19. ve 20. yüzyılda Balkanlar için Avrupa'nın "barut fıçısı" tabiri kulla-nılagelmiştir. Bölgenin siyasal tarih bakımından özelliklerinden en önemlisi Avrupa'nın büyük devletleri arasındaki çıkar çatışmasına sahne olmasıdır1. Bu durum, Balkan devletleri arasında ortak anlayış ve birliğin kurulamaması ile bölgenin büyük devletler bakımından arz ettiği stratejik önemden kaynaklanmaktadır2.
Balkanlar'ın dağlık niteliği, coğrafi açıdan gösterdiği zor konumu bu bölgede yaşayan halklar üzerinde izler bırakan önemli bir etken olup, bölge halklarını birbirinden ayıran ve aralarındaki iletişimi etkileyerek ortak anlayışın ortaya çıkmasını engelleyen bir unsur teşkil etmiştir3. Ayrıca, bu bölgenin asimilasyon politikalarını izlememiş olan, çok milletli Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları tarafından yönetilmiş olması da Balkanları etnik ve dini açıdan farklı millet ve dinlerin bir arada yaşamaya çalıştığı bir alan haline getirmiştir4. Böylelikle, Balkanlar, tarihi süreç içinde, Osmanlı devletinin kuvvetli dönemleri hariç, coğrafi, tarihi, etnik ve dini nedenlerle parçalanmış bir şekilde kalmış ve büyük devletlerin bölgeye yönelik çıkar çatışmaları bu parçalanmayı hızlandırmıştır. Bu durum, Balkan devletleri arasında çatışmaların şiddetlenmesinde de etkin bir rol oynamış, Balkan ülkeleri arasında birlik ve ortak anlayışın ortaya çıkmasını engellemiştir5.
Soğuk savaş sonrası Balkanlar, uluslararası camianın ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Yirminci Yüzyılın sonlarında Yugoslavya'nın dağılması sırasında yaşanan kanlı olaylar, Yeni Yüzyılda da Balkanları yukarıda belirttiğimiz özellikleri ile tekrar dış politika gelişmelerinin merkezine yerleştirmiştir6. Balkanlar, bazı yazarlarca "Çok yakın ve çok uzak bir başka Avrupa" şeklinde tanımlanmaktadır7. Balkanlar, Avrupa Birliği'nin ortasında bir "ada" olarak da ifade edilmektedir8.
Bosna ve Kosova'da yaşanan olaylar ve daha sonra Makedonya'daki karışıklık 21. yüzyılın başlarında da Balkanlar hakkında şimdiye kadar kullanılan olumsuz sıfatların devamına yol açmış, Balkanlar ile ilgili siyasal mirasın değişmediği kanaatini oluşturmuş, eski stereo tiplerin devamını sağlamıştır.
Balkanlar'da, Sırbistan'da Miloşeviç döneminin kanlı mirası, onun Ekim 2000'de görevinden ayrılmak durumunda kalmasından sonra, etkilerini devam ettirmiş, milliyetçi duygular, halkların birbirlerine güven duymamaları, savaş suçluları, Dayton Anlaşması sonrası ortaya çıkarılan kurumların zayıflığı, ekonomik sorunlar, Balkanlara, her an karışıklıkların patlak verebileceği bir zemin sağlamıştır9. Nitekim Yugoslavya'da on yıl hüküm süren iç savaş sonucunda, iki yüz bin kişi hayatını kaybetmiş, üç milyon insan yerlerini, yurtlarını terk etmiş, yirmi milyar ile altmış milyar dolar arasında bir maddi zarar ortaya çıkmıştır10. Yugoslavya'nın dağılışı sırasında meydana gelen kanlı olaylar hakkında Balkanları iyi bilen Prof. Şule Kut yaptığı değerlendirmede, Yugoslavya'nın dağılışında Sırp liderliğinin çok uluslu Yugoslav Federasyonunun mantığını hiçe saymasını ve bu dağılmaya şiddetle karşı çıkan Sırbistan'ı sorumlu tutmaktadır11.
Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerde meydana gelen gelişmelerden biri de zayıf ve etkisizleşmiş devletlerin (failing states) uluslararası düzen için önemli bir sorun kaynağı haline gelmeleridir12. Bu ülkelerde meydana gelen insan hakları ihlallerinin yol açtığı göçler ve komşularına saldırılar, bu çerçevede zikredilebilir. Berlin duvarının 1989'da yıkılışından 11 Eylül 2001'e kadar ki sürede meydana gelen uluslararası krizler söz konusu ülkeler etrafında oluşmuştur. Bunlar arasında Balkanlar'da Bosna ve Kosova yer almakta-dır13. Uluslararası camia, bu durumdaki ülkelere müdahale ederek, yönetimi mahalli unsurların elinden alarak, düzenin sağlanmasını üstlenmektedir. Bu durumda, Vestfalya sistemindeki ulus devlet egemenliği, Yeni Yüzyılda geçerliliğini yitirmiş ve uluslararası camianın gerektiğinde, zayıf ve etkisiz hale gelmiş devletlerine barış ve istikrarın sağlanması için müdahalede bulunması imkânı doğmuştur14. Uluslararası camianın söz konusu müdahalelerine Bosna ve Kosova'da şahit olduk.
Küreselleşen dünya bir köy haline gelirken, aynı anda etnik milliyetçiliğin de yeniden etkinlik göstermesine maalesef Balkanlar'da rastlıyoruz. Bosna ve Kosova olaylarından sonra, Balkanlar'da çözümlenmemiş Arnavut sorununun bölgenin barış ve istikrarı bakımından taşıdığı önem, başta Avrupa Birliği ülkeleri ve uluslararası camianın önemli kısmı tarafından Kosova'nın bağımsızlığının tanınması ile çözülme yoluna sokulmaya çalışılırken, bu konunun Balkanlarda 19. yüzyılın politikalarına benzeyen kutuplaşmalara yol açması, bölgede barış ve istikrarın ne kadar kırılgan olduğunu gösteren önemli bir unsurdur15.
Nitekim 19. ve 20. yüzyıllarda, dış güçlerin desteklediği Osmanlı Türklerine ve Müslümanlara karşı Balkan Hıristiyan halklarınca girişilen soykırımı andıran bir kitle hareketi haline gelen saldırılar yanında, Balkan milletlerinin
birbirlerine uyguladıkları vahşet de dikkat çekici bir nitelik taşımaktadır. Gerçekten, bu husus George Kennan'ın "The Balkan Crises: 1913 and 1993" başlıklı 1913'de Carnegie Endowment tarafından hazırlanan, 1912-1913 Balkan Savaşlarının Nedenleri ve Yönetimi konulu raporun yeniden basımı münasebeti ile yazdığı önsözde açık bir şekilde belirtilmektedir: "One mustnot be to-o hard on the Turks. The atrocities attributed to them in this report were no worse than those that the Christian peoples were inflicting both on the Turks and on each other in these wars"16.
Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Türk Yunan Savaşı, Lozan Ad-laşması, Balkan Paktı, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinden sonra, Balkan ülke ve halklarının tarihten ders almamaları 21. yüzyılın başlangıcı bakımından bir talihsizliktir. İrredantizme dayalı Balkan milliyetçiliğinin, geçirdiği kanlı dönemlerden ders almamış bir şekilde yeniden nüksetmesi ve Katolik ile Ortodoks kiliselerinin de desteğini alarak yıkıcı etkinliğini en son aşamaya getirmesi, içinde bulunduğumuz yüzyılın en talihsiz gelişmelerinden biridir. Nitekim Sırp, Hırvat, Arnavut, Sloven, Boşnak ve Makedon milliyetçiliği 1980'lerden Tito'nun ölümünden sonra başlayarak çok uluslu Yugoslavya'yı geri dönülmez şekilde dağılma sürecine sokabilmiştir. Yugoslavya Fede-rasyonu'nun dağıldığı 1991'den itibaren ortaya çıkan olaylar, Balkanlar'ı bir bütün olarak etkileyen, bölgenin barış ve istikrarını ipotek altına alan, ayrıca Avrupa'nın güvenliğini de tehdit eden gelişmelerdir.
Ayrıca, Balkanlar'da halkları bölen sadece din değildir. Maria Todoro-va'nın da belirttiği üzere, Balkanlar'da Hıristiyanlık içinde de Katolik-Ortodoks anlaşmazlığı ayrı bir gerginlik hattını oluşturmaktadır17. Sırplar ile Hırvatlar arasındaki düşmanlık buna bir örnek teşkil edebilir. Dil birliği, Sırp, Hırvat ve Boşnak halklar arasında gördüğümüz gibi etnik milliyetçiliğin üstesinden gelememiştir. Aynı şekilde, mezhep farklılığını da yenememiştir.
Yukarıda zikrettiğimiz olumsuz alt yapıya rağmen, Balkanlar'da yaşanan Yugoslav tecrübesi, çeşitli milletlerin ve farklı din ve mezheplerin bir arada yaşayabileceklerini gösteren önemli bir gelişmeyi teşkil etmiştir. Bu ülkede, 1971-1973 döneminde, Tito Yugoslavya'sının en parlak döneminde yaşamış bir kişi olarak, Yugoslavya'nın Balkanlar'la ilgili dünya literatürüne girmiş ön yargıları kaldırıcı bir ülke haline geldiğini görmüş, çeşitli din ve mezhepler ile milletler arasında bir ahenk yaratıldığını gözlemlemiştim. Bir anda bu ülkenin ortadan kalkması ile eski tarihe, karışık Balkanlar'a yeniden dönülmesi olayı karşısında ne yapacağız? Erich Maria Remarque'tan esinlenerek, "Balkan cephesinde değişen bir şey yok mu?' diyeceğiz. Günümüzde Balkanlar'la ilgili tahliller, Yugoslavya'nın dağılması sırasındaki kanlı olayların, Balkan insanını çok olumsuz şekilde etkileyerek onu farklı millet ve dinlerle bir arada yaşamamaya sevk ettiği yönündedir. Dayton Anlaşması ile Bosna'da arzulanan barış ve eski Bosna'nın yaratılmas mümkün olamamıştır18. Bosnalıların, etnik kimliklerine göre bir arada yaşamayı tercih ettiklerini, Arnavutların da, Kosova'da olduğu gibi ayrı bir devlet çatısı altında yaşamayı, Sırplar ile bir arada olmamayı istediklerini görüyoruz. Yugoslavya dağılırken Bosna'da soykırıma varan olayları yaratanları yargılamak için kurulmuş bulunan Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne, Bosna Soykırımının müsebbipleri Radovan Karaciç ile Ratko Mladiç henüz teslim edilememiştir.* Suçlular ortada dolaşmakta, bu da barışma zihniyetini olumsuz şekilde etkilemekte, din farklılığı ile etnik milliyetçiliğe avantaj sağlamaktadır. Bu olumsuz gelişmeler, NATO, Avrupa Birliği ve BM'nin gözü önünde meydana gelmekte, uluslararası camia Balkanlar'da barış ve istikrarı sağlayıcı mekanizmaları tam manasıyla henüz kuramamış bulunmaktadır.
Söz konusu olumsuzluklar karşısında yapılacak ne kalıyor? Bu soruyu sormak gerekiyor. AB ve NATO'ya üyelik bu olumsuz unsurların üstesinden gelebilir mi? Bu iki kurum birbirlerine düşman ulusları bünyesinde barındıra-bilir mi? Balkanlar'la ilgili olumsuz çerçevenin giderilmesi için iktisadi kalkınmaya dayalı bölgesel gelir farklılıklarını giderici politikalar sayesinde ortaya çıkacak sağlıklı bir alt yapının bölgedeki şoven milliyetçilikleri etkisizleş-tirebileceğini, bunun da Balkanlar'ın Avrupa-Atlantik kurumları arasında yer almasını kolaylaştıracağını düşünüyorum. Bu gelişmeler, karşılıklı güven esasına dayanan kalıcı barış ve istikrar ortamının yaratılmasını kolaylaştırarak ülkeler ve halklar arasında ikili ve çok taraflı işbirliğinin gerçekleştirilmesini mümkün kılabilecektir.