Giriş
Ulus-devlet modeli, egemen yetkileri dikkate alındığında, hala küresel siyasetin en temel birimi ve en önemli aktörü olarak değerlendirilmektedir. Devletler, kendi sınırları içinde rakipsiz güç kullanırken, dünya siyasetinin bağımsız ve özerk birimleri olarak hareket ederler. Ancak günümüzde devletlerin egemenlikleri daha önce hiç olmadıkları kadar tehdit altındadır.
1648 yılında imzalanan ve devletlerin egemenlik hakları konusunda bir dönüm noktası olan Westphalia Antlaşması sonrası dönemde, devletlerin egemenlik haklarını aşındıracak yeni bir uluslararası sistem oluşmaya başlamıştır. Küreselleşme1 olarak adlandırılan bu süreçte küreselleşmenin ekonomik ve siyasi biçimleri, devletin geri çekilme sürecini başlatmış; hatta kimileri dönüşen bu devleti post-egemen devlet olarak adlandırmıştır. Küreselleşme ile birlikte ulus-devletin sınırlarının daha geçirgen olması, dolayısıyla egemenliğinin zayıflaması, kısacası doğasının değişmesi uluslararası düzen ve istikrarı olumsuz yönde etkilemektedir.
Soğuk Savaş döneminde uluslararası sistemin anarşik yapısı çerçevesinde devletler, bağlı oldukları blok içerisinde, kendi güvenliklerini sağlamak ve dolayısıyla savunma kapasitelerini artırmak amacıyla askeri güce (high politics) büyük önem verirken Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşmenin de etkisiyle ortaya çıkan yeni tehditler karşısında güvenliklerini sağlamada yetersiz kalmaya başlamışlardır. Devletlerin güvenliğine yönelik riskler çeşitlenmiş ve askeri tehditlerin yanında askeri olmayan yeni tehditler de gündeme gelmiştir. Tehditlerin çok fazla ve değişken olması sebebiyle ulus-devletin temel aktör olarak ele alındığı “ulusal güvenlik“ anlayışı da değişmeye başlamış; ulusal güvenliğin yanında uluslararası güvenlik, küresel güvenlik ve insani güvenlik kavramları daha fazla tartışılır olmuştur. Yeni güvenlik anlayışında temel aktör ulus-devletten az da olsa uzaklaşarak merkezde toplum ve daha çok bireyin yer aldığı güvenlik anlayışına doğru evrilmiştir. Bu ortamda bir yandan devletlerin arasında artan ekonomik ve siyasi karşılıklı bağımlılık nedeniyle sorunların barışçıl yöntemlerle çözüldüğü güvenlik toplumları ortaya çıkarken diğer yandan devletler, başta terörizm olmak üzere, devlet-dışı aktörlerden kaynaklanan yeni güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalmışlardır. Güvenlik anlayışının kapsamı değişmiş/genişlemiş ve güvenlik, devletler için yalnızca ulusal düzeyde ele alınabilecek bir kavram olmaktan çıkarak uluslararası düzeyde ele alınması zorunlu olan bir kavram haline gelmiştir.
Bu çalışmada küreselleşme sürecinin de etkisiyle ulus-devletin değişen doğası ve Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen/dönüşen güvenlik anlayışı ele alınacaktır. Birinci bölümde uluslararası sistemin en önemli aktörü olan ulus-devletin yapısı incelenecek ve ulusal güvenlik kavramı üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devlet yapısında meydana gelen değişim ve dönüşüm tartışılacaktır. Bu bölümde ulus-devlet yapısına küreselleşmenin tek tip yapı haline getiren zorlamalarına ve ulus-devlet egemenliğine etkilerine yer verilecektir. Üçüncü bölümde ise küreselleşme ile güvenlik arasındaki ilişki üzerinde durulacak; küreselleşme sürecinde ortaya çıkan tehditlerin çeşitlenmesiyle birlikte klasik güvenlik anlayışında meydana gelen değişikliklere ve güvenliğin dönüşümüne değinilerek çalışma sonlandırılacaktır.
1. Ulus-Devlet ve ulusal Güvenlik
Devlet2, maddi ve manevi tüm diğer kurum ve grupları hâkimiyeti altına almayı başaran bir merkezi önetim sistemi olarak 15. ve 16. yüzyıl Avrupası’nda doğmuştur. Ulus-devlet temelli sistem, 17. yüzyılda yapılan Otuz Yıl savaşlarını takip eden yıllarda öncelikle Avrupa’da ortaya çıkmış, daha sonra da dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Modern devlet kavramını resmileştirdiği varsayılan 1648 Westphalia Anlaşması ile birlikte devlet egemen birim olarak, dünya sahnesinin temel aktörü haline gelmiş ve her devletin kendi sınırları içinde en yüksek otorite sahip olduğu ve diğer devletlerin de bu haklarına saygı duyması gerektiği anlayışı kabul edilmeye başlanmıştır. Westphalia Anlaşması ile dünya siyasal sistemi, devletlerin eşitliği, egemenliği ve başka devletlerin içişlerine karışmama doktrini gibi temel uluslararası hukuk normları aracılığıyla yapılandırılmıştır. Devlet içi ve devlet dışı alanlar birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış; devlet içinde düzen ve güvenlik durumu sürerken, devletlerarası ortamda düzensizliğin ve anarşinin var olduğuna inanılmıştır.3 Devletlerin uluslararası hukuktaki klasik tanımı ise 1933 yılında imzalanan Montevideo Konvansiyonu’nda yer almıştır.4 Montevideo Konvansiyonu’nun 1. Maddesi’ne göre uluslararası hukuk açısından bir devletin sahip olması gereken nitelikler belirtilmiştir. Devletin siyasal varlığı, diğer devletler tarafından tanınmasına bağlı değildir. Söz konusu Konvansiyon’un Madde 3’üne göre Devlet, tanıma olmadan da varlığını ve refahını sürdürme ve bunun sonucunda kendisini uygun gördüğü biçimde örgütlemeye yönelik olarak bütünlük ve bağımsızlığını koruma hakkına sahiptir. Montevideo Konvansiyonu Madde 10’a göre ise “devletlerin öncelikli çıkarının uluslararası barışın korunması olduğu ve aralarındaki sorunları barışçıl metotlar kullanılarak çözülmesi gerektiği“ ifade edilmektedir. Benzer ifadeler, 1945 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın çeşitli maddelerinde de yer almaktadır.5 Ancak geleneksel güvenlik anlayışı bu yönde gelişmemiştir. Özellikle Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenlik, çoğunlukla realist yaklaşımdan beslenmiştir. Uluslararası sistemin anarşik olması nedeniyle devletler, anarşi ortamında diğer devletler karşısında kendi güçlerini en yüksek dereceye çıkararak hayatta kalma arayışına girmişlerdir.6 Realistlere göre, uluslararası siyasi ortamın, ulusal siyasi ortamlar gibi hiyerarşik değil de anarşik olmasının bir neticesi olarak uluslararası ilişkilerde her devlet kendi başının çaresine bakabilecek bir konumda olmak zorundadır.7 Bu zorunluluk durumu kendi başının çaresine bakma ya da kendine yardım kavramı (self help) ile ifade edilir. Böyle bir anarşik ortamda devletler rekabet içerisinde, gücün öncelendiği ve maddi faktörlerin daha fazla dikkate alındığı askeri/stratejik (high politics) konulara odaklanmışlardır.8 Dolayısıyla siyaset, güç elde etmek için bir mücadele haline gelmiş ve nihai hedef ne olursa olsun güç birincil amaç olmuştur.9 Tehditkâr ve kendi kendine yetmenin hâkim olduğu bir ortam olarak yorumlanan anarşik uluslararası devlet sisteminde, “rasyonel“ olarak hareket eden devletler, güçlerini diğer devletlerin sahip olduğu gücün üzerine çıkartırken içgüdüsel olarak ulusal çıkarlarını belirlerler.10 Bir devletin en önemli ulusal çıkarı ve dış politika amacı, varlığını sürdürmek yani güvenliğini sağlamaktır.11 Beka, hayati bir saik olup, devletlerin sahip olabileceği diğer tüm araçlara ulaşmak için bir ön şarttır.12 Devletler ve devletleri yönetenler, öncelikli olarak devletlerin toprak bütünlüğünü ve iç siyasi düzenlerindeki özerkliğini idame ettirme peşindedirler.13 Bunu da daha fazla güç elde ederek sağlamaya çalışmaktadırlar. ulusal beka risk altındaysa sorumlu liderlerin ahlak dâhil tüm kaygı ve düşünceleri bir tarafa bırakmak dışında bir seçeneği kalmayabilir. Klasik realizm açısından bu durum insan doğasının siyasal ortama yansımasından kaynaklanır; devletlerin eylemleri, ahlaki ilkeler ve hukuki bağlılıklarca değil, çıkar ve güce dair hesaplarca belirlenir.14
Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
TASAM Yayınlarının “Devlet Doğasının Değişimi ve Güvenliğin Sınırları" isimli kitabından alınmıştır. Kitabı incelemek için lütfen tıklayınız.
Ulus-devlet modeli, egemen yetkileri dikkate alındığında, hala küresel siyasetin en temel birimi ve en önemli aktörü olarak değerlendirilmektedir. Devletler, kendi sınırları içinde rakipsiz güç kullanırken, dünya siyasetinin bağımsız ve özerk birimleri olarak hareket ederler. Ancak günümüzde devletlerin egemenlikleri daha önce hiç olmadıkları kadar tehdit altındadır.
1648 yılında imzalanan ve devletlerin egemenlik hakları konusunda bir dönüm noktası olan Westphalia Antlaşması sonrası dönemde, devletlerin egemenlik haklarını aşındıracak yeni bir uluslararası sistem oluşmaya başlamıştır. Küreselleşme1 olarak adlandırılan bu süreçte küreselleşmenin ekonomik ve siyasi biçimleri, devletin geri çekilme sürecini başlatmış; hatta kimileri dönüşen bu devleti post-egemen devlet olarak adlandırmıştır. Küreselleşme ile birlikte ulus-devletin sınırlarının daha geçirgen olması, dolayısıyla egemenliğinin zayıflaması, kısacası doğasının değişmesi uluslararası düzen ve istikrarı olumsuz yönde etkilemektedir.
Soğuk Savaş döneminde uluslararası sistemin anarşik yapısı çerçevesinde devletler, bağlı oldukları blok içerisinde, kendi güvenliklerini sağlamak ve dolayısıyla savunma kapasitelerini artırmak amacıyla askeri güce (high politics) büyük önem verirken Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşmenin de etkisiyle ortaya çıkan yeni tehditler karşısında güvenliklerini sağlamada yetersiz kalmaya başlamışlardır. Devletlerin güvenliğine yönelik riskler çeşitlenmiş ve askeri tehditlerin yanında askeri olmayan yeni tehditler de gündeme gelmiştir. Tehditlerin çok fazla ve değişken olması sebebiyle ulus-devletin temel aktör olarak ele alındığı “ulusal güvenlik“ anlayışı da değişmeye başlamış; ulusal güvenliğin yanında uluslararası güvenlik, küresel güvenlik ve insani güvenlik kavramları daha fazla tartışılır olmuştur. Yeni güvenlik anlayışında temel aktör ulus-devletten az da olsa uzaklaşarak merkezde toplum ve daha çok bireyin yer aldığı güvenlik anlayışına doğru evrilmiştir. Bu ortamda bir yandan devletlerin arasında artan ekonomik ve siyasi karşılıklı bağımlılık nedeniyle sorunların barışçıl yöntemlerle çözüldüğü güvenlik toplumları ortaya çıkarken diğer yandan devletler, başta terörizm olmak üzere, devlet-dışı aktörlerden kaynaklanan yeni güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalmışlardır. Güvenlik anlayışının kapsamı değişmiş/genişlemiş ve güvenlik, devletler için yalnızca ulusal düzeyde ele alınabilecek bir kavram olmaktan çıkarak uluslararası düzeyde ele alınması zorunlu olan bir kavram haline gelmiştir.
Bu çalışmada küreselleşme sürecinin de etkisiyle ulus-devletin değişen doğası ve Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen/dönüşen güvenlik anlayışı ele alınacaktır. Birinci bölümde uluslararası sistemin en önemli aktörü olan ulus-devletin yapısı incelenecek ve ulusal güvenlik kavramı üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devlet yapısında meydana gelen değişim ve dönüşüm tartışılacaktır. Bu bölümde ulus-devlet yapısına küreselleşmenin tek tip yapı haline getiren zorlamalarına ve ulus-devlet egemenliğine etkilerine yer verilecektir. Üçüncü bölümde ise küreselleşme ile güvenlik arasındaki ilişki üzerinde durulacak; küreselleşme sürecinde ortaya çıkan tehditlerin çeşitlenmesiyle birlikte klasik güvenlik anlayışında meydana gelen değişikliklere ve güvenliğin dönüşümüne değinilerek çalışma sonlandırılacaktır.
1. Ulus-Devlet ve ulusal Güvenlik
Devlet2, maddi ve manevi tüm diğer kurum ve grupları hâkimiyeti altına almayı başaran bir merkezi önetim sistemi olarak 15. ve 16. yüzyıl Avrupası’nda doğmuştur. Ulus-devlet temelli sistem, 17. yüzyılda yapılan Otuz Yıl savaşlarını takip eden yıllarda öncelikle Avrupa’da ortaya çıkmış, daha sonra da dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Modern devlet kavramını resmileştirdiği varsayılan 1648 Westphalia Anlaşması ile birlikte devlet egemen birim olarak, dünya sahnesinin temel aktörü haline gelmiş ve her devletin kendi sınırları içinde en yüksek otorite sahip olduğu ve diğer devletlerin de bu haklarına saygı duyması gerektiği anlayışı kabul edilmeye başlanmıştır. Westphalia Anlaşması ile dünya siyasal sistemi, devletlerin eşitliği, egemenliği ve başka devletlerin içişlerine karışmama doktrini gibi temel uluslararası hukuk normları aracılığıyla yapılandırılmıştır. Devlet içi ve devlet dışı alanlar birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış; devlet içinde düzen ve güvenlik durumu sürerken, devletlerarası ortamda düzensizliğin ve anarşinin var olduğuna inanılmıştır.3 Devletlerin uluslararası hukuktaki klasik tanımı ise 1933 yılında imzalanan Montevideo Konvansiyonu’nda yer almıştır.4 Montevideo Konvansiyonu’nun 1. Maddesi’ne göre uluslararası hukuk açısından bir devletin sahip olması gereken nitelikler belirtilmiştir. Devletin siyasal varlığı, diğer devletler tarafından tanınmasına bağlı değildir. Söz konusu Konvansiyon’un Madde 3’üne göre Devlet, tanıma olmadan da varlığını ve refahını sürdürme ve bunun sonucunda kendisini uygun gördüğü biçimde örgütlemeye yönelik olarak bütünlük ve bağımsızlığını koruma hakkına sahiptir. Montevideo Konvansiyonu Madde 10’a göre ise “devletlerin öncelikli çıkarının uluslararası barışın korunması olduğu ve aralarındaki sorunları barışçıl metotlar kullanılarak çözülmesi gerektiği“ ifade edilmektedir. Benzer ifadeler, 1945 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nın çeşitli maddelerinde de yer almaktadır.5 Ancak geleneksel güvenlik anlayışı bu yönde gelişmemiştir. Özellikle Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenlik, çoğunlukla realist yaklaşımdan beslenmiştir. Uluslararası sistemin anarşik olması nedeniyle devletler, anarşi ortamında diğer devletler karşısında kendi güçlerini en yüksek dereceye çıkararak hayatta kalma arayışına girmişlerdir.6 Realistlere göre, uluslararası siyasi ortamın, ulusal siyasi ortamlar gibi hiyerarşik değil de anarşik olmasının bir neticesi olarak uluslararası ilişkilerde her devlet kendi başının çaresine bakabilecek bir konumda olmak zorundadır.7 Bu zorunluluk durumu kendi başının çaresine bakma ya da kendine yardım kavramı (self help) ile ifade edilir. Böyle bir anarşik ortamda devletler rekabet içerisinde, gücün öncelendiği ve maddi faktörlerin daha fazla dikkate alındığı askeri/stratejik (high politics) konulara odaklanmışlardır.8 Dolayısıyla siyaset, güç elde etmek için bir mücadele haline gelmiş ve nihai hedef ne olursa olsun güç birincil amaç olmuştur.9 Tehditkâr ve kendi kendine yetmenin hâkim olduğu bir ortam olarak yorumlanan anarşik uluslararası devlet sisteminde, “rasyonel“ olarak hareket eden devletler, güçlerini diğer devletlerin sahip olduğu gücün üzerine çıkartırken içgüdüsel olarak ulusal çıkarlarını belirlerler.10 Bir devletin en önemli ulusal çıkarı ve dış politika amacı, varlığını sürdürmek yani güvenliğini sağlamaktır.11 Beka, hayati bir saik olup, devletlerin sahip olabileceği diğer tüm araçlara ulaşmak için bir ön şarttır.12 Devletler ve devletleri yönetenler, öncelikli olarak devletlerin toprak bütünlüğünü ve iç siyasi düzenlerindeki özerkliğini idame ettirme peşindedirler.13 Bunu da daha fazla güç elde ederek sağlamaya çalışmaktadırlar. ulusal beka risk altındaysa sorumlu liderlerin ahlak dâhil tüm kaygı ve düşünceleri bir tarafa bırakmak dışında bir seçeneği kalmayabilir. Klasik realizm açısından bu durum insan doğasının siyasal ortama yansımasından kaynaklanır; devletlerin eylemleri, ahlaki ilkeler ve hukuki bağlılıklarca değil, çıkar ve güce dair hesaplarca belirlenir.14
Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
TASAM Yayınlarının “Devlet Doğasının Değişimi ve Güvenliğin Sınırları" isimli kitabından alınmıştır. Kitabı incelemek için lütfen tıklayınız.
Not: TASAM Yayınlarının kitapları http://yayinlar.tasam.org/ sitesinden çevrimiçi olarak alınabilir.