Soğuk savaşın ardından, “yeni dünya düzeni“ olarak adlandırılan dönem, hegomonik bir güç olarak beliren ABD’nin “büyük vaadi“ ile başladı: “Demokrasiyi dünyada yaygınlaştırmak“. Bu “büyük“ vaad, yoksulluk, adaletsizlik ve şiddet dolu bir dünyayı kurmak biçiminde gerçekleşti, ve iki “siyasi / askeri“ araca dayandı: İnsani müdahale ve yönetişim.
“İnsani müdahale“, 90’lardan itibaren ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin, NATO ve BM ile birlikte başka ülkelere gerçekleştirdikleri her müdahalenin “kılıfı“nı oluşturdu. Bu ad altında yapılan askeri harekatlar, işgaller, insani değerlere, adalete, özgürlüğe “evrensel“ bir katkı olarak gösterildi. 90’lar boyunca gelişen başka bir sözcük daha oldu: Yönetişim. Gittikçe eşitsizliklerin arttığı, ABD’nin hegomonyasını yaydığı, uluslararası sermayenin kuytuda kalmış her köşeye ve doku-nulmamış her alana sızmaya çalıştığı bir dönemde, uluslararası planda hükümetlerin, uluslararası kuruluşların ve sivil toplum temsilcilerin eşit düzeyde katıldığı bir müzakere ortamından söz edilmeye başlandı. Dünya Bankası’nın geliştirdiği “iyi yönetişim“ ise, borçlu ülkelerin uygulaması gereken programın “acı“ yüzünü sakladı; hesap verme, şeffaflık, katılımdan dem vurularak, bu ülkelerde özenilecek bir demokrasi programı uygulanıyor görüntüsü yaratıldı.
Bir yanda “insani müdahale“ diğer yanda “yönetişim“ ile kotarılan büyük “demokrasi“ projesi, bir anda, 11 Eylül’de İkiz Kulelerin yıkıntıları arasına karıştı. 11 Eylül’de ABD’ye yönelik saldırı, bir dönemin kapandığının işaretlerini veriyordu. Aslında kapanan ne insani müdahale altında yapılan askeri müdahaleler ne de yönetişim adı altında bağımlı kılma teknikleriydi. Kapanan dönem, belki de artık bu tür “insancıl“ ve “demokratik“ bir retoriğe gerek duymadan ya da artık bunun inandırıcı olup olmadığını dahi dikkate almadan ABD’nin ve yedeğindeki ülkelerin fütürsuz bir biçimde hareket etme serbestini kendilerinde görebilmeleriydi. Bu yüzden, “insani müdahale“ terimi, “haklı savaş“ ile yer değiştirdi.