2. Uluslararası Ortadoğu Kongresi | TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un Açılış Konuşması | 07.12.2011, Hatay
Yeni Paradigmalar, Orta Doğu ve Türkiye
Sayın Valim, Cumhurbaşkanımızın sayın baş danışmanı, sayın rektör, çok değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler, değerli basın mensubu arkadaşlar… 2. Uluslararası Orta Doğu Kongresi için tekrar bir arada olmaktan duyduğum memnuniyeti ve mutluluğu ifade etmek istiyorum.
Bu kongrenin gerçekleştirilmesin de en büyük pay Hatay Valiliği ve Mustafa Kemal Üniversitesi Rektörlüğünün… Bu anlamda da şükranlarımızı ifade ediyorum, diğer üç kurum adına. Bizler de işin akademik - entelektüel boyutunu örgütlemeye ve organize etmeye çalıştık. Umarım Bölge hakları ve insanlık için faydalı bir çalışma olarak neticelenir.
Uluslararası ilişkiler çalışmalarının tamamına yakını İstanbul ve Ankara’dan yürütülüyor, TASAM olarak bizim hep son birkaç yılda kurumsallaştırmaya çalıştığımız bir konuda bölgesel çalışmaların özellikle bölgeye en yakın ilden yapılması noktasında idi, bu anlamda iki yıldır Hatay’da görmüş olduğumuz bu yüksek misafirperverlik nezaket ve destek için de şükranlarımızı arz ediyorum. Bu aynı zamanda yeni bir yönetici profili de demek, çünkü asimi metrik etkilerin simetrik etkilerden daha fazla etkin olduğu bir dönemde illerin yönetimleri çok basit tanımlanmış görev alanlarıyla ilgili değil çok boyutlu cazibe merkezi olmayı başarmalarıyla mümkün olacak.
Bugün burada Orta Doğu eksenli konuşacağız, “Arap Baharı“ olarak isimlendirilen süreci konuşacağız, Orta Doğu’da değişim ana temasını konuşacağız. Ama acaba nasıl bir dünyada idik veya nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Hangi parametreler? Yeni paradigmalar nedir ki? Bölge, Orta Doğu ve bulunduğumuz coğrafya böyle bir süreci yaşıyor. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra netleşen bir “çok kutupluluk“ süreci var. Birinci yeni paradigma bu. İki bilinmeyenli yada Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra tek bilinmeyenli denkleme göre uluslararası ilişkiler politikaları üretmeye alışmış olan bütün merkezler ve rekabet araçları bu “çok kutuplu“ döneme uyum sağlamakta büyük zorluk çekiyorlar. Çünkü bu en azından beş küresel güç adayına işaret ediyor ve önümüzde beş - on yıl içinde de daha tarif edilebilir hale gelecek. Batı’da geleneksel batılı güçler, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Doğu’da ise Çin, Hindistan ve Rusya’nın küresel güç adayı olarak şekillendiğini görüyoruz. Yine Brezilya, Türkiye gibi, bölgesel güçler de şekillenmeye devam ediyor.
Birinci değişen paradigma “çok kutupluluk“, ikincisi “entegrasyon“… Bildiğiniz gibi Güney Sudan’la birlikte Birleşmiş Milletlerdeki üye sayısı bildiğim kadarıyla 193 ülke oldu. Çok sayıda küçük ülke var ve çok boyutlu rekabet içinde bunların kendilerine dünyadaki rekabet sıralamasında bir yer edinmeleri, varlıklarını sürdürebilmeleri oldukça zor. Bu anlamda bütün bölgelerde Avrupa Birliğini örnek alan çok ciddi entegrasyon hareketlerinin olduğunu görüyoruz: İşte Latin Amerika ve Karayipler ayrı bir blok halinde birleşiyor. Afrika’da altı tane bölgesel örgüt var. Asya’da çok sayıda çeşitli bölümleri kapsayan bölgesel örgütler var. Bir Asya Birliği fikri de içten içe Çin’in önderliğinde ısıtılıyor, ama bunun için çok büyük sosyolojik süreçler gerekiyor.
Dünyadaki bir diğer yeni paradigma da “mikro milliyetçilik“. Bunun bugün içinde olduğumuz terör olaylarıyla da ilgisi var. “Hem entegrasyon, hem mikro milliyetçilik nasıl oluyor?“ denilebilir. Ama gerçekten bunlar bir birine paralel olarak yürüyor. Önümüzdeki on yıl içinde Birleşmiş Milletlerdeki üye sayısı kadar yeni ülkelerin, yeni devlet olarak sürece eklenebileceği tahmin ediliyor. Bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini zaman içinde göreceğiz. Dolayısıyla bütün gelişmiş ülkeler başta olmak üzere herkes için mikro milliyetçilik anlamında bir tehdit algılaması var. Türkiye de bu anlamda kendisinin de çok uzun yıllar uğraştığı bir terör sorunuyla enerji sarf ediyor. Bütün bu çok kutuplu rekabet içinde öne çıkan bir diğer olgu da öngörülebilirlik döneminin bitip tahmin edilebilirlik döneminin bir anlamda başlamış olması. Artık bu kadar değişken içinde öngörüde bulunmak neredeyse imkansız hale gelmiş durumda. Bütün politika üreticileri tarafından, dolayısıyla maksimum ölçüde tahmin edilebilirlik temeli ilke edinilmeli! NATO da bu güvenlik konseptlerini geçen yıl bu çerçeve içinde değiştirdi. Öngörülebilirlikten tahmin edilebilirlik çağına geçmiş oldu.
Bütün bu paradigmalar beşinci bir etkeni getiriyor; “sürekli bir kriz yönetimi içinde ülkelerin idare edilmesi“. Çünkü artık zamanın absorbe edilmesi, yapılan hataların telafi edilmesi noktasında zamanın sunmuş olduğu fırsatlar oldukça kısıtlı. Bazen devlet hayatında 24 saatlik kayıpların hataların bile telafisi olmadığını görüyoruz.
Bir diğeri de altıncı parametre olarak ifade edebileceğimiz; “dünyadaki değerler ve refah ilişkisi, tüketim kalıpları“. Bu sorun hepimizin üzerinde, dünyadaki bütün ülkelerin üzerinde… Özellikle son iki yüz yılda Batı merkezli olarak üretilen medeniyet değerleri ve tüketim kalıpları, dünyayı hem ekolojik olarak hem ahlaki olarak çok ciddi sorunlarla yüz yüze getirdi ki bunda hepimizin payı var. Ama temel değerleri belirleyen Batı medeniyetinin, herhalde en büyük payı var. Tüketim kalıplarının mutlaka değiştirilmesi gerektiği bir dönemdeyiz yeni paradigma olarak. Çünkü her ne kadar ertelersek erteleyelim, zaman kazanmaya çalışırsak çalışalım, tüketim kalıpları değişmediği müddetçe dünyanın ne ekonomik ne sosyal ne de ahlaki krizlerden çıkması mümkün görünmüyor. Bu anlamda öncülük yapacak medeniyet değerleriyle yeni bir “ufuk vizyon“ açacak ve bunu hayatıyla, yaşayışıyla, kurumsal düzeniyle temsil edebilecek çok yeni örneklere ihtiyaç var. Belki Türkiye ye en çok bu anlamda büyük bir ihtiyaç doğuyor. Bütün bu parametreler ve çok boyutlu rekabetin getirdiği olağanüstü ortamda Kuzey Afrika, Orta Doğu ve bizim öngörümüze göre Güney Asya’ya da sıçrayacak olan bir sosyolojik dönüşüm süreci yaşanıyor. Akşamki açılışta da çok kısa bahsettiğim gibi Sovyetler Birliği dağıldıktan ve 11 Eylül 2001’den sonraki iki farklı fırsatı değerlendiremeyen çok sayıda kardeş ülkeyle karşı karşıyayız. Bunlar, sosyolojik değişimleri ve dönüşümleri adına, demokratikleşme adına değerlendirmeleri gereken bu iki büyük fırsatın hiçbirini kullanmadılar.
Dolayısıyla bu dönüşüm onlar için kaçınılmaz olarak ortaya çıkmış oldu. Batılı geleneksel güçlerin bu dönüşümden elde etmek istedikleri temel amacı da üç makro hedefte özetlemek mümkün…
Bir tanesi Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’yı içine alan yeni bir “liberal ekonomik kuşak“. Bu çok önemli, çünkü Batılı ekonomiler çok sıkışmış durumda, yeni alanlara ve kaynaklara ihtiyaçları var. Bunun pratiği tarihte hep savaşla oldu. Bugün ise farklı parametrelerle yumuşak gücün daha öne çıktığı, asimetrik etkilerin daha öne çıktığı bir konseptle bu konuda netice alınmaya çalışılıyor. Dolayısıyla bu yeni ekonomik liberal kuşağın, olayın temel perspektifi olmasında fayda var. Çünkü bu ülkelerde hala çok kapalı ekonomiler, dünyaya açılmamış çok daha büyük kaynaklar ve özelleştirecek çok büyük kuruluşlar var.
İkincisi bu ekonomik liberal kuşağa bağlı olarak da yeni bir güvenlik kuşağının tahsis edilmesi. Bunlar zaten doğal olarak birbirini getirecek. Belki önümüzdeki günlerde Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da bazı ülkelerin, NATO üyeliklerini de tartışacağız. Düşünce olarak; bütün bunların toplamının da artık Batılı ekonomileri yok etme noktasına doğru götüren Çin ekonomisini, özellikle Rusya’yı, yukarıda Asya’da yalnızlaştırmak. Bu da olayın üçüncü boyutu. Bunun dışında birçok alt neden sayılabilir: ABD’nin Irak’tan çekiliyor olması, geride çok dominant yönetimleri bırakmak istemiyor olması ve daha birçok neden sayılabilir ama konuşmayı çok uzatır. Böyle bir perspektif içinde Türkiye’nin rolünün üzerinde durarak konuşmayı bitirmek istiyorum.
Türkiye bütün bu süreci Batılı aktörlerin analizlerini yaklaşımlarını Bölge ülkelerinin sorunlarını çok iyi biliyor ve çok iyi analiz ediyor. Burada rolü, Batılı ülkelerin Truva atı olmak değil asla ve asla! Şunun altını ısrarla çizmek gerekiyor: Devlet tecrübesinden, kültürel sosyolojik birikiminden, bu coğrafyalara tarihi bağlılıklarından ve görevlerinden aldığı ilhamla, tecrübesiyle örnek olmak, ilham kaynağı olmak ve bu ülkeler bir kaosa yahut iç savaşa - ( 10-20-30 yıl ) çünkü önümüzde Afganistan ve Irak gibi çok kötü örnekler var - benzer süreçlere sürüklenmeden çok hızlı ve sağlıklı bir şekilde bu geçişi atlatmaları… Bu anlamda Türkiye’den bu ülkelere yapılacak çok büyük bir “yönetim bilgisi“ ihracına, tecrübe ihracına da ihtiyaç var.
Bu anlamda Türkiye ürettiği söylemlere paralel olarak da kurumsal kapasite inşa etmek zorunda. Çünkü söylemleriyle doğru orantılı bir kapasite inşasına da sahip değil. Bunu özeleştiri olarak ifade etmekte fayda var. Türkiye bu misyonunda samimi ve attığı her adımda bu misyonu teyit ediyor. Şeffaflık içinde Bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin yüzyıl sonra daha fazla ve çok daha güçlü yakınlaşması gerektiği bir dönem içindeyiz. Böyle bir perspektif içinde Kongre’nin de entelektüel bir katkı olarak şekillenmesine hem katılımcılar nezdinde hem karar alıcılar nezdinde ilham kaynağı olmasını diliyorum.
Saygılar sunuyorum...