Sayın Başkan, değerli katılımcılar,
Sözlerime sizleri saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum.
Ben, işinin ehli ve duyarlı kişilerden oluşan böyle güzide bir topluluğa hitap etmekten kıvanç duyduğumu, bu vesileyle burada "barışın Balkanlaşması" diye ifade etmek istediğim bir konuyu sivil toplum kuruluşları ile ilişkilen-direrek sunmaya çalışacağım. Balkanlaşma tabirinin siyasi terminolojideki negatif anlamını düşündüğünüzde, haklı olarak, "peki bu nasıl olur?" diye sorabilirsiniz. Ama ben, Balkanlaşma kavramını üç farklı anlamda açıklayıp barışla ilişkisini kurmaya çalışacağım. Dile getireceğim anlamlarda Barışın Balkanlaşması için ise sivil toplum kuruluşlarının rolüne ve etkisine değineceğim.
Barışın Balkanlaşmasını, tarihsel ve siyasal tecrübeden tanık olduğumuz anlam içeriği ile dilin yada sözcüğün kendi yapısından yararlanarak, üç farklı anlamda inceleyebiliriz:
1. Balkanlaşma, özellikle 19.yüzyıldan itibaren, siyasi ve fiziki anlamda küçük parçalara ayrılma, dağılma ve istikrarsızlık olarak bilinir. Burada esas üzerinde durmamız gereken, parçalanmışlık, dağınıklıktır. O dönemde olanın aksine, eğer istikrarsızlığın yerine barışın birbiriyle etkileşim içinde küçük parçalar olarak en tenha semte, bölgeye, köye ve kente kadar yayılması gerçekleştirilebilirse, bu barışın Balkanlaşması sayılır. Sadece devletlerin kendi aralarında antlaşmalarla ilan edilen, devletten devlete ittifak yoluyla sözde bir barış değil, ülkenin en ücra köşesine kadar uzanan, mahallelerde köylerde, çarşı ve pazarda etkisi görülen bir barış. Doğrudan doğruya vatandaşın, insanın, çocuğun, annenin ve herkesin varlığını duyumsadığı bir barış.
- Balkan kavramı, bilindiği gibi, aşılması zor, dağlık ve kayalık bölge anlamında kullanılmıştır, ilk defa Türkler tarafından. Burada bu kavrama uygun olarak, sağlam, dağ gibi, kaya gibi güçlü bir barış beklentisi hâkimdir. Esen hafif bir siyaset rüzgârıyla kolu kanadı kırılmayacak, kaya gibi sert ve dağ gibi koruyucu ve kuşatıcı bir barış.
- Yerli olup kökleşecek, hemen geri gitmeyecek, bulunduğu yeri kalıcı yurt edinecek, Balkanlüaşacak, "Balkanlıyım artık ben" diyebilecek bir barış.
İşte böyle bir barışı sadece devlet otoritesi ve siyasetin kaygan karakteri ile tesis etmek mümkün değildir. Bu, hayatın her alanını kapsayacak bir üretim sürecinde bulunan çeşitli türden sivil toplum kuruluşlarının doğal etkinlikleri marifetiyle gerçekleşebilir.
Burada iki husus vurgulanmalı: Doğal (güdümlü siyasetle değil) ve marifet (sadece alınıp satılan, öğrenilip nakledilen bilgiyle değil, irfanla ve dayanışma ruhuyla.)
Bu durumu somut örnekle açıklamaya çalışalım. Anadolu'da halen de izleri ve etkileri bulunan Ahilik burada anılabilir. Bir esnaf dayanışması, sivil toplum yapılanması olarak. Acımasız kapitalist rekabet değil, kardeşçe bir arada var olmayı sağlayacak bir yardımlaşma, özveri ve kanaat anlayışından güç alan bir kazanç temelinde hayatı idame ettirme yoluyla barış ortamının oluşturulması.
Bu anlamda Ahilik örneği, değer ve kültür ile ilgili kısa bir tanım yapmamıza da zemin hazırlıyor:
Değer ve Kültür
Değer, varlığımızı sürdürmek için gereksinim duyduğumuz şeylerin tümü demektir. Varlığımızı sürdürmek için gereksinim duyup ürettiğimiz şeyler ise kültür olarak tanımlanabilir. Balkanlar'da barış sadece bir değer olarak kalmayıp üretilen bir kültür haline gelirse, biz barışın balkanlaşmasından söz edebiliriz.
Bir kültürün üretimi ise ancak geniş zamana yayılmış süreç içerisinde mümkündür. Kısa vadeli siyasal ittifaklarla olmaz. Halkın, toplumun üretim sürecine katılımıyla gerçekleşir ancak. Sivil toplum kuruluşları burada devreye girer.
Barış, beşerî gereksinim anlamında bir değerdir. Savaşlarda bile bazen gözlemlenmiştir bu. Bununla ilgili olarak, önce, yanlış anlamayı önlemek amacıyla kısa bir açıklama yaptıktan sonra Çanakkale Savaşı'ndan örnek vereceğim. Burada şunu ifade edelim ki, vereceğimiz örnekler savaşta barış kültürünü göstermeye yönelik değildir. Tersine, insanın doğasının siyasal gerçek-
çilikte iddia edildiği kadar tümüyle kötü olmadığını, savaş koşullarında bile bazı paylaşımcı beşeri özelliklerin ortaya çıkabileceğini, insanın bu niteliklerinin ise barış için önemli olduğunu anlatmak içindir.
Şimdi tarihsel örneğimize gelelim. Çanakkale Savaşı'nda Türk ve İngiliz askerlerinin siperlerde şehit ve yaralıları karşılıklı olarak almak için verilen kısa süreli molalarda sergiledikleri davranışlar, bugün bizim dersler çıkarmamıza uygun özellikler yansıtır. Nakledilen gözlemlerden öğreniyoruz ki; savaşın bir süreliğine durduğu kısa zaman aralıklarında siperlerdeki düşman askerler arasında pratik dostluklar kurulmuş, Türk askerleri İngiliz siperlerindeki askerlere (düşmanlarına) sigara ikram ederken/atarken, onlardan da Türk siperlerine çikolatalar atılmıştır.
Hatta bir gün, uzakça bir yerden askerlere merkeple su taşıyan bir Türk askeri akşam üzeri yolu şaşırıp İngiliz mevzilerinin olduğu bölgeye varmış, ama silahsız olduğu fark edilince düşman tarafından sağ olarak ele geçirilmiştir. Asker, bir yandan arkadaşlarının susuz kaldığına üzülürken, diğer yandan da durumu kurtarmak için düşünmeye başlar. İşaret diliyle, kendisinin İngiliz komutana götürülmesini sağladıktan sonra, orada bir tercüman vasıtasıyla, düşman ordu komutanına şunları söyler: "Buralarda içecek su kaynağı pek yoktur. Biz suyu arka tarafta bir kaynaktan temin ediyoruz. Komutanımız bugün suyu size hediye olarak gönderdi." İngiliz komutan bundan çok etkilenir. Ama gene de her şeye rağmen bir hile olup olmadığını anlamak amacıyla, Türk askerine, getirdiği sudan içmesini söyler. Asker sudan içtikten sonra, onu, gece orada konuk eder, sabah olunca da heybesini çikolata türünden yiyecek malzemeleriyle doldurup bunları, Türk komutanına teşekkür ederek, götürmesini ister. Ve Türk askeri merkebin sırtındaki heybelerde su yerine yiyecek maddeleri olduğu halde, Türk mevzilerine geri döner.
Biz bu gerçek hikayede barışı hem bir değer olarak, hem de askerin kıvrak zekası sayesinde bir kültür üretimi olarak gözlemliyoruz. Ama, dediğimiz gibi, savaş koşullarında bile insanın barışa yatkın düşünce ve davranış özelliklerini kendinde barındırdığını gösteren istisnai bir durum olarak.
Şimdiki koşullarda barış üretiminin aslında ne kadar kolay olduğunu, birçok şeyin bunu teşvik ettiğini, bu tarihsel örneği gördükten sonra daha iyi anlarız.
Başka bir örnek:
Makedonya'da yaşlı bir Türk kadının sözleri: Türkiye ile ilgili konuşurken, "tabii ki burası da vatan, ama anayurt (Türkiye) gibi değil, ancak, şimdi bizim için vatan burası.. Burada yaşıyor, karnımızı doyuruyoruz... Devlete
saygılı olmalıyız...Gönül orada olsa da beden burada... Hayatın gerçekleri burada.", diyor.
İşte bu halk irfanı!
Böylesi insanların iyi niyet ve çabaları ile meydana gelecek sivil toplum çalışmaları sayesinde barış ve istikrar Balkanlar'da kalıcı olabilir. Yeter ki, doğma büyüme Balkanlı olan insanlar, bulundukları yerlerde Gelecek endişesi içinde olmadan yaşam planları yapabilsinler. Bunun asgari şartlarını sağlamak, devletlerin işidir, ama barışın kökleşmesi için devlet dışı kuruluşların doğal ve yerinden üretimleri gereklidir: Günlük ekonomik ve sosyal gereksinimlerin karşılıklı çıkar ve saygı temelinde karşılanması, eğitim ve kültür alanında ortak bölgesel ve evrensel bilinçlenmeye yönelik çalışmaların başlatılması için insan faktörü çok önemlidir. İnsanın buna hazır hale gelmesiönemlidir.
Son zamanlarda Türkiye'nin bölgede (Tiran, Bosna Hersek) açtığı Yunus Emre Enstitüleri bu konularda çok üretken, çığır açıcı çalışmalara zemin hazırlayabilir. Buralarda insanlar, sivil toplumun nüvesini meydana getirebilirler. Bunların aynıları ilgili Balkan ülkelerinde de oluşabilir. Ve elbirliğiyle, sınırö-tesi, uluslarötesi / uluslaraşırı kuruluşlar aracılığıyla bölgede klasik devlet savaşlarının kökü kurutulabilir.
Siyaset iyi şeyler yapar ama devletten devlete veya devletten ötekine siyaset çıkarcı ve imajcı olabilir. En iyisi doğrudan halkın katılımıyla, bunun kültürünün oluşturulmasıyla zaman içerisinde işlevsel biçimde yerleştirilecek bir barış ve birliktelik ruhudur. Bundan kolay kolay geri dönüş olmaz.
Bunun devleti ve halkı etkileyecek karşılıklı bağımlılık (sermaye yatırımı, doğal gereksinim karşılanması, ortak refah seviyesi, özgürlük ve güvenlik) temelinde olması halinde, barış gerçek anlamda barış olur. Aksi halde büyük güçlerin savaşlarla/müdahalelerle kurdukları "barış düzeni" de vardır, ama böylesi barış düzenleri tamamen siyasi düzenlerdir. Siyasal gerçekçilik mantığıyla oluşturulur, herkesin barış içinde olması gerektiğine dair bir düşünce yoktur... Bir kesimin, düzeni koyanın, güçlü olanın bu barış düzeninden kendince barış içinde yararlanması söz konusudur.
Bu modelde, barışın balkanlaşması mümkün değildir.
1930'lu yıllarda devletler arasında defalarca oluşturulmaya çalışılan Balkan Paktları başarılı olmadı.
Barış düşmanı savaşların sebeplerinden sayılan bazı teorik varsayımlar vardır:
Anarşi varsayımı: Düzenleyici ve denetleyici bir üst merci bulunmaması.
Rasyonel Hesap varsayımı: Zorunlu ulusal çıkar hesabı. Çıkar varsayımı: "Benim ulusal çıkarım önceliklidir". Güç Rekabeti varsayımı: Devletin önceliği!
Burada kısa bir açıklama yapalım: Her üçü de Siyasal Gerçekçilik mantığına dayanıyor.. .Güç-çıkar özdeşliğiL.İnsan yok buradaL.İnsan, sadece kötü doğasıyla mevcut. Sivil toplumda insan, merkezi konumda olacaktır!. Siyasal Gerçekçilik yerine Konjonktürel Gerçeklik ile bakılmalıdır hadisele-reYani zamanın, koşulların doğal gerçekliği kavranılmalıdır. Gerçeğin kamufle edilmesiyle oluşacak imaj değil. Böylece Balkanlaşma kavramının siyasi terminolojideki olumsuz anlamı da zihinlerden silinebilir. Çünkü o sadece devlet siyasetiyle barışı öngörüyor. Bu ise gerçek barış olamıyor. Birilerinin kendi çıkar algılamalarına uygun düşecek bir sahte barışı (barış düzeni söylemiyle) gündeme getiriyor.
Mağduriyet düşüncesi: Dünya siyasetinin mağduru olma. Devletlerin siyaseti.
Eşitsizlik inancı: Dünyanın gelir dağılımında dezavantajlı olma inancı. (Demek ki Bölgede alternatif siyaset üretimi sayesinde paylaşım mümkün olacaktır.)
İdeoloji amacı: Memnuniyetsizliğe soyut alanda çare aramanın yolu.
İkame etme eğilimi: İçerideki sorunların kaynağını dışarıda gösterme eğilimi, komşu ile savaş sebebi olabiliyor. Despot (kötü) yönetimin doğurduğu sorunların yerine dış tehdit konuluyor.
Yetersiz algılama: Karşı tarafın niyeti ve planları yeterince algılanamaya-bilir. Sonuç: İlgili devlet ya gereksiz yere savaş çıkartabilir, ya da zamanında gerçek durumu fark edemediği için başkasının kendisine yönelik savaş eylemine maruz kalabilir.
Açıklama: Şeffaflık ve karşılıklı etkin fayda mantığına dayanan sivil toplum kuruluşları marifetiyle üretilecek alternatif siyaset (değer dağıtımı işi), savaşı gereksiz ve geçersiz kılarak, barış ve güvenliğin temelini oluşturabilir.
Sözü, Goethe'nin Doğu-Batı Divanı'ndaki gözlemine atıfla bitirecek olursak, diyebiliriz ki, insan, burada, bir bitki doğallığıyla, barış üretebilir.
"İşte çeşit çeşit gelincikler
Yaklaşır, uzanırlar birbirlerine
Ve, savaş tanrısına nispet, örterler
Desen desen tarlaları dostça."
Balkanlar'ın çeşit çeşit kültürleri de, insanın eğitilip teşvik edilmesiyle, her yerde barış kültürüne dönüşebilir. Ama önce bunu hayal etmek, ona yönelik bir inanç geliştirmek durumundayız.
Yoksa, işi ulusal ve uluslararası politika yapıcılarına ve onların akıl hocalarına bırakacak olursak, Balkanlar'da ve Burkina Faso'da insanların "çamura batması ve bilmem hangi garip düşüncelerle uğraşıyor olmaları" (Francis Fu-kuyama, Tarihin Sonu) bunları hiç ilgilendirmeyecektir. Yada Brzezinski'nin yaptığı gibi, Balkanlaşma tabiri negatif anlamıyla alınarak, Orta Asya ve Kafkasya bölgesi de Sovyet sonrası dünyada "Avrasya Balkanları" olarak ilan edilecek, burası büyük güçlerin müdahalesine açık bölge haline getirilecektir.
Bunları önlemenin yolu, bilinçli sivil toplum çalışmalarından geçer. Özellikle de klasik siyasetin yıkıcı ve parçalayıcı etkilerinin görüldüğü Balkanlar'da. Barışın belirttiğimiz anlamda Balkanlaşması buna bağlı.