Giriş
Barış, insanın kendi kendiyle barışık olmasını içeren bireysel, daha sonra ailesel ve nihayet toplumsal ve evrensel bir ihtiyaç. Ancak 14 bin yıllık insanlık tarihine baktığımızda sürekli çatışma, kriz ve savaş içinde bir dünyada yaşadığımızı görmekteyiz. Nedenleri hem çok basit hem de çok karmaşık olabilmektedir. Çünkü savaş ve barışa karar veren insanoğlu, dünyanın en karmaşık biyolojik, kimyasal ve ruhsal yapısına sahip bir canlı. Bazen hayvansal yönleri, bazen sevecen ve uysal yönleri öne çıkabiliyor. 1999 Nobel ödüllü Gunter Blobel, son yapılan araştırmalarda canlılarda Vahşet Geni ve buna bağlı olarak çalışan beyinde bir saldırganlık merkezi bulunduğunu açıkladı. Bu merkeze ışın verildiğinde canlı saldırganlaşıyor. İnsanlara da radikal milliyetçilik ve ideoloji, din, ırk, cinsiyet ve partizanlık maskesi altında ışınlar veriliyor. Evrensel anlamda bir günü, dünya barış günü olarak ilan etmek ve sadece sorunları tartışmak yeterli değildir. Dünya barışına katkıda bulunacak, çatışma, kriz ve savaşları önleyecek, çıkanları süratle durduracak bir organizasyona gereksinim var.
Çıkar İttifakları ve Kaynak Paylaşımı
Çağımızdaki birlik ve ittifakların çoğu sanal hedeflere dayalıdır ve bir kısım üyelerin ulusal menfaatlerine hizmet eden bir organizasyon olmaktan öteye gidememektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç sonuçları üzerine bina edilmiş ve daha büyük savaşları önlemeye yönelik gerçekçi bir ittifak olan NATO, bugün ABD’nin ulusal çıkarlarının öne çıktığı bir kuruluş haline gelmiştir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve hatta siyasi birlikten yoksun Avrupa Birliği (AB) için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. İki yüzü aşkın devletin temsil edildiği BM’lerin dışında bir çok bölgesel organizasyonlar da mevcut. Ancak hiç biri istenilen barışı sağlayamıyor. Neden ? Çünkü her şey öncelikle, akıllı ve canlı bir organizmadan ibaret olan insanın açlık, barınma, çoğalma, gibi fiziksel ihtiyaçlarının, daha sonra da güç, büyüklük, üstünlük, bencillik, şöhret ve benimsenme gibi ruhsal gereksinimlerinin karşılanmasında düğümleniyor. Devlet ve millet organizasyonun olmadığı ilkel kavim ve toplumlardaki çatışma ve savaşların tamamı, fiziki gereksinimlerin karşılanmasındaki kaynak paylaşımı ile ilgilidir. Krallar ve imparatorların güç mücadelesinde ise fiziki ve ruhsal gereksinimlerin dengeleri, zaman zaman bozulabilmiştir. Kişisel hırs ve menfaatler toplum ihtiyaçlarının üstüne çıktığında, bir çok millet ve kavmin yok olduğu görülmüştür. Barış ve savaşı devlet organizasyonu içinde ele alırsak, onları da biyolojik bir varlık gibi nitelemek mümkündür. Devletlerin iki temel görevi vardır. Bağımsız varlıklarını korumak ve sürdürmek, milletinin refah ve mutluluğunu sağlamaktır. Atatürk’ün Yurtta Barış Dünyada Barış sözünü, kendi milletinin huzur ve refahını sağlayamayan devletler, dünya barışı için potansiyel bir tehlikedir şeklinde yorumlamak mümkündür. Sadece sınırlarını koruyan, ancak halkını aç bırakan bir devletten de bahsedilemez; o nedenle devletler de çoğu zaman halkının hayati çıkarları için savaşmak zorunda kalmaktadır. O zaman savaş, bir anlamda zaruri ve kabul edilebilir. Örneğin yaklaşık iki milyon Iraklı’nın ölümüne ve bunun en az dört katının da yaralanmasına sebeb olan Irak savaşı zaruri miydi? Elbetteki hayır. Paralı bir askerlik sistemi olmasına rağmen evlatları ölen Amerikalı aileler savaşa karşı çıkmaktadırlar. Çünkü bu savaşa Amerikan halkı değil, onları yönetenler karar vermişlerdir. Savaşlar, milletin canını seve seve vereceği gerçek ve zaruri nedenlere dayanmadıkça ahlaki, hukuki ve insani olarak nitelendirilemez.
Gelişmiş Ülkeler ve Emperyalizm
16. Yüzyılda başlayan sömürgecilik, Batı sanayileşmesinin ve kapitalizminin ihtiyacı olan başkasına ait kaynakların ele geçirilmesi için, savaşları normal karşılıyordu. 19. Yüzyılda Alman jeopolitikçileri Almanya’nın yaşam alanı için emperyalist yayılmayı teşvik ediyorlardı. İspanya ve Portekiz’le başlayan sömürgecilik, İngiltere, Hollanda, Fransa ve Almanya ile devam etti. Japonya da Pasifik’te aynı stratejiyi uyguladı. Kaynak gereksinimi bazen ülkeleri kaçınılmaz bir şekilde savaşın içine atmaktadır. Petrol kaynakları kesilen Japonya, Pearl Harbour’a saldırarak hayatta kalmaya çalıştı. 1911’de dünyanın en büyük donanmasına sahip olan İngiltere, gemilerinin yakıtını kömürden petrole çevirdi. Böylece petrolün bulunduğu Ortadoğu’ya el atmak İngiltere için bir yaşam alanına dönüştü. Her iki dünya savaşındaki Alman stratejisinin ana hedefi kendisinde olmayan petrolün bulunduğu Ortadoğu ve Hazar bölgesine ulaşmaktı. Bugün de Almanya-Rusya ilişkilerinin temel ekseni aynıdır. Gelişmiş hakim ülkelerin tehdit algılaması aynıdır. Onlara göre çıkarlarına aykırı her şey tehdittir. ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ne işi var? Çünkü hayatiyetini idame edecek kaynaklar oradadır. Kaynaklar değişmediği sürece devletlerin çatışmaması imkansızdır. Pekala, kaynakların daha adil koordineli, düzenli paylaşımı mümkün müdür? Teorik olarak insan odaklı politikalarla mümkündür. Ama, insanın insana karşı olduğu bir ortamda bu çeşit politikalar hiç bir zaman realize edilemeyecektir. Dünyada yaşayan insanların % 15’i dünya gelirinin % 80’nine sahip olduğu sürece, barış ve bütün gayretler geçici ve köksüz kalacaktır. Atatürk diyor ki; Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet ve kaynaklarından kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle yükümlüdürler. Peki bunu uygulayacak dünya liderleri var mı? Şimdiki Venezuela, Bolivya ve Küba ile eski Sovyetler Birliği bir dereceye kadar insan odaklı politikalar uygulayan ülkelere örnek olarak verilebilir. Ancak yine de, komünist bir sistem, insanın doğasına aykırıdır. Çünkü insanoğlu doğuştan, bencil, sabırsız, nankör, tatminsiz ve saldırgandır. Dünyanın en gelişmiş, refah ve barış ülkeleri olarak sayılabilecek, İsviçre, Lüksemburg, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya ve Japonya’nın yaşam alanları tehdit edildiğinde savaşmayacağını söyleyebilir miyiz?
Dünyayı Kim Yönetiyor?
İnsanın tatmin olmayan ve bitmeyen ihtirasları üzerine bina edilen uluslararası Finans –Kapital Sistem ve onlara büyük oranda gelir sağlayan çok uluslu şirketler, dünyamızı barışa götürecek insan odaklı global bir sistemin kurulmasına müsade etmemektedirler. Bu şirketler o kadar güçlüdürler ki, dünya siyaseti ve ekonomisine yön veren ABD’deki siyasi iktidarın belirlenmesinde ve bu iktidarın kendi çıkarlarına uygun bir strateji izlemesini dahi sağlayabilmektedirler. ABD yöneticilerinin daha önce çok uluslu şirket yöneticileri olmaları, Amerikan askeri gücünün Amerikan şirketlerinin dünya genelindeki çıkarlarını koruma ve kollama amacıyla kullanılması sonucunu doğurmuştur. Amerikan demokrasisinde ülkeyi yönetecek iktidarın yazgısı öncelikle piyasaya bağımlıdır. Finans Kapitalin (F-K) desteklemediği adayların seçilme şansı bulunmamaktadır. Center for Responsive Politics’in (CRP)[1] icra direktörü Shelia Krumholz’un: Gelecekteki başkanımız kim olursa olsun Beyaz Saray’da Wall Street’in borçlu bir dostu bulunacaktır, sözleri Finans Kapitalin Amerikan yönetimiyle olan sıkı ilişkisini açıklıkla ortaya koymaktadır.[2] 2000 seçimlerinde petrol-gaz lobis Bush-Cheney kampanyasına rakibinden tam 14 kat fazla para bağışladı. 2004’de bu oran 9 kat daha arttı. Bush’un dönemi petrol endüstrisi için rekor kazançlar sağladı. ABD’deki 29 petrol firması 2003’te 43 milyar dolar, 2004’te 68 milyar dolar kar elde ettiler. 2005’te en tepedeki 3 petrol şirketinin (Exxon-Mobil-Chevron ve ConocoPhilips) kazancı 64 milyar doları buldu ve bunun yarısı Exxon-Mobil’e gitti. Bu dünya tarihinde herhangi bir şirketin tek yılda elde ettiği en yüksek kazançtı...Ülkenin en büyük silah ihracatcısı Lockheed Martin, Bush yönetiminde bulunan eski yöneticileri ile Bush yönetiminin ajandasında önemli rol oynadı. Irak işgalinde ve sonrasında, bu şirketler tarihlerinin en yüksek karlarını elde ettiler. Halliburton’un hisseleri 2003 Mart-2006 Ocak arası dörde katlanırken, Lockheed’in hisseleri 5 yılda üçe katlandı.[3] Finans-Kapital Sistem için nerede kaç kişinin neden öldüğü önemli değildir. Sadece hedef önemlidir. 1996 yılında, CBS kanalındaki 60 dakika programında zamanın Dışişleri Bakanı Madeleine Allbright’e şu soru sorulmuştu: Irak’ta 500 bin çocuğun öldüğünü duyduk. Hiroşima’da bundan daha az insan ölmüştü. Elde edilenler bu bedele değer mi? Albright bu soruyu şöyle yanıtladı: Bu zor bir soru. Ama evet; elde edilenlerin ödenen bedele değdiğini düşünüyoruz.[4] [5]
Soğuk Savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeni veya Küresel Ekonomik Sistem çok uluslu şirketlerin eseridir. Bunların kar marjları çok yüksektir. Bir örnek vermek gerekirse, Ortadoğu’daki maliyeti 6 dolar olan bir varil petrol fiyatı 150 dolara yükseldiğinde kar marjı % 4000 lere yükselmektedir. Bu kar oranının, petrol şirketlerinin yönlendirdiği ABD yönetimini hangi acımasız politikaların içine sürükleyebileceğini tasavvur etmek hiç de kolay değil. Bir devlet, imparatorluğa doğru yürürken insanları körleşir ve kendilerinin diğer toplumların devi olduğuna inanmaya başlarlar. Dünün Hitler’li Almanya’sı ve Güneş İmparatorluğu Japonya ile bugünün ABD’si bunlara örnek teşkil edebilir.
Enerji Savaşları
Enerjinin, tekelci politikalarla değil, üretim, pazarlama, dağıtım, güvenlik ve kurallara uymayanlara karşı yaptırımı da içeren uluslararası bir sistemle yönetilmesi gereklidir. Enerji, kaynaklara sahip olanların istediği gibi kullanabileceği bir meta değil, doğa gibi tüm uluslara ait bir dünya mirası olarak düşünülmelidir. Tıpkı BM Sözleşmeleri ile kuralları konulan dünya denizleri ve hava sahası gibi. Bu sağlanamadığı taktirde, milyarlarca dolar harcanarak inşa edilen, binlerce kilometre uzunluğundaki boru hatlarının, şartlar oluştuğunda bir kağıt parçası gibi param parça olması kaçınılmazdır. Böylece, Soğuk Savaştan bu yana geçen 20 yılda inşa edilen ve hala inşa edilmeye devam edilen ve dünya ekonomisinin kan damarları sayılabilecek yapay enerji hatları da ortadan kalkacaktır. O zaman yeniden enerji terminallerinden gemilerle petrol taşıma sistemine geçilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda, deniz gücü üstünlüğüne sahip ülkeler daha avantajlı olacaktır. [6]
Hristiyan Mezhep Savaşlarından - Müslüman Mezhep Savaşlarına
21. Yüzyılda barışı mumla ararken, din faktörü de bin yıl sonra canlanarak tekrar çatışma sahnesine çıktı. Din en tehlikeli silahtır. Şakaya ve oynamaya gelmez. Çünkü şehitlik adına, Allah adına insanların yapamayacağı hiç bir şey yoktur. Avrupa’da derin yaralar açan mezhep temelli din savaşları, 30 yıl ve 100 yıl savaşları olarak tarihe geçmiştir. İdeolojik ve siyasi bloklaşmaların henüz yerli yerine oturmadığı 21. Yüzyılın Ortadoğu’su da benzer şekilde Müslüman mezhep savaşlarına veya çatışmalarına aday gözükmektedir. İki bin yılından itibaren ABD ve Avrupa’da öne çıkan din faktörü, Batı’nın sağlam sosyal dokusuna nüfuz edemese de, yönetimlerin politik karar ve stratejilerinde yer aldı. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in Ortadoğu’ya yönelik planlarında İncil’den alıntılar olduğu ortaya çıktı. [7] Ortadoğu bölgesinde ise, daha önceki politik ve ideolojik Amerikan karşıtlığının yerini İslam şeriatı hukuku temelinde cihad aldı. Endonezya’dan, Malezya’ya, Pakistan’dan İran’a Müslüman yönetimlerin iyi eğitimli, modern ve Batı kültürü ile yetişmiş politik elitlerle rekabete giren şeriat yanlısı grupların, yönetimlere talip olması ile İslamiyet siyasallaştı ve o oranda da radikalleşti. Günümüzde dincilerin yöntemleri ülkeden ülkeye değişse de hepsinin ortak olduğu bir amaç var: Batı’nın etkisini kırmak, Batı tipi demokrasi ve yaşam düzeni yerine, İslam din devletini koymaktır. Egemenlik Allahındır... Dinciler, aradan 1400 yıl geçmiş olsa da, bugün İslamiyet hem bir devlet düzeni olmalı, hem de günlük yaşamımızı idare etmelidir diyorlar.[8]
Yirminci yüzyılın sömürgeci stratejilerinin devamını amaçlayan Batı’nın bugünkü siyasal ve ekonomik sistemleri, ekonomik ve askeri baskı altında tutulan Müslüman ülkelerde doğal olarak başarılı olamadı. Müslüman dünyası, Batı ile mücadelede, Batı’nın kendi değer ve enstrümanlarını kullanarak, kendine özgü plan ve stratejiler geliştiremedi. Tek özgün ülke olan Türkiye de, ancak 1947 yılına kadar direnebildi. Dogmatizme dayalı din devletlerinin başarılı olmasının mümkün olmadığı uygulamada açıkça görüldü. Kendi çıkarları için bir dönem bunları teşvik eden ve destekleyen Batı, hala gerçekleri görmek yerine İslamiyet karşıtı politikalarla dinci ve şeriat yanlısı grup ve yönetimleri cesaretlendirmektedir. İran, bunun en canlı ve çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Öyle ki, siyasallaşan İslamın İran’daki son seçimlerde kendi içinde erk ve çıkar çatışmasına yol açtığı açıkça görülmektedir.
1979’da Avrupa, iki nedenle Humeyni’yi destekliyordu.
Birincisi Avrupa değerlerini esas alarak insan haklarını ihlal eden kanlı bir diktatör devrildiği için, ikincisi Amerikan yanlısı İran rejimi sona erdiği içindi.
Böylece Ortadoğu’da Avrupa’nın etki alanını genişletme ümidi ortaya çıkmıştı. Avrupa için İran’ın nasıl yönetildiğinin fazla öneminin olmadığı bugüne kadar sürdürülen ambargo kararlarına ne derece uyulduğu ile görülmektedir. Avrupa için İran’ın enerji kaynakları ve kendi malları için yüksek meblağlı alım potansiyelinin (Pazar) tüm insani değerlere gözlerini kapamaya yettiği görülmektedir. Son seçimlerde İran halkının daha fazla özgürlük, insan hakları ve refah talebini de Avrupa, aynı şekilde cılız bir söylemle ortaya koymuştur. İran’ın hangi rejimle yönetildiği Avrupa’nın umurunda değildir. Ancak seçimle işbaşına gelen Avusturyalı Hayder’in ırkçı tutumu umurlarında olmuş ve onu bertaraf etmişlerdir.. Avrupa, dikta ve din devletlerine göz yumduğu sürece bugün için uzak zannedilen sınırlar bir gün karşılarına dikilecektir.
Dünya Barışı İçin Ne yapabiliriz?
Dünya barışı açısından, çağımızda kadınların her kademedeki yönetimlerde yer alması çok önemlidir. Anne olan kadın çok daha barışçı ve hoşgörülüdür. Kadının olduğu yerde düzen ve disiplin vardır. Bu konuda en çarpıcı örnek eski Türk geleneklerinden verilebilir. Türkler de Yahudiler gibi aslında Anaerkil bir aile yapısına sahiptir. Türk toplumunda kadınlar büyük öneme sahiptir. Kağan hiç bir kararını eşi Hatuna sormadan veremezdi. Hatta Hatunun onayı olmadan Kağan’ın kararı icra edilemezdi. Süreç içinde Türklerdeki bu güzel uygulama önemli ölçüde törpülendi. Kadının toplumsal statüsünü eskisi gibi korumaya çalışan bütün İslam ülkeleri sömürge oldular.[9] Avrupa’da da sosyal yapı giderek olumsuz yönde değişmektedir. Bugün örnek aldığımız Avrupa’nın, küreselleşmenin etkisi ile sosyal devlet özellikleri büyük oranda erozyona uğramıştır. Yükselen sigorta primleri ve emeklilik yaşları, düşen ücretler ve sosyal haklar insanların yaşam standartlarını etkilemeye başladı. Avrupa’daki iç barış giderek bozuluyor. Göçmenlere karşı sert tedbirler alınıyor. Etnik azınlıklara dil, kültür ve din alanında baskılar yapılıyor. Çin’de insanı ezen bir kalkınma modeli var. Japonya modeli sosyal ve paylaşımcı özelliğini şimdilik koruyor, kültürel ve tarihi olguları öne çıkarıyor. Japonya, modernite içinde geleneksel ve insancıl, ancak zor durumda kalırsa ne olur? Hiç şüpheniz olmasın silaha başvurur. Barışa giden yoldaki en temel amaç ve hedefimiz, insanı ve toplumları şiddete başvurmaya mecbur bırakmamak olmalıdır. Gelir dağılımı bozuk toplumlarda şiddet ve suç oranı artar. Bu da bir nevi savaştır. Bu savaşı bir noktaya kadar durumu daha iyi olanlar adına devletin güvenlik güçleri yapar. Milletin tamamı adına yapılan savaşlar ise, her iki devletin güvenlik güçleri arasında olur. Bazen savaşlar bazıları için bir rant kapısıdır. Bitmesini istemezler. Silah şirketleri gibi. Bugün petrol zengini ülkeler dünya barışı için ne yapıyor? Kendi rejim ve ideolojilerini yaymaya çalışıyorlar. İnsan tabiatına aykırı bir rejimi para gücü ile dayatmak istiyorlar.
Neler Yapabiliriz?
Bundan yaklaşık bir asır önce olduğu gibi maalesef yine, saldırıya dönük kuvveti olanların kazanacağı bir dönemdeyiz. O nedenle Türkiye olarak, Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salah atasözüne uygun bir şekilde güçlü bir ekonomi ve askeri güce sahip olmalıyız. Güçlü ülke, güçlü ekonomi demektir. Dünya dayanışması olacaksa, insan güvenliği sağlanmadan dünya güvenliği sağlanamaz. Fakirliğe savaş açmadıkça silahlı savaşı önlemek mümkün değildir. Savaş demir ve ateş yığını altında kalmak demektir. Gittikçe yaratılış amacından uzaklaşan insanoğlu savaşları bile kurallarından saptırmıştır. Sivillere saldırılar, fosfor, misket, alev ve radyasyonlu bombalar gibi yasaklanmış silahların kullanılması, ırza tecavüzler ve işkenceler çağımızın savaşlarını da savaş olmaktan çıkarmıştır. Dünya devletlerinin müşterek hukuku güç ve tatminsizliğe kurban edilmiştir ve edilmektedir. Bir savaşın kaybedeni sadece kadın ve çocuklardır. Bu nedenle, savaş kararını halk vermelidir. Çünkü savaş, canların, malların, kültür ve medeniyetlerin tahribi ve yok edilmesidir. Rus-Çeçen Savaşı’nın durdurulmasında Rus annelerin Kremlin önündeki protestoları önemli ölçüde etkili olmuştur. Her ülke, kendi halkının yaşam standartlarından fakir ülke halkları adına birazcık fedakarlık yapmayı kabul etse ve bunları dünya çapında paylaştıracak bir sisteme aktarabilse dünyamız biraz daha sakin olabilirdi. Maalesef dünya ve bölge kendi coğrafyalarındaki devlet ve uluslara bırakılmıyor. Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir ne demek? Sizin topraklarınızda bizim için vazgeçilmez hayati çıkarlarımız var demektir. Bugün OPEC üyesi Ortadoğu ülkeleri kendi haline bırakabilir mi? Birbirlerine girerler veya sokulurlar. 14 bin yıllık insanlık tarihinin 10 bin yılında dünya toplumlarını üreyen, üreten, yetiştiren kadınlar idare ettiklerinden insanlar barış içinde yaşamışlardır. Erkeklerin yönettiği son 3 bin yılda ise en büyük savaşlar ve felaketler yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz yeni bin yıl çocuk ve gençlerin yılı olacağa benzemektedir. Kadın ve gençlerin yönettiği bir dünyanın daha iyi olacağı muhakkaktır. İnşallah daha iyi olur. Ağustos 2011
[1] CRP, Washington’da kurulu partiler dışı araştırma grubudur. Para hareketlerini izleyerek onların seçimlerde ve kamu politikalarındaki etkilerini inceler.
[2] Cumhuriyet Gazetesi 18 Şubat 2008 s.10
[3] Yiğit Bulut, Vatan Gazetesi 26 Şubat 2008 s.10
[4] Muhammed Hassan- David Pestieau, İşgal Altındaki Ülke :Irak, 2004 Papirüs Yayınları s.11
[5] Daha sonra Albrigth yazdığı Tanrı ve Güçlü adlı kitabında, soruyu bu şekilde cevaplamaması gerektiğini yazdı.
[6] NATO’nun 2010 Kasım ayında Lizbon’da kabul edilen yeni stratejik konsepti, öncelikle deniz ulaştırma yollarının korunması ve açık olmasını öngörmektedir.
[7] Julian Glover, The Guardian, 25 Mayıs 2009 Kaynak: Dünya Gündemi 31 Mayıs-7 Haziran 2009 s.1
[8] Aysel Ekşi, Din Devletleri, Ümit Yayıncılık 1995 s.14
[9] Doğan Kuban,D Cahil ve İşsiz Kadınlar Karanlık Bir Ülke Geleceğinin Habercileridir, Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki 22 temmuz 2011