Ahi akıncı derviş ve gazilerin ülküsü:
Türk için gökyüzünü vatanın çadırına, yeryüzünü de secde için seccadeye dönüştürmek ve zamana ezan sesiyle hükmetmek idi.
1 Giriş:
Bilhassa son iki yüz yıldır Türk İslam medeniyetinin en önemli devletlerinden olan Cihanşümul Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküşüyle birlikte ortaya çıkan İslam coğrafyasındaki hezimet, bugüne dek artarak devam etmiş, hali hazırda yaşanan katliam ve sürgünlerle tam bir insanlık trajedisine dönüşmüş durumdadır.
Bu vaziyetin yaşanmasında tek bir etkenden bahsetmek mümkün olmamakla birlikte, görünürdeki asıl sebebin, Türk ve İslam dünyası ile Hristiyan/ Yahudi dünyası arasındaki gelişmişlik farkının çok büyük boyutlara ulaşmasıdır. Bu aşırı dengesizlik, Hristiyan/Yahudi Batı dünyasına İslam ülkeleri üzerinde ameliyat yapmalarına cesaret vermektedir. Bu cesaret sayesinde Batı ülkeleri, I. Dünya Savaşı sonrasında 24 parçaya ayırdıkları Osmanlı topraklarını, kendileri açısından şartların yeniden oluştuğu yüz yıl sonra, mevcut her bir parçayı tekrar en az iki ya da üçe bölmek suretiyle, İslam ülkelerini tamamen etkisiz hale getirmeye çalıştıklarına şahit olmaktayız.
İslam ülkelerinin, Hristiyan/Yahudi Batı karşısındaki bu acziyetinin sebeplerini anlayabilmek için evvela bu ülkelerdeki mevcut sosyal ve siyasal yapılanmalara göz atmak gerekmektedir. Böyle bir irdeleme sonucunda, bu ülkelerde sosyal yapıların ortak değerler etrafında güç birliği oluşturmaktan
ziyade, sosyal ve siyasal farklılıklar ekseninde çatışmacı bir yapıya oturduğu açıkça görülmektedir.
Konunun bir diğer boyutunu ise toplumların din ile olan ilişkilerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda, özellikle Arap toplumlarının ve kısmen de son yüz yıllarda Türk milletinin dine yaklaşımının akıl ekseninden ayrılarak, kaderci/mistik bir zemine kayması, son derece önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu değerlendirmeler, mevcut sorunların çözümünün büyük ölçüde Türkiye’nin kendi sorunlarını kendisinin çözmesine bağlılığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle Ülkemizdeki sosyal, siyasal ve iktisadi sorunların halli konusunda, son iki yüzyıldır olduğu gibi Batı menşeili arayışlar yerine, kendine has değerlere dönmekle mümkün olduğu dikkatlerden kaçmalıdır. Bu anlamda Ahilik düşüncesi ve teşkilatı gibi tarihi değer ve oluşumlardan faydalanmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. İlk bakışta bir sivil toplum kuruluşu özelliği taşıyan Ahilik teşkilatının, fonksiyonları ele alındığında, eğitim, iktisat ve siyaset dâhil hayatın her alanında, özellikle devletin ulaşmadığı yerlerde onun vazifelerini üstlenmesi bakımından son derece manidar bir yapılanma olduğu görülmektedir.
Günümüzde ise Neo liberal ekonomi politikalarıyla, bir taraftan devletin gereksizliği üzerinde durulurken, öte yandan küresel çok uluslu şirketlere yol verilmek suretiyle, asıl hedef olan küresel Batı merkezli tek tip devlet giden yolun taşları döşenmeye çalışılmaktadır. Böylesi büyük bir plana karşı Türkiye öncüllüğünde İslam ülkelerinin etkili bir tepki ortaya koyabilmesi için evvela her ülkenin kendi içindeki, daha sonra ise ülkeler arasındaki yapay ve basit meselelerden sıyrılıp, güçlü bir devlet yapılanması için Ahilik kültüründe olduğu şekliyle İktisadi yönü kuvvetli olan etkin bir devlet oluşumuna ihtiyaç bulunmaktadır.
Günümüzde Neo liberal politikalarla, iktisadi ve sosyal hayattan olabildiğince dışlanan devlet, Türk İslam medeniyetinde “devlet baba“ ifadesiyle tanımlanan; tebaasını koruma ve kollama, zora düştüğü her an ve her yerde ona destek olma vasfı olan fonksiyonlarını ifa edemez hale gelmektedir. Bu haliyle çağdaş anlamda “sosyal devlet“ olarak tanımlanan devlet yapılanması da erozyona uğratılmak suretiyle, vatandaş ile devletin arasındaki güvene dayalı ilişki büyük ölçüde kaybolmaktadır (Özerkmen, 2004: 59).
Böylelikle, toplumdaki devlet bilinci ve şuuru zayıflarken, bu hal devletin de güç kaybına neden olmaktadır. Bu anlamda, dış tehdide karşı tekrar güçlü bir devlet tesisi edebilmek için öncelikle toplumdaki devlet şuurunun tekrar güçlü bir şekilde tesisine ihtiyaç vardır. Bunun gerçekleşmesinde de Ahilik kültürünün değerlerinden ve tecrübelerinden faydalanılması süreci kolaylaştıracağı muhakkaktır.
Söz konusu değerlendirmeler ışığında bu çalışmada öncelikle Ahilik teşkilatı hakkında kısa bilgiler verilmek suretiyle, ardından Ahilik teşkilatı ve kültürünün, iktisadi hayat ve devletin oluşumu ve yaşatılmasındaki rolü üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
2. Ahilik Kültürü ve Örgütlenmesi
Ahlak ile sanatın, üretimin ve ticaretin bir araya geldiği bir sistem olarak tarif edilebilecek olan Ahilik sistemi, 13. yy’dan itibaren Selçuklu Devleti’nin yıkılışının ardından kültürel değerleriyle Anadolu topraklarında kök salmaya başlamıştır. Zenginle fakir, üretici ile tüketici, emek ile sermaye ve vatandaş ile devlet arasında sağlam ve güvenilir ilişkiler kurmayı amaçlayan Ahilik Teşkilatı, bütün faaliyetlerini güzel ahlak ve sosyal adalet sistemi üzerinde kurmaya çalışmıştır (Ekinci, 1990: 22). Ahilik, böyle bir sistemi kurarken, Dünya’da ilk defa ahlaki değerleri kurumsallaştırmayı da başarmıştır.
2.1. Ahiliğin Doğuşu ve Gelişimi
Halife Ömer döneminde İslam orduları tarafından fethedilen Mısır, Ezoterik-Bâtıni ekollerin en önemli merkezlerindendi. O dönemde Mısır’da yaşayan az sayıdaki Yahudi ve Hıristiyan’la birlikte, çok tanrılı dinlere inananlar da İslamiyet’i kabul etmişler, lakin bu kabulün, sorunsuz gerçekleştiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Çünkü fetih sırasında Mısır’da var olan ve ezoterik özelliği bulunan İskenderiye Okulu yıkılmış ve Okuldaki bilginler İslamiyet’in siyasi ve eleştirel kanadı olan Ali taraftarlığını seçmişlerdir. Ezoterik gelenekten gelen bu bilginler, böyle bir tercihle hem İslam’ı seçmiş olmanın güvencesine sahip olmuşlar, hem de kendi geleneksel düşüncelerini daha kolay bir şekilde yeni inanç sistemlerine adapte edebilme imkânına kavuşmuşlardır (Özerkmen, 2004: 63-64).
Fatımi Devleti’nin kuruluşunda da rol alan bu ekol, Sünni inanca mensup orduların saldırılarına karşı kendilerini koruyabilmek için Mısır’daki eski sanatkâr loncalarını yeniden ihya etmişler ve yarı askeri bir yapılanma ile loncaları tekrar ayağa kaldırmışlardır. Ayrıca, ‘’İzciler’’ anlamına gelen ‘’Fütüvvet’’ adı altında, genç İsmaili sanatkârlardan oluşan büyük bir askeri teşkilat oluşturulmuş ve öteki Bâtıni örgütlenmelerde görüldüğü şekliyle, Fütüvvette de derecelere dayalı bir sistem esas alınmıştır.
Fütüvvet 9 derece üzerine örgütlenmiştir. Fütüvvet teşkilatının dereceleri sırasıyla; Nazil, Tim Tarik, Meyan Beste, Naip Vekili, Nakip ve 6. Derece Baş Nakip dereceleriydi ki bu derecede olanların en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ile her türlü töreni yürütmek iken 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen ‘’Ahi’’ adı verilmiştir. Fütüvvet içinde Ahi’lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesidir. İlerleyen yıllarda Türkler arasında hızla yaygınlaşan Fütüvvetin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı tahmin edilmektedir. Öte yandan, 8. derece, her biri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesi iken, 9. derece, sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine
verilmiştir (Çağatay, 1997:122).
Ahiliğin kökenini yukarıda bahsedilen şekliyle Araplara bağlayanlar olduğu gibi Türklere ait bir oluşum olduğu yönde de önemli iddialar bulunmaktadır. Hatta Bizanslara ait bir yapılanma olduğu şeklinde de bazı iddialara rastlamak mümkündür. Ancak bunlar içinde en kuvvetli sav, yukarıda bahsedilen Mısır ve İslam menşeli Fütüvvet yapılanmasıdır. Bu iddiaya göre Ahilik teşkilatı, sanatkâr ve zanaatkârları bir araya getiren Fütüvvet yapılanmasının, Türkler tarafından Anadolu’da millileştirilerek geliştirilen yeni bir hali olduğu en makul tezlerdendir (Ülgener, 1981; 89).
2.2. Anadolu’da Ahiliğin Türkleşmesi
Asıl adı Şeyh Nasıruddin Ebul-Hakayık Mahmut Bin Ahmet el Hoyri (1171-1261) olan ve Ahiliğin kurucusu olarak bilinen, Ahi Evran-ı Veli, Orta Asya’dan göç eden bir göçmen ailenin çocuğudur. Ahi Evran, uzun yıllar değişik medreselerden, fıkıh ve tasavvuf dersleri almış, 1206 yılında Anadolu’ya gelerek Kayseri’ye yerleşmiş ve Ahiliğin temellerini burada atmıştır. Siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel ve askeri olmak üzere çok yönlü bir yapılanma olan Ahiliğin, siyasi etkisinin en bariz olduğu aşamayı, şüphesiz Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasındaki rolünde görmek mümkündür. Bu çerçevede Osmanlı’nın kurucusu olan Osman Bey’in kayın pederi ve hocası olan Şeyh Edebali’nin etrafındaki Ahilerin yoğunluğu ve etkisi manidardır (Özerkmen, 2004: 63).
Ahi Evran, ilerleyen yıllarda önce Konya’da Mevlana Celalettin Rumi ile ve daha sonra Kırşehir’de Hacı Bektaş-ı Veli ile dostluklar kurmuştur. Görüldüğü üzere Ahi Evran; Anadolu’daki Kayseri, Konya ve Kırşehir gibi farklı şehirlerde ve oralardaki Mevlana ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi zamanın kanaat önderleri ile gönül birliği kurarak, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Bu kişiler, devletin ulaşamadığı yerlere ulaşarak, iktisadi, siyasi, sosyal, kültürel ve askeri konularda topluma destek olmuşlar ve devlet-millet kaynaşması için çok büyük çaba sarf etmişlerdir
(Erdem, 2008: 7-8).
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türklerinde sanat, ticaret ve iktisadi alanlar başta olmak üzere, toplum yaşamının her aşamasında yaklaşık 630 yıl etkisi görülen Ahilik teşkilatı, örgüt olarak kendi kural ve kurumlarıyla, 3. Sultan Ahmet dönemine kadar ayakta kalmıştır. 1727 yılında ise “gedik“ denen yeni bir düzenleme uygulanmaya konmuştur. Ahilik teşkilatı üyelerine, tezgâh başında sanat, zaviyelerde edep öğretiminin sürüp gelmesi, 17. yüzyıla kadar devam etmiştir. Fakat Osmanlı Devletinde yaşayan gayri Müslim tebaanın artması, çeşitli dinlerdeki kişilerle ortak çalışma zorunluluğunu doğurmuştur. Bunun neticesi olarak, din ayırımı gözetilmeden kurulan, tekel niteliğindeki “Gedik“ sistemi, Ahilik Teşkilatının devamı niteliğini taşıyordu. Türkçe olan “gedik“ sözcüğü, tekel ve imtiyaz anlamına gelmektedir. Gedik sahibi kişiler, işleyeceği işi başkalarının işleyememesi güvencesine ve devlet tarafından verilen beratın içinde yazılı olan hakları kullanabilme imtiyazına sahiptiler. Bu tarz esnaflık ve sanatkârlık ise 1860’a kadar devam etmiştir (Özerkmen, 2004; 66-67).
Osmanlı Devleti’nin Ruslarla yaptığı Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Devleti’nin 1856 da yayınladığı “Islahat Fermanı“ ile Osmanlı’nın bütün vatandaşlarının her türlü sanat, ticaret ve meslekleri serbestçe yapabilmelerine izin verilmesiyle, 1860 yılında bütün gedik beratları hükmünü kaybetmiş oldu.