaktadır. Otoriter bir anlayışla yönetilen ülkede, siyasi yozlaşma da görülmektedir. Yürütmeyi dengeleyecek herhangi bir yasama ve yargı erki bulunmamaktadır. Şiilerin iktidara gelmesi, mevcut seçim kanunu nedeniyle mümkün değildir. Seçimlerde, ülkenin sadece yüzde 30’unu oluşturan Sünniler mutlaka başarı sağlamaktadır. Bu da, Şiilerin siyasi hayattan dışlanmasına neden olmaktadır.
Kültürel ve sosyal politikalar açısından, Şiilere yönelik olarak devlet kurumları, ayrımcılık ve ötekileştirme politikaları izlemektedir. Özellikle Şiiler ve muhalif Sünniler, eğitim, sağlık ve barınma hizmetlerinden yeterli düzeyde yararlanamamaktadır. Rejim düşmanı görülen Şiiler, askeri birimlerde ve kamu hizmetlerinde görev alamamaktadır.
Ülkede yoksulluk mevcuttur. Adaletli olmayan bir gelir dağılımı mevcuttur. Ticari faaliyetlerde, öncelik Sünnilere verilmektedir. Devlet desteği de, ağırlıklı olarak Sünnilere sağlanmaktadır. Son olarak, Şiilere yönelik önyargılar mevcuttur.3
Suriye’de de, ayrılıkçı eğilimlere sahip kimlik/etnik/mezhepsel anlayışa dayalı bir yönetim mevcuttu ve bu da, ülkede mezhepsel/kimliksel ayrılıklara sebebiyet veriyordu. Devlet yönetimi, seküler, mezhepçi ve ayrımcı politikalar izliyordu. Kürtlere vatandaşlık hakları verilmezken; muhalif Sünniler ise siyasal hayattan ağırlıklı olarak dışlanmışlardı. Otoriter ve güvenlikleştirilmiş bir devlet aygıtı inşa edilmişti. Medya ve bireyler, devlet ve istihbarat birimleri tarafından sürekli kontrol altında tutuluyordu.
TASAM Yayınlarının "Türk-Arap İlişkileri: Çok Boyutlu Güvenlik İnşası" isimli kitabından alınmıştır.
“Türk-Arap İlişkileri: Çok Boyutlu Güvenlik İnşası“ e-kitabı için Tıklayınız