Bu âlemin varlık sebebi olan insan, kendi hayatiyetini sürdürebilmek için bu âlemden faydalanma adına ona şekil vermeye çalışırken, en büyük engel yine kendisinden zuhur etmektedir. Bu nedenle insanoğlunun temel hedefi, kendisinden kaynaklanan sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik, vereceği mücadeledeki muvaffakiyeti olmak zorundadır. Çünkü bu evrende insandan başka hiçbir varlık yoktur ki sürekli sorun üretsin. Unutmayalım ki insanın ürettiği bu sorunları çözecek olan yine İNSAN’dan başkası değildir.
Bu çerçevede ilk aşamada bireyin ve ikinci aşamada toplumun eğitimli, sağlıklı, uyumlu ve sorumluluğu önceleyen, en önemlisi kendi değerleriyle ve kendisiyle barışık bir yapıya kavuşması mutlak anlamda zorunluluk arz etmektedir. Aksi takdirde insan kendi varlığına kendisi kastetmiş olacaktır.
İnsanın ürettiği sorunun yine insan tarafından çözümü konusunda karşımıza çıkan en ciddi ve acı verici olay savaşlardır. Çünkü bu dünya gerçeğinde değişmeyen bir olgu var ki o da “Hak“ ile “batıl“ arasındaki mücadeledir. Bu nedenledir ki geçmişten bugüne Dünya Tarihinde savaşların dışında kayda değer başka olaylara rastlamak bir hayli zordur.
Dolayısıyla insanın ürettiği sorunları yine insan çözerken, söz konusu taraflar arasında sorunun ciddiyeti ölçüsünde; müzakere ler, rekabetler, mücadeleler ve savaşlar yaşanmak zorunda kalmaktadır. Söz konusu karşı koymalarda muvaffakiyet elde edebilmek için her bir taraf, kendi içinde olabildiğince geniş ölçekli, güçlü bağlara dayanan, güveni esas alan, uyumlu, nihayetinde birliğe dayanan bütünleşmeyi, (Milli Birlik) gerçekleştirmek zorundadırlar.
A. Yapan ve Yıkan Yönüyle İnsan
Hakkında bilinmeyeni, bilineninden çok daha fazla olan insan, bu âlemin hem varlık sebebi hem de en önemli öznesidir. Bu itibarla yaşadığımız dünyada; sosyal, siyasi ve iktisadi her ne kadar sorun varsa bunların kahir ekseriyetinin müsebbibi bizatihi insanın kendisi olduğu gibi söz konusu sorunları çözebilecek tek varlık yine insanın kendisinden başkası değildir.
Bu âlemin en donanımlı varlığı olan insanının; refahının, mutluluğunun, huzur ve güvenliğinin temini, hayatının asıl amacı ve sorumluluğu dâhilindedir. Ancak bu hedefe ulaşmada genel anlamda insanlığın yetersiz kaldığı mutlak bir gerçektir.
Çünkü geçmişten bugüne insanoğlu; cana ve mala gasp, hırsızlık, haksızlık, zulüm, terör ve savaş gibi ne kadar ağır travmalarla karşı karşıya kalmış ise bunların tek sebebi yine insanın kendisidir. Hatta insanlığın tarihte olduğu gibi bugün hala yaşmakta olduğu en zor hallerden olan; yoksulluk, sefalet ve açlığın yine en büyük sorumlusu insandan başkası değildir.
İnsanın; kendisini, yakın uzak sosyal çevresini ve ona bahşedilmiş olan Dünyadaki bütün nimetleri heba edercesine, sorumsuz ve saldırgan bir tarzda davranış sergilemesi, yukarıda bahsettiğimiz; içtimai, iktisadi ve siyasi sorunların ortaya çıkmasının asıl nedenidir. İnsanın sorun üretme de bu denli mahir olmasında, onun fıtratından gelen bazı zafiyetlerle birlikte, içinde yaşadığı sosyal çevrenin rolünü göz ardı etmek mümkün değildir.
Bu itibarla insanlığın hâlihazırda muhatap olduğu ve can yakıcı meselelerin üstesinden gelebilmek için öncelikle insanın, müspet ve menfi yönleriyle çok iyi anlaşılması ve bu çerçevede yapıcı, olumlu ve sorun çözücü yönlerinin geliştirip öne çıkarılması gerekmektedir. Bununla birlikte yine insanın, sorun üreten, yıkıcı ve negatif özelliklerini asgari düzeye çekecek, mümkünse ortadan kaldıracak ve yerine göre baskılayıcı önlemleri almak konunun bir diğer boyutunu teşkil etmektedir.
Bu Âlemin en donanımlısı ve buna bağlı, tek sorumlu varlığı olan insan, bu dünyadaki varlığı sürecinde sürekli tercihte bulunmak suretiyle hayatını yaşarken, kendi kişisel sorumluluklarının gereğini yerine getirip getirmeme konusunda yapıcı ve yıkıcı olma şeklindeki iki yoldan birisini tercih etmiş olmaktadır.
B. Birey ve Toplum
Her yönüyle mükemmel bir varlık olan insanın bu mükemmelliği ölçüsünde acziyet içinde olduğunu, bundan dolayı beden ve ruhun sürekli desteğe ihtiyaç duyduğunu da göz ardı etmek mümkün değildir. İnsanın sağlıklı ve verimli bir şekilde hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu söz konusu desteğin büyük bir bölümünü ancak çevresi vasıtasıyla temin edebildiği de bir gerçektir.
Bundan dolayı insanın, birey olarak tek başına hayatını sürdürebilmesi mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla belli bir sosyal yapının içinde yaşmak zorunda olan birey insanın, o sosyal çevreden ihtiyaç duyduğu bedeni, ruhi ve psikolojik desteği sağlıklı bir şekilde temin edebilmesi için kendisinin de söz konusu sosyal çevreye karşı sorumlulukları olduğunu kabul etmesi ve bunu yerine getirmesi kaçınılmazdır.
Bu çerçevede bireyin topluma, toplumunda bireye karşı sorumlulukları olduğunu kabul etmek zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla her ikisi arasında tam bir uyumun tesis edilmesi, söz konusu karşılıklı pozitif etkileşim için tek çaredir. Bu nedenle birey, kendi varlığı için ait olduğu sosyal çevrenin varlığı ve gücünün gereğine inanıp o istikamette bireysel yaşantısını kurgulamak zorunda iken, toplum da her bir bireyin sağlıklı ve refah içinde hayatını sürdürebilmesinin kendi sorumluluğunda olduğunu kabul edip ona göre sosyal davranışlar üretmek zorundadır.
Bu çerçevede birey ve toplum birlikteliğinin sağlanabilmesi için öncelikle toplumu bağımsız bir bünye ve kişilik gibi algılayıp, bireyleri ise o bünyenin birer hücreleri gibi kabul etmek yanlış olmayacaktır. Nasıl ki bir bünyedeki bütün hücreler o bünyenin bir bütün kişilik olarak varlığını temin ediyorlarsa, toplumdaki her bir bireyi de ilgili sosyal bünyenin birer hücresi gibi kabul etmek gerekmektedir.
Bu noktada bütün mesele bünye hücre uyumsuzluğunda ortaya çıkmaktadır. Düşünelim ki bünyeyle uyumlu olmayan bir kanser hücresi nasıl ki bütün vücudu sarıp onu yok edebiliyorsa, aynı şekilde toplumsal yapının genel özelliklerine uymayan bireyler ve onların oluşturduğu daha küçük sosyal gruplar da genel yapının varlığını tehdit edebilmektedirler.
Dolayısıyla bireyin varlığı toplumun varlığına, toplumun varlığı ise bireyin varlığına bağlı olduğundan her ikisi arasındaki sağlıklı ve güvene dayalı sosyal ilişkilerin tesisi için farklılıklardan ziyade ortaklıkları geliştirici sosyal politikaların oluşturulması önem arz etmektedir.
Bu çerçevede ilk aşamada bireyin ve ikinci aşamada toplumun eğitimli, sağlıklı, uyumlu ve sorumluluğu önceleyen, en önemlisi kendi değerleriyle ve kendisiyle barışık bir yapıya kavuşması mutlak anlamda zorunluluk arz etmektedir. Aksi takdirde insan kendi varlığına kendisi kastetmiş olacaktır.
İnsanın ürettiği sorunun yine insan tarafından çözümü konusunda karşımıza çıkan en ciddi ve acı verici olay savaşlardır. Çünkü bu dünya gerçeğinde değişmeyen bir olgu var ki o da “Hak“ ile “batıl“ arasındaki mücadeledir. Bu nedenledir ki geçmişten bugüne Dünya Tarihinde savaşların dışında kayda değer başka olaylara rastlamak bir hayli zordur.
Dolayısıyla insanın ürettiği sorunları yine insan çözerken, söz konusu taraflar arasında sorunun ciddiyeti ölçüsünde; müzakere ler, rekabetler, mücadeleler ve savaşlar yaşanmak zorunda kalmaktadır. Söz konusu karşı koymalarda muvaffakiyet elde edebilmek için her bir taraf, kendi içinde olabildiğince geniş ölçekli, güçlü bağlara dayanan, güveni esas alan, uyumlu, nihayetinde birliğe dayanan bütünleşmeyi, (Milli Birlik) gerçekleştirmek zorundadırlar.
A. Yapan ve Yıkan Yönüyle İnsan
Hakkında bilinmeyeni, bilineninden çok daha fazla olan insan, bu âlemin hem varlık sebebi hem de en önemli öznesidir. Bu itibarla yaşadığımız dünyada; sosyal, siyasi ve iktisadi her ne kadar sorun varsa bunların kahir ekseriyetinin müsebbibi bizatihi insanın kendisi olduğu gibi söz konusu sorunları çözebilecek tek varlık yine insanın kendisinden başkası değildir.
Bu âlemin en donanımlı varlığı olan insanının; refahının, mutluluğunun, huzur ve güvenliğinin temini, hayatının asıl amacı ve sorumluluğu dâhilindedir. Ancak bu hedefe ulaşmada genel anlamda insanlığın yetersiz kaldığı mutlak bir gerçektir.
Çünkü geçmişten bugüne insanoğlu; cana ve mala gasp, hırsızlık, haksızlık, zulüm, terör ve savaş gibi ne kadar ağır travmalarla karşı karşıya kalmış ise bunların tek sebebi yine insanın kendisidir. Hatta insanlığın tarihte olduğu gibi bugün hala yaşmakta olduğu en zor hallerden olan; yoksulluk, sefalet ve açlığın yine en büyük sorumlusu insandan başkası değildir.
İnsanın; kendisini, yakın uzak sosyal çevresini ve ona bahşedilmiş olan Dünyadaki bütün nimetleri heba edercesine, sorumsuz ve saldırgan bir tarzda davranış sergilemesi, yukarıda bahsettiğimiz; içtimai, iktisadi ve siyasi sorunların ortaya çıkmasının asıl nedenidir. İnsanın sorun üretme de bu denli mahir olmasında, onun fıtratından gelen bazı zafiyetlerle birlikte, içinde yaşadığı sosyal çevrenin rolünü göz ardı etmek mümkün değildir.
Bu itibarla insanlığın hâlihazırda muhatap olduğu ve can yakıcı meselelerin üstesinden gelebilmek için öncelikle insanın, müspet ve menfi yönleriyle çok iyi anlaşılması ve bu çerçevede yapıcı, olumlu ve sorun çözücü yönlerinin geliştirip öne çıkarılması gerekmektedir. Bununla birlikte yine insanın, sorun üreten, yıkıcı ve negatif özelliklerini asgari düzeye çekecek, mümkünse ortadan kaldıracak ve yerine göre baskılayıcı önlemleri almak konunun bir diğer boyutunu teşkil etmektedir.
Bu Âlemin en donanımlısı ve buna bağlı, tek sorumlu varlığı olan insan, bu dünyadaki varlığı sürecinde sürekli tercihte bulunmak suretiyle hayatını yaşarken, kendi kişisel sorumluluklarının gereğini yerine getirip getirmeme konusunda yapıcı ve yıkıcı olma şeklindeki iki yoldan birisini tercih etmiş olmaktadır.
B. Birey ve Toplum
Her yönüyle mükemmel bir varlık olan insanın bu mükemmelliği ölçüsünde acziyet içinde olduğunu, bundan dolayı beden ve ruhun sürekli desteğe ihtiyaç duyduğunu da göz ardı etmek mümkün değildir. İnsanın sağlıklı ve verimli bir şekilde hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu söz konusu desteğin büyük bir bölümünü ancak çevresi vasıtasıyla temin edebildiği de bir gerçektir.
Bundan dolayı insanın, birey olarak tek başına hayatını sürdürebilmesi mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla belli bir sosyal yapının içinde yaşmak zorunda olan birey insanın, o sosyal çevreden ihtiyaç duyduğu bedeni, ruhi ve psikolojik desteği sağlıklı bir şekilde temin edebilmesi için kendisinin de söz konusu sosyal çevreye karşı sorumlulukları olduğunu kabul etmesi ve bunu yerine getirmesi kaçınılmazdır.
Bu çerçevede bireyin topluma, toplumunda bireye karşı sorumlulukları olduğunu kabul etmek zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla her ikisi arasında tam bir uyumun tesis edilmesi, söz konusu karşılıklı pozitif etkileşim için tek çaredir. Bu nedenle birey, kendi varlığı için ait olduğu sosyal çevrenin varlığı ve gücünün gereğine inanıp o istikamette bireysel yaşantısını kurgulamak zorunda iken, toplum da her bir bireyin sağlıklı ve refah içinde hayatını sürdürebilmesinin kendi sorumluluğunda olduğunu kabul edip ona göre sosyal davranışlar üretmek zorundadır.
Bu çerçevede birey ve toplum birlikteliğinin sağlanabilmesi için öncelikle toplumu bağımsız bir bünye ve kişilik gibi algılayıp, bireyleri ise o bünyenin birer hücreleri gibi kabul etmek yanlış olmayacaktır. Nasıl ki bir bünyedeki bütün hücreler o bünyenin bir bütün kişilik olarak varlığını temin ediyorlarsa, toplumdaki her bir bireyi de ilgili sosyal bünyenin birer hücresi gibi kabul etmek gerekmektedir.
Bu noktada bütün mesele bünye hücre uyumsuzluğunda ortaya çıkmaktadır. Düşünelim ki bünyeyle uyumlu olmayan bir kanser hücresi nasıl ki bütün vücudu sarıp onu yok edebiliyorsa, aynı şekilde toplumsal yapının genel özelliklerine uymayan bireyler ve onların oluşturduğu daha küçük sosyal gruplar da genel yapının varlığını tehdit edebilmektedirler.
Dolayısıyla bireyin varlığı toplumun varlığına, toplumun varlığı ise bireyin varlığına bağlı olduğundan her ikisi arasındaki sağlıklı ve güvene dayalı sosyal ilişkilerin tesisi için farklılıklardan ziyade ortaklıkları geliştirici sosyal politikaların oluşturulması önem arz etmektedir.