Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 projesine himayelerinden dolayı Cumhurbaşkanlığı Makamı’na, süreçte desteklerinden dolayı ilgili sivil ve resmî otoritelere, ev sahipliği için Şanlıurfa Valiliği’ne ve yakın ilgisi için Sayın Vali İzzettin Küçük Beyefendi’ye teşekkür ederim. Proje’yi size kısaca özetlemek istiyorum.
Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 projesi 7 yıldır devam ediyor. İlk 4 yıl makro temalar üzerinde çalışıldı. Bunlar millet ve devlet olmanın temel parametreleriydi. 2011 yılında yapılan genel seçimlerde hem iktidar hem de bir muhalefet partisi 2023 konseptini seçimlerin genel stratejisinin merkezine oturtup seçim kampanyasında kullanmayı tercih etti. Özellikle 2011 yılından itibaren 2023 yaklaşımının bir devlet ve hükümet politikası haline geldiğini hep birlikte gördük.
2011’in ikinci yarısından itibaren Proje’de zikredilen makro öngörülere Türkiye’yi taşıyabilecek 10 stratejik lokomotif sektör üzerinde çalışmaya başladık. Bunun içinde mesleki eğitimden savunma sanayiine kadar pek çok alan var. Bu sektörler, ilgili bakanlıklar ve ilgili kurumlarla katılımcı bir süreç inşası olarak çalışılmaya devam ediyor.
Son altı ay içinde de Proje’nin 3. aşaması olan “Değerler İnşası“ sürecine geçildi. Bugün burada olmamıza vesile olan işte bu 3. aşama çalışmalarının başlamış olmasıdır.
Bundan sonraki ifadelerimi ikiye ayırmak istiyorum. Birincisi “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?“. İkincisi de “Bu proje ve yapılmak istenenlerde bizlerin ve sizlerin rolü yaşadığımız dünya içinde nereye oturuyor?“. Bunu birlikte görmeye çalışalım istiyorum.
21. yüzyılın ilk on yılı - özellikle 11 Eylül 2001’i milat kabul edersek - dünyada çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin şekillendirilmeye çalışıldığı bir dönem olarak geçti. Dünyanın Soğuk Savaş Döneminde olduğu gibi iki süper güç arasında değil, Doğu’da ve Batı’da ve hatta Güney’de ortaya çıkan büyük yeni kutuplar tarafından - aday ülkeler tarafından - yönlendirilmeye çalışıldığı bir dünya şekillendi. Bu on yılı herkes yönetmeye çalıştı fakat en büyük güçler ve uluslararası örgütler bile büyük ölçüde başarısızlığa uğradılar. Zira dünya tarihî olarak çok boyutlu dönemler yaşadı fakat bu bugünkü anlamda bir teknolojik altyapı söz konusu olmadığı için çok daha kolay yönetilebildi. Ancak geçtiğimiz on yıl içinde çok boyutluluğun başarıyla yönetilebildiğini söyleyemeyiz.
Özellikle son iki yıldır Batı dünyası transatlantikte yani AB ile ABD arasında, transpasifikte Asya’nın ve Güney Amerika’nın belli bir bölümünü de kapsayacak şekilde yeni bir entegrasyon sürecine girdi. Bu süreç oldukça hızlı ve başarılı şekilde ilerliyor. Önümüzdeki bir iki yılda da müzakerelerin bitmesi öngörülüyor. Transatlantik ve transpasifikteki bu konsept ve anlaşma tamamlandığında dünya ticaretinin %73’ünü kontrol eden yeni bir blok ortaya çıkacak. Bu büyük ölçüde ekonomik, siyasi ve kısmen da askerî bir entegrasyonu içeriyor. Henüz AB üyesi olmadığımız için bu transatlantik ortaklık süreçlerine Türkiye olarak katılamıyoruz. Bu da bizim açımızdan önemli bir dezavantaj.
Diğer taraftan bu sürecin karşısında kim var diye baktığımızda; Çin, Hindistan ve Rusya başta olmak üzere Güney’de belki de Brezilya gibi yeni bölgesel güç adaylarının olduğunu, onun dışında kalan bütün coğrafyaların rekabet alanı olarak şekillendiğini görüyoruz. Yani yüzyıl önce ne oluyorsa aşağı yukarı aynı şeyler oluyor. Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’nın birinci derecede rekabet alanı olduğu gözüküyor. Arap Baharı ile başlayan süreç de bunu teyit etti. Müteakiben Latin Amerika ülkeleri Sahra Çölü’nün güneyindeki Afrika ülkeleri, Orta Asya Türk Devletleri gibi yeni bölgelerin de rekabet sürecine ve alanına ekleneceği gözüküyor.
Dünyanın yüz yıl sonra yeniden rekabet eden ve edilen ülkeler biçiminde bölündüğünü söyleyebiliriz. Dolayısıyla rekabet edilen alanlardaki ülkelerin istikrarsızlığı da büyük ölçüde kaçınılmaz hâle geliyor. Kendi yöneticilerinin bilgeliği, halkının, milletinin, devleti ve milleti oluşturan değerlerin birlikte hareket etme kabiliyetine bağlı olarak bu istikrarsızlığın yaşanıp yaşanmayacağı da önümüzdeki zaman diliminde ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Bu süreci iyi yönetemeyen - Irak, Suriye, Ukrayna gibi - birçok ülkenin de bu anlamda derin bir istikrarsızlığa girdiğini söyleyebiliriz. Özellikle büyük güçlerin rekabeti arasında kalan ülkelerde istikrarsızlığın hızlı yol alıp derinleştiğine şahit oluyoruz. Ukrayna hepimiz için tarihî hafıza açısından önemli bir örnektir; Batı Bloğu ve Rusya arasında on yıllık sıkışmışlığın sonunda bir fiili bölünmeyle ve daha da derinleşen bir krizle karşı karşıya kaldı.
Bu büyük rekabeti üç olgunun şekillendirdiğinin altını çizmek istiyorum; Bir tanesi mikro-milliyetçiliktir. Önümüzdeki on yıl içinde BM’deki üye ülke sayısı kadar sisteme yeni üye eklenebileceği yönünde öngörüler var ve saydığımız bütün bölgelerde bunu teyit eden gelişmeler var. “Bizim mikro milliyetçilik açısından bir riskimiz var mı yok mu?“ sorusunu da bizim sorgulamamız ve tedbirlerini almamız veya eksik varsa eksiklikleri gidermemiz gerekiyor. İkinci temel rekabet parametresi de entegrasyondur. Taransatlantik ve Transpasifik sürecinde de gördüğümüz gibi çok sayıda küçük ülkenin bu çok büyük rekabette yer alması zor olduğu için çok sayıda bölgesel entegrasyon ve birlik kuruluyor. Entegrasyonlar daha da hızlanacaktır. Dünyadaki entegrasyon süreçleri için en önemli örnek de Avrupa Birliği’dir. Mâlum biz de tam üyelik müzakereleri yürütüyoruz.
Aslında çağdaş anlamda yakın tarih açısından Avrupa Birliği dünyanın en sofistike entegrasyon projesidir. Dolayısıyla birçok bölgenin de AB’nin belli kurallarını ve yaklaşımını kopyaladığını söyleyebiliriz.
Üçüncü temel rekabet parametresi de öngörülemezliktir. Bu kadar karmaşık rekabet ortamında çok ileriyi gören politikalar tespit etmenin ve yönetmenin de zorluğu ortadadır. Çünkü birçok büyük güç, bazı konularda istediğinin tam tersi sonuçlarla karşılaşabiliyor. Bu durum Ülke olarak zaman zaman bizim de başımıza geliyor. Hele ABD’nin başına çok sık geliyor, Çünkü denklemde hesap edilmesi gereken değişken sayısı çok fazla. Bazen iyi niyetlerle başladığınız ve iyi dinamiklerle yürüttüğünüz bu politikalarda elinizde olmadan tam tersi neticelerle karşılaşabiliyorsunuz.
Bugün “entegrasyon“, “mikro-milliyetçilik“ ve “öngörülemezlik parametreleri çerçevesinde bir rekabet ortamındayız. Modern tarih baz alınırsa, dünyada daha önce rastlanmayan sofistike araçlarla yürüyen bir rekabet söz konusu.
TASAM özellikle dış politika alanında yoğun çalışan bir düşünce kuruluşu olduğu için rekabeti çok daha yakın gözlemleme fırsatımız oluyor. Aslında bu proje de o rekabetin gözlemlenmesinden doğmuştur. Yaşamakta olduğumuz on yıllık dilimi nasıl geçireceğimizin ve görevimizi nasıl yapacağımızın; yüzyılın kalanında nerede olacağımızı belirleyeceğini düşünüyoruz. Bunu da bir slogan ya da hamaset olarak değil bilimsel verilerle ve çok derin bir hissiyatla desteklenmiş bir düşünce olarak değerlendiriyoruz. Bu ülkenin sahipleri, fertleri, vatandaşları, yöneticileri olarak hepimizin, yaşamakta olduğumuz on yıllık dilim içinde çok büyük görevleri olduğunun altını çizmek istiyorum.
Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 projesini yürütürken kullandığımız bir slogan var; “Bir kişi eksikse 2023 hedeflerine ulaşamayız“. Şüphesiz 2023 de bir sembol tarihtir, belki de 2015 yılında 2023’ü yeni bir tarihle revize etmek gerekecek. Asıl mesele, gelecek endişesi ve planı olan bir anlayış içinde hem kamu yönetiminin hem sivil toplumun hem medyanın, toplamda bütün kurumlarımızın kendisini şekillendirmesine katkı sağlamaktır…
Böyle bir rekabet ortamında biz neredeyiz? Bulunduğumuz konjonktürel, coğrafi ve stratejik alan, dünya tarihi açısından ve dünyanın siyasi denklemleri bakımından her zaman önemli oldu. Günümüzde de bu önemini koruyor. Çevremizde bunca gürültünün koptuğu, zaman zaman bizim de benzer sorunlarla muhatap olduğumuz kritik bir coğrafyada yaşıyoruz ve olağanüstü sofistike bir ortamla çerçevelenmiş bulunuyoruz. Diğer açıdan tarihî bir misyonumuz var, iddialarımız var, öngörülerimiz var. Tarihî misyonumuzu yeniden ifa etmek noktasında görev bildiğimiz bazı düşüncelerimiz var. Önce kendi içimizde sonra da etkin olmak istediğimiz bölge ülkelerinde, çevre ülkelerde, İslâm dünyasında, Türk dünyasında, diğer dost ve kardeş müttefik ülkelerde, onlar açısından daha güçlü bir ortaklık nasıl tesis edeceğiz bağlamında önümüzdeki on yıl çok önemli!
Bu noktada bizim talip olduğumuz refahı ve gücü nasıl yöneteceğimiz de çok önemli. Çünkü “değerler inşası“ olmadan gelen refahın çürüme getirdiğini ve bazı sıkıntıları da kısmen yaşadığımızı hepimiz hem kendi hayatımızda ve hem de toplum hayatında birlikte müşahede ediyoruz. Belli bir “değerler inşası“ olmadan gelen refah bizim için beklenenin aksine zararlı da olabilir.
Şu ana kadar yaptığımız çalışmalarda şöyle bir tablo ortaya çıkıyor; bir boyut, tarihî mirasıyla övünen, çok büyük hayali, büyük düşünceleri olan bir iklimi temsil ediyor. Diğer bir boyut da, dünyadaki üretim ve tüketim standartlarını belirleyemediğimiz için bir çaresizlik ortamı sergiliyor. Fakat bunun ikisinin de ortasını bulma imkânı bizim için var. Elbette zayıflık olarak algılanacak butik bir tarz geliştirmenin de kendine göre riskleri var ama bu “Anadolu toprağı“, “Türkiye“ dediğimiz alanın oturduğu saha çok derin bir tarihî birikime, kültürel ve ahlaki bir altyapıya sahip. Ancak bugün çok övündüğümüz bu hususları hangi kurumsal ya da insani gelişmişlikte temsil edeceğimizin önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor.
İşin hakikatinden taviz vermeden nasıl bir evrensel temsil gerçekleştireceğiz? Türkiye’yi nasıl bir cazibe merkezi haline getireceğiz? Bu toplantılar ve bu proje, bu sürecin arayışları. Elbette bu toplantıdan sonra da sizlerin kendi kişisel görev alanlarınızda ya da birlikte hareket ettiğiniz alanlarda bu arayışı sürdürmeniz gerekiyor. Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 projesi de ilk başladığında tek bir proje idi ama bugün binlerce 2023 projesi var. Birçok kurum, birçok bakanlık, birçok valilik ve sayısız kuruluş kendi 2023 perspektiflerini ortaya koydu.
İllerimizin de “Marka Şehir“ konsepti içinde hem ekonomik rekabet edebilirliklerini hem de Türkiye’nin ortak iklimine sunabilecekleri “değerler inşası“ envanterlerini, kurumsal envanterlerini güçlendirmeleri gerekiyor. Zira salt maddi gücün bir yere götürmeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Hem maddi hem manevi ögeleri harmanlayan ve dünyada herkesin “Ben Türkiye’de yaşamak istiyorum“ diyebileceği bir sosyal, siyasal hayat alanı inşasına hep birlikte katkı sunmamız gerekiyor. Bu, “insan“ denen varlığın hem kendi şahsında hem de yönettiği temsil ettiği kurumlarda ortaya koyabileceği bir yaşam tarzı olduğu için, öncelikle kendi benliğimizde kendi nefsimizde bu değerlerin temsilini başlatmamız ve güçlendirmemiz gerekiyor.
Özetlemek gerekirse; önümüzdeki uzun yürüyüşün çok kısa bir tanımlaması var: “Güç ve Adalet İnşası“. Meşru yoldan güce ulaşmak ve bu gücü adaletle tasarruf etmek. Bu ilke; insan hayatına, toplum hayatına, şehir hayatına, nereye isterseniz oraya uyarlanabilecek bir formüldür. Talip olduğumuz güce ulaşmak için insan kaynağını dönüştürmemiz, dönüşen bu insan kaynağının yeni ve yüksek teknoloji üretmesi, ekonomik anlamda rekabet edebilir olması ve bu gücü de adaletle tasarruf edecek bir insani sosyal, ekonomik, kültürel, kurumsal altyapı inşa etmemiz ise önümüzdeki zihinsel eşik. Bunun arayışında olup ikili, üçlü her ortamda yapılan sohbetlerde, toplantılarda, konuşmalarda bu arayışın derinleşmesi için daha birçok tartışma yapmamız gerekiyor.
Bu tartışmaları derinleştirecek diğer bir konu ise Türkiye’nin eleştirel düşünce yeteneği ve kapasitesidir. Bu anlamda çok iyi olduğumuz söylenemez. Özellikle ideolojik kamplaşmaların eleştirel düşünce yeteneğini oldukça zayıflattığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla örnek alınabilecek bazı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin de eleştirel düşünce yeteneğini işletmemiz, ama bunu olumlu, bilimsel, pozitif ve içi dolu bir şekilde yapmamız gerekir. Yoksa anarşi olarak tanımlanabilecek bir eleştirel düşünceden bahsetmiyorum. Toplumun önünü açacak, kamuda, özel sektörde, sivil toplumda, medyada, şehirlerde ve her zeminde inovasyonun önünü açacak bir eleştirel düşünce sistematiğinin çok daha fazla kurumsallaşması gerekiyor.
Bugünkünden çok daha fazla düşünce kuruluşuna ihtiyacımız var. Çok daha fazla duayene, kanaat önderine, sivil toplum kuruluşuna, medyaya ve üniversitelerimizin daha etkin olmasına çok daha fazla ihtiyaç var. Bunun için de derinleşmiş niteliğe ihtiyacımız var. Zira nitelik ne kadar fazla olursa, üreteceğimiz eleştirel düşünce de toplumun önünü o kadar açacaktır.
Bir başka konu da; Türkiye bölgesinde etkin olmak isteyen bir ülkedir. Özelde İslâm dünyasında ve Türk dünyasında, genelde ise dost, müttefik ve kardeş olduğu ülkelerde de daha etkin olmak arayışında. Fakat gelinen noktada sadece din, dil, tarih ve coğrafya olarak özetlediğimiz parametrelerle başarılamayacağını görmemiz gerekiyor. Dil, din, tarih ve coğrafya önemli olmakla birlikte, inşa edeceğimiz ekonomik ve insani kapasitenin ve bu kapasitenin uluslararası sistemden alacağı payın başarı ve hedeflerimizin gerçekleştirilmesinde belirleyici olacağının da altını çizmeliyiz.
Bütün gelişmiş ülkelerde çok basit bir formül vardır. Biz bunu henüz başaramadık. Bir ülkenin siyasi hedefleri, bu hedeflere bağlı ekonomik hedefleri, ekonomik hedeflerine bağlı sektörel hedefleri ve ona bağlı alt sektörel hedefler. Bu dört ayağın aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya olması gerekiyor. Binlerce tekrar yapılmaması ya da bir takım kurumların birbirinin yaptığı çalışmaları iyi niyetle yok eden veya etkisiz kılan politikalar, fiilleri, çalışmalar içinde bulunmaması açısından bu formül çok büyük önem arz ediyor.
Bu anlamda Proje’yi de sadece makroyla ilgilenen, şehirler ya da kurumlar bazında olmayan bir yaklaşım olarak algılamamanızı istirham ederim. Çünkü Şanlıurfa’nın, Gaziantep’in, İstanbul’un, Ankara’nın, Düzce’nin yani hangi ilimiz olursa olsun makro anlamda Ülke’nin nereye oturduğunu görmeden kendi şehirleri için verimli bir perspektif şekillendiremeyeceğinin de altını ısrarla çizmek isterim. Bizim hem insani, ahlaki ve etik değerler anlamında hem de ekonomik anlamda çok boyutlu markalaşmış şehirlere ihtiyacımız var. Bunu hep birlikte uzman ve akademisyenlerimizin de yol göstericiliği altında bugün daha geniş tartışacağız. Ama “marka“ ifadesini salt ekonomik büyüklük ya da sektörel anlamdaki liderlikler olarak algılamak yerine, onlarla birlikte ve onları belki zirveye taşıyacak olan, onların etkisine çarpan etkisiyle çok daha büyük geri dönüşler sağlayacak ahlaki, insani ve etik değerlerle donanmış bir yaşam tarzıyla da bezememiz gerekiyor.
Şanlıurfa’nın, taşıdığı potansiyel, tarih ve misyon itibariyle Türkiye’de belki önemli ilk on içinde olduğunu ve hem bölgesine hem Türkiye’ye çok büyük yarar üretebilecek bir il olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
( TSV 2023 | Şanlıurfa Marka Şehir Toplantısı | Açılış Konuşması | 21 Nisan 2014, Şanlıurfa )