Bükreş'teki seçkin Yeni Avrupa Koleji'nin post-doktora merkezince birkaç yıl önce düzenlenen son derece saygıdeğer bir akademik organizasyonda, çok değerli bir meslektaşımın 'Aristo, Balkan düşünürü' şeklindeki bir sözünü duymuştum... Plato ile mükemmel bir ilişkisi olan, eşi benzeri olmayan Büyük İskender'in hocası sıfatını taşıyan, Batı felsefesinin kurucularından, Stagiralı Aristo'nun bilinen tanımlarıyla tümden çakışan bu sözü komik bulmuştum. Kültürel tarihimizin önemli beyinlerinden, Hristiyan inancının pagan potasından bin yıllık bir dönem önce geçmiş ve eserleri Arapçaya çevrilme-seydi şimdi bizlere ulaşmayacak ve unutulmaya yüz tutmuş olacak olan Aristo. O zamandan beri Balkan hemşerimizin, kimliğin fges'i ya da Nietzs-che'nin vaktinde dile getirdiği üzere Mısrrlılaştırılmış formül gibi kabul edilmiş tanımlara daha fazla özen gösterdiğini düşündüm. Geleneksel değerler, adetler ve terminolojinin doğruluğundan belki de hiç şüphe duyulmayan, kültüre özgü farkındalığın arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Üstelik bu zamanlar yerel kimlik farkındalığının da aynı oranda artığı bir dönem. Aristo'yu Balkan olarak tanımlamak tuhaf gelebilir, ancak bu durumda İskender'in de aynı şekilde Makedon olduğu söylenebilir. Fakat ilk kaide pek gerçek gibi algılanamazken, en azından bazı Balkan bölgelerinde, ikinci kaide kesinlikle gerçekleşecektir. Kültürel kategorilerimiz zaman içinde nasıl yer-zaman odaklı devingen hale geldiyse, bunun o kadar az söylenmesi gerekir. Yine de durumu açıklamak için hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Daha Nietzsche-vari bir dille söylemek gerekirse, tarihi şeylerde fazlasıyla görülen insan doğasının göz ardı edilmesi imkansızdır.
Balkanlar'daki üretken edebiyat, Balkanlar'ın kültürel özgünlüğü, bölge mirası, yerel, kıtasal ve daha geniş anlamda Osmanlı ve post-Osmanlı gelişmeleri, biz akademisyenler ve halkın tanıdığı kişilerin sağlam ve ince ayrıntılı analitik ve sentetik görüşlere sahip olmasını gerektiren hassas gerçekler kadar saftır. Bölgedeki Latin kültürüne ait bir bilim insanı olarak sahip olduğum yeterlilikle, başka bir özgünlük öğesiyle karşı karşıya kaldığımı söyleyebilirim. Latin ve Balkan, Hıristiyan Ortodoks ve Balkan, Batı(lılaşmış) ve Balkan. Bu çiftler arasındaki açıkça görülen zıt yapıları bir araya getirip, onları nasıl kültürel münakaşaların yararına kullanabiliriz? Başka disiplinlerden gelen bilgeler tarafından Balkan kimliği üzerine yazılan edebiyatın niceliği saf ve sert (pure et dure) tarihle eş oranda ilgi çekicidir. Bununla birlikte, tarihçilerce üretilen edebiyat, kültürel kimlik yargılarını detaylandırmak için, bazen kültürel antropoloji perspektifini benimser. Konuyla ilgili birkaç alıntı yapmak için şu kaynaklara bakılabilir: Maria Todorova Imagining the Balkans (1997), Vesna Goldsworthy, Inventing Ruritania: the Imperialism of the Imagination (1988), veya Larry Wolff, Inventing Eastern Europe: the Map of Civilization on the Mind of the Enlightenment (1994), Homia Bhabha, The Location of Culture (1994), Edward Said, Orientalism: Western Conceptions of the Orient (1978) ve Couze Venn, Occidentalism: Moderrnity and Subjectivity (2000).
Todorova'nın kelime hazinesine başvurmak için görüşler hiçbir zaman tatmin edici olmaz; öğretici anlamda yararlı olsalar da, disiplinler arasındaki sınırlar gittikçe daha fazla geçirgen hale geldikçe ve disiplinlerarasılık akademik bir bahis oldukça bu yararlı etki artık azalmıştır. Eski isimleriyle hümanizm fizikçileri olan tarihçiler, kültürel kuramcıların araştırmalarını paylaşmakta ve kabataslak deneysel olgulardan daha geniş yer kaplayan kimlik anlatıları üretmektedirler. Son yıllarda (Balkanları da içeren) kültürel kimlik bağlamı, akıl haritalarının doğasında ve eskiden yalnızca temelsiz spekülasyonlar olarak düşünülen sembolik özgünlük algılarında, her zamankinden önemli bir konuma gelmiştir.
Oryantalizm ile birlikte, onunla ilişkili ve ondan çok da farklı olarak Bal-kanizm de böyle bir örnektir. Aynı zamanda Balkanizm, kimsenin göz ardı edemeyeceği açıkça parlak bir dönem olan AB katılım süreciyle birlikte bölgedeki iddialı modernleşme sürecinde, Batıcılıkla kaçınılmaz olarak denge içinde görülmektedir. Benim disiplin perspektifimden bakıldığında, Balkaniz-mi Oryantalizmin bir aynası olarak görmek mantıklı görünmektedir. Balkaniz-min tarihselliği üzerine tartışmak, benim görüşüme göre Said'in Oryantaliz-miyle aynı yöne götürmektedir. Said Oryantalist söylemin tarih yazarak, tarihi zorlayarak ve sonunda tarihin bir parçası olarak nasıl ortaya çıktığını, büyüdüğünü ve kendini Batı'ya nasıl empoze ettiğini göstermek uğruna sonunda tökezlemeye başlamıştır. Umarım bu kelime oyunu tarihsel gerçeklere yönelik algınızı etkilemez. Burada demek istediğim, Batı'da düzenlenen bir kimlik söyleminin Saidçi kavramı tarihte olan bir şey olarak görülebiliyorsa, bu durumda modern zamanlarda, Balkanizm neden tarih dışı ya da statik yapısal bir analiz olarak algılanmalıdır?
Aynı satırlar arasında ve daha çok Aristo hatırına Balkanizmi, hem tarihle dolan hem de yer ve zaman içinde gelişen, bunun sonucunda da kategoriler olarak algılandıkları an hep farklı olan ve en yakın cinsi(genus proximus) Oryantalizm olan ayırt edici vasıf (differentia) olarak kabul edemez miyiz? Fo-ucault'un tutarsız formasyonları ile çalışırsak, Balkanların ya da Doğu'nun, ya da herhangi bir 'bölge'nin coğrafi ve tarihi somutluğu ile nasıl iş görürüz? Gerçekliğin ham maddesinden teorinin hazırlanmış doğasına doğru, le cru'den le cuit'e, bir yol olmalı. Tarihin en başarılı yalancısı olan Heredot'la ilgili etkileyici çalışmasında François Hartog, Aristo'nun Heredot'la ilgili olarak, onun farklı kültürler ya da topluluklardan insanlar çok farklı şekillerde çok farklı şeyler pişirirken ateşin nasıl olup ta ateş denen elementin kullanılmasıyla her yerde aynı şekilde yanabildiği üzerine kafa yorduğunu anlattığı hikayeyi kullanmıştır. Konuyu genişletirsek, durumu bilimler ve insan 'bilimleri' -eğer ki bu şekilde ifade ediliyorsa- arasındaki fark olarak görebilir ve güçlü düşünce ve bilimsel duyarlılığın kuramsal piruet yapmanın, kendi toprakları üzerinde zarara yol açmasına izin vermeyeceğine yönelik kolayca savunulabilir varsayıma dayanan tüm paragrafı çıkartabiliriz. Aristo Poetika (Poetics)'da, tarihi yaşananların bölgesi, felsefeyi ise olacakların, olması gerekenlerin bölgesi olarak tanımlayarak bu ikisini birbirinden ayırıyor; şiiri, tarih ile felsefenin arasına koyarken şiirin kendince 'daha felsefi' olduğunu da ilave ediyor. 'Tarihten daha felsefi' diye hiç belirtmiş olmasa da, karşılaştırmanın üstü kapalı bir şekilde yapıldığı su götürmez bir gerçek. Harflerin bizi öldürmesine izin vermeden onlardan anlam çıkararak, tarihin Aristo için hilekar ve belirsiz olduğunu, ancak bir o kadar da kendi döneminde -yani tarihte- ileride veya o zamanda bunu kullanmaya hazır olanlar, yani bizler için açıkça gruplaştırdığı, var olmanın dolgun kısmını sevdiğini ileri sürebiliriz. Ve Raphael'in School of Athens'ına geri dönme ve Platon yukarıdaki dünyayı işaret ederken, Aristo'nun buradakidünyanın şeylerini işaret eden doğru göstergesine hayran olma eğilime düşüyorum. En nihayetinde bu durum özcülük sorununda ortaya çıkıyor.
'Doğu'nun Batı zihniyetinde ve Batı gözlerinde edindiği yeri düşünecek olursak, Doğu'nun metaforik ve sembolik doğasından bahsetmek sağduyulu bir hareket gibi görünmekte. Mesafenin, gerçekte yakınlığın yapamayacağı bir şekilde kimlik oluşturduğunu düşünmeye başladım. Mesafe Balkan kimliği, Doğu Avrupa ya da post-komünist kimlik gibi kimliklerin birleşmesi ve yerleşmesinde gerekli olan bir nokta. Eleştirel yargıların konusu olan bu türden söylem, kültürel gösterim olarak tanımladığım 'biz' ve 'onlar', 'burası' ve 'orası', 'şimdi' ve 'önceden' gibi ikili değerin antropolojik çizgileri beraberin de İngilizce konuşulan dünyada ortaya çıkmıştır. Sömürge sonrası/global dünyamızda ve daha iyi bir konumu hedefleyen üçüncü dünyamızda devreden 'Batı ve 'Doğu' değerleri, adetleri ve kuruluşları, fazlasıyla insani olan bir sev-gi-nefret ilişkisidir.
Kendimin, kimliklerinin hatlarına haksızlık etmek ve tarihsel öç alma uğruna ağıt yakanlar diyarına dahil olmak istemeseler de, kendilerini sömürge sonrası dönemin sömürge sonrasıçocukları olarak tasvir eden Doğu Avrupa ve Balkan entelektüelleri kategorisine ait olduğuma inanıyorum. Kökenleri Latin olan, Balkan olduğu iddia edilen post-modern bir AB üye ülkesinden bir akademisyenin, ne Sovyet ne de Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeci olmadığını ileri süren tezi bana pek inandırıcı gelmemektedir. Böyle bir bakış açısıyla, aklın sömürgeleştirilmesine inanıyorum ve bu yükü ya da tarihsel mirasın ağırlığını hisseden sömürge sonrası çalışmaların somut coğrafi/tarihsel versiyonlarına yoğunlaşıyorum. Rumen kültürel kimlik örneğinde tarihsel miras, çağdaşlık denilen uzun bir sürecin ardından arkasında Osmanlı'nın olduğu komünist mirası içermektedir.
Ben kişisel olarak, hem Kültürel Kimlik dersimde hem de 'çağdaşlığın zaman-mekanları' üzerine yaptığımız tartışmalarda 'uzun çağdaşlık' sentagmasını kullanmayı tercih ediyorum. Bunun gibi Balkan Kültürel Kimliği üzerine gerçekleştirilen uluslararası konferanslarda konuyla ilgili savunma zevkine ve onuruna daha önce de eriştiğim için mutluyum. Tüm bunlar beni mutlu ediyor ve kimlik sorunlarında son zamanlarda ihtiyaç duyulan entelektüel tatmin ve eleştirel zekanın ortaya çıkmasını sağlıyor. Ve bu organizasyonun yaratıcılarına, konuyla ilgili kuramsal tartışmalara destek vermiş kişileri çağırdıklarından dolayı minnettarım. Artık katılım sürecine farklı bileşenlerle yardımda bulunarak ve gerçekten kültürel farklılığını genişleterek Batı Avrupa'yı 'bölgesellikten arındırmak' zamanıdır. Bunun olabilmesi için de diplomasi, sağduyu ve iyi niyete ihtiyacımız var. Ve aslında hepsi hazır, bizi bekliyor. Aristo'nun dünya-dişli bakış açısı işe bu aşamada yararlı olacaktır. Onun bizlere kültürel farklılıkları, dinamikleri ve hoşgörü ile ilgili dersler verdiğine inanıyorum. Şimdi, kültürel kimlik şölenimize kültürel, dini ve etnik kimliklerden fazlasını sunan Balkan düşünürü Aristo'yu selamla analım!