Avrupa Birliği, son dönemde özellikle Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisiyle meydana gelen göç akınları için çözüm yolları bulmaya çalışıyor. Ana göçmen rotalarından en önemlisi, Akdeniz üzerinden geçen yoldur. Orta ve Doğu Akdeniz rotalarında transit ve hedef ülkeler de genel olarak bellidir. Fakat yaşanan bir facia bu ‘malumun ilanı’nda büyük rol oynadı. Ekim 2013’te İtalya’nın Lampedusa Adası yakınlarında 500’den fazla kaçak göçmen taşıyan bir teknenin yanarak batması ve 100’den fazla mültecinin hayatını kaybetmesi üzerine Avrupa Komisyonu’nun İçişlerinden sorumlu üyesi Cecilia Malmström “Üye ülkeler sorumluluklarını yerine getirmeli. Zira bugün sadece 6 veya 7 ülke sorumluluklarını yerine getiriyor...“ diyerek tepkisini dile getirmişti.
Doğu Akdeniz rotası denilen ve Yunanistan, Bulgaristan ve Kıbrıs’tan AB’ye giriş yapan yasadışı göçmenlerin neredeyse tamamının Türkiye üzerinden geçtiği hesaplanmaktadır. Yasadışı göçmen rotaları arasında en yüksek insan geçiş oranı da yine bu rotadır ( kaçak geçişlerin yaklaşık %80’i ). Frontex’in verilerine göre en çok yasadışı göçün yaşandığı bu noktada önlemler alınmaya çalışıldı. AB sınırı kabul edilen Yunanistan ve Bulgaristan ile Türkiye sınırında birtakım önlemler alındı. Bunlardan en önemlisi, Yunanistan’ın kara sınırına uyguladığı ‘duvar’ politikası. Bu sayede karadan geçişlerin azaldığına dikkat çeken Frontex raporu, bu sefer denizyolu geçişlerinin arttığına işaret etmektedir. Tüm itirazlara rağmen, Bulgaristan’ın da bu uygulamayı hayata geçirmeye başladığı biliniyor.[1]
AB açısından, yasadışı göçmenler sorununun en iyi çözümü ise AB sınırına gelmelerini engellemek. Bu sebeple göç veren ülkelerde yapılan çalışmaların yanında transit ülkeler için de bazı projeler geliştirilmektedir. Bu projelerden bazıları, transit ülke olarak Türkiye için de söz konusu. Türkiye, AB uyum çalışmaları çerçevesinde resmi olarak göç ve sığınma politikalarında reforma gitmiş ve AB ile uyumlu hale getirmeye çalışmıştır. İltica ve Yabancılar Kanunu, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, pasaport ve kimliklerin yenilenmesi ve sınır güvenliği mevzusunda gelişmelerin kaydedilmesi aslında Geri Kabul Anlaşması bağlamında atılan adımlardır.
Başbakan Erdoğan’ın AB için “yük olmaya değil yük almaya geliyoruz“ söyleminin somutlaşmış hali olarak söz konusu Geri Kabul Anlaşması’nı görebiliriz. Zira AB topraklarına kaçak olarak giren göçmenlerin hangi yolla geldiklerinin tespit edilmesi oldukça zor. Bunun için de öncelikle göç eden kişinin ifadesine başvurulacağı biliniyor. Türkiye’ye iade edilen yasadışı göçmenlerin yasal statüleri belirlenene kadar Türkiye’de kalması öngörülüyor. Hatta kaynak ülkeler ile AB ve Türkiye’nin geri kabul anlaşması olmadığından Türkiye’nin söz konusu göçmenleri ülkelerine gönderemeyeceği ve dolayısıyla bu göçmenlerin Türkiye’de kalabilecekleri öngörülüyor. Üstelik geri kabul edilen göçmenler için kullanılacak bütçenin AB ile birlikte Türkiye’ye de sorumluluk yüklediği görülebilir. Bütçenin belirsizliği anlaşmanın teknik olarak en sıkıntılı taraflarından biridir.
Türkiye Geri Kabul Anlaşması ile birlikte Türk vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz seyahat etmesini sağlamak adına “Türkiye ile Vize Muafiyeti Rejimi İçin Yol Haritası“ metni de kabul edildi. Geri kabul ile vize muafiyeti arasında resmi çerçevede bir bağ olmamakla birlikte Türkiye ile AB arasındaki görüşmelerde müşterek konular olarak görülmektedir. Göç ve sınır kontrolü konuları hakkında gelişme talep eden vize muafiyeti metni yasadışı göçmenlerin geri kabulü konusunda da Geri Kabul Anlaşması’nın işlerliği üzerinde durmaktadır.
Sürecin ilk başından beri Türkiye’nin açıkça ifade ettiği çekincesi, sürecin sonunda vize muafiyetinin sağlanmamasıdır. Bunun için aslında bir garanti de talep etti. Fakat 2012 Haziranında Türkiye’nin parafladığı Geri Kabul Anlaşması’nın sonucunda vize muafiyetinin sağlanmasının kesin olmadığı görüşü dile getirilmişti. AB Komisyonu’nun o dönemde konuyla ilgili en yetkili isimlerinden olan İçişleri Direktörlüğü Genel Müdürü Stefano Manservisi konuyla ilgili olarak “Sonuçla ilgili garanti veremeyiz. Vereceğimiz tek garanti adil olunacağı garantisidir. Süreç sonunda vize muafiyeti verilip verilmeyeceğini ise Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak oylama ve üye ülkelerin nitelikli çoğunluk temelinde yapacağı oylama belirler“ diyerek Türkiye’nin garanti isteğine olumlu cevap verilemeyeceğini nitelemişti. Bu çekincenin bugün hala devam ettiğini anlaşmadaki ‘tek taraflı askıya alma hakkı’ndan anlayabiliriz. Türkiye bu hakkını eğer AB vize muafiyeti konusunda taahhütlerinin gerisine düşerse kullanabilecek. Böyle soyut bir kavramın uygulanabilirliği oldukça tartışmalı. Üstelik AB de Geri Kabul ile ilgili Türkiye’nin yaptıklarını yeterli görmezse Vize Muafiyeti sürecini askıya alabilecek. AB ile karşılıklı güven ortamının oldukça yara aldığı bir dönemde anlaşmaya böyle bir madde koymak aslında karşılıklı güvensizliğin bir göstergesi olarak algılanabilir.
Şüphesiz bu güvensizlik, AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’in 2008 yılında yaptığı açıklamanın da üzerine inşa edildiği zihinsel temelden kaynaklanmaktadır. Bu temel, serbest dolaşımın başlaması durumunda Müslüman göçmen sayısındaki büyük artış ve bu nüfusun entegrasyona karşı direncini konu alır ve bu algı Avrupa’da oldukça yaygındır. Rehn de bu tutumu onaylamamakla birlikte Avrupa kamuoyundaki bu korkular neticesinde ‘uzun geçiş dönemi’ ve ‘kalıcı önlemler’ yolu ile Türkiye’nin serbest dolaşımdan faydalandırılmayabileceğini dile getirmişti. Öyle ki Avrupa’daki bazı köşe yazarları ve siyasetçiler, serbest dolaşım hakkından vazgeçmesi halinde Türkiye ile üyelik müzakerelerinin daha hızlı ilerleyeceğini dahi dile getiriyor. Avrupa’da yaşanan hukuki süreçler de ‘kafa karışıklığı’nın bir göstergesi niteliğinde. 2011 yılında Almanya’da Munih İdare Mahkemesi 1973’te imzalanan Katma Protokol çerçevesinde verdiği ‘Türklerin turistik ziyaretler için vize alma zorunluluğu olmadığına’ dair karara[2] karşın 2013 Eylül’ünde Avrupa Adalet Divanı tarafından ‘hizmet almak için yapılacak ziyaretlerde vize zorunluluğunu’ onaylayan bir karar almıştır.
Anlaşmaların hukuki temellerinden kaynaklanan, gelecekleri hakkında da belirsizlikler de vardır. Nitekim geri kabul de vize muafiyeti de katılım müzakerelerinin Güney Kıbrıs tarafından dondurulan fasılları ( 2., 24. ve 31. Fasıllar ) içinde değerlendirilmekte ve Türkiye’nin AB üyeliği neticesinde hak ve sorumluluklar almasını sağlamaktadır. Doğal olarak süreç sonunda Güney Kıbrıs’ın Birlik içinde nasıl hareket edeceği ve süreç sonunda Birlik üyesi ülkelerin nitelikli çoğunluğunun onayını alması gereken vize muafiyetine nasıl bakacağı bilinmemektedir.
Bu süreç içerisinde vize muafiyetine giderken öncelikle vize kolaylığı, vize liberlizasyonu gibi kademeler halinde geçileceği öngörülüyor. Bu süreci etkileyebilecek unsurlardan biri de, şüphesiz Türkiye’nin şu anda uyguladığı vize politikasıdır. Birçok ülkeyle ( özellikle AB’nin çekinceli olduğu Ortadoğu ülkeleri ) vizeleri kaldıran veya kolaylaştıran Türkiye’nin bu durumu da AB ile yürütülen vize muafiyeti sürecini etkileyecektir. Hatta AB ile söz konusu vize muafiyeti sağlanması için bazı ülkeler ile yapılan vizesiz seyahat anlaşmalarının askıya alınması gündeme gelebilir.
Konu o kadar tartışmaya açıldı ki, AB Bakanlığı süreç hakkında merak edilen 21 sorunun cevabını içeren bir kitapçık hazırlattı ve kitapçıkta ‘geri kabul’ ve ‘vize muafiyeti’ ayrı ayrı değerlendirildi.[3] Böylece birçok ihtilaflı konuyu açıklığa kavuşturmayı hedefleyen Bakanlık uygulamaya konulacak metinlerin resmi ayrıntılarını ve Türkiye’nin bu anlaşmadaki yeri ve sorumluluklarını anlatmıştır. Böyle bir kitapçığın hazırlanması da Türk kamuoyunun bu konularda kafasının oldukça karışık olduğunu ve/veya olumsuz görüşe sahip olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir.
Burada asıl tartışılması gereken sorun bu tip anlaşmaların Türkiye’yi AB’de hangi konuma getirdiğidir. Gümrük Birliği gibi Geri Kabul Anlaşması ve Vize Muafiyeti gibi anlaşmalar AB’ye üye olmadan imzalanması Türkiye’yi üyelik sürecinde kuvvetlendirir mi yoksa başka bir ortaklık pozisyonuna doğru mu sürükler? Türkiye ucu açık bir süreci daha kaldırabilir mi? Ayrıca Geri Kabul Anlaşması ile birlikte temel sorun da yasadışı göçmenlerin bu anlaşma ile Avrupa’nın sorunu olmaktan çıkıp artık Türkiye’nin sorunu olacağı yönünde. Zira bu görüşe göre Birlik içine girmeden Türkiye’nin Avrupa’daki göçmenler için bir toplama merkezi haline geleceği tezini savunmaktadır. Hâlihazırda zaten transit ülke konumundan hedef ülke konumuna dönüşmeye başlayan Türkiye böylece daha fazla göçmen ile ilgilenmek zorunda kalabilir. Tüm bu sorunların müzakerelerin devamında daha netleşeceği kesin. Fakat AB ile Türkiye arasındaki ilişkinin dalgalı hali böyle kapsamlı anlaşmalar için temkinli olunması gerekliliğini sağlamaktadır.
[1] http://frontex.europa.eu/assets/Publications/Risk_Analysis/Annual_Risk_Analysis_2013.pdf
[2] Münih İdare Mahkemesi’nin aldığı karar Alman Devleti tarafından uygulanmamıştır.
[3]http://www.abgs.gov.tr/files/pub/turkiye_ab_vize_muafiyeti_sureci_ve_geri_kabul_anlasmasi_hakkinda_temel_sorular_ve_yanitlari.pdf