Bir kaç senedir, pastahane, fırın ve bakkallarda, kalitesi yüksek ve lezzeti güzel bir esmer ekmek “Osmanlı ekmeği“ diye satılıyor. Alelade ve çabuk küflenen ekmeği daha yüksek fiyattan satamayan üretici ve perakendeci, böyle bir pazarlama taktiği ile yaratılmış bir nostalji dalgasında sörf yapıyor. Artık isminden mi, lezzetinden mi bilinmez, şehrin bazı semtlerinde de bir hayli tutuluyor bu ekmek.
“Osmanlı Ekmeği“ Var mıydı?
Elbette, imparatorluğun çeşitli yerlerinden gelen buğday ile üretilen ekmek halkın yediği ekmekti[1]. Ama imparatorluğun son 30 yılını bilen anneannemin hiçbir zaman bir “Osmanlı ekmeği“nden bahsettiğini hatırlamam. Zaten bir zamanlar fırıncıların Makedon, Bulgar ve belki bazen Hemşin’li olduğu bir payitaht da böyle denmesine gerek varmıydı ona da emin değilim. Kaldı ki çok dinli, çok dilli ve çok milletli İstanbul’da anneannem, kızılcık murabbahası, ceviz muhammarası, bumbar dolması, kaz mançası(Bulgar), uskumru ve midye dolması, topik, trigona, hanım göbeği, vezir parmağı, elmasiye ve irmik helvasından bahsederdi. Ancak, anneannemin bize aktardığı yemek kültüründe yeri olan etnik veya coğrafi özellikli bir kaç yemek Çerkez tavuğu, Çerkez fasulyesi, Arnavut ciğeri, Yanya ve Nemçe böreğiydi. Olsaydı, özellikle ekmeklerin iyice kötüleştiği 1958-1960 arası bize mutlaka özlemle “Osmanlı ekmeği“nden bahsederdi. Kaldı ki geçmişe pek özlem duyduğunu hatırlamıyorum. O Salacak’ta bir yalıda doğup büyüdüğü halde, hiçbir şekilde zor ve işgal altında geçen yıllara özlem duymadı. Yıllar süren savaşlardan bizar olmuşlardı. Tüm yaşamı boyunca, sadece eski terbiye, nezaket ve saygıyı özledi. Oysa şimdi biz olmayan hayallerin peşinde koşup, herşeye yapıştırdığımız Osmanlı yaftası ile oyalanıyoruz ve 1800 lerin başından 1920 li yıllara kadar geçen dönemde ne olduğunu hatırlamayı ihmal ediyoruz.
Oysa Ailemden bana Daha Neler Aktarıldı!
Tarih benim alanım değil. Ama zaman zaman edindiğim başucu kitapları var. Bir de kulağımdan hiç eksik etmediğim küpeler(“kulağına küpe olsun“ diye bana verilen aile öğütleri). Anneannem imparatorluğun son zamanlarını çok güzel anlatırdı. Mütefekkir bir aileden geldiği ve kendisi de çok kitap okuduğu için çocuk hafızama, aileyi de kapsayan tarihi bilgi, deneyim ve ihtiyatı tedbir nitelikli öğüt aktarmıştır.
Şimdi onun ağabeyi Yıldırım Orduları Erkan-ı Harbiye Reisi Mirliva Sedat’ın(Korgeneral Sedat Doğruer’in iki kitabı başucumda. Biri, “Yıldırım Ordularının Bozgunu- Filistin’e Veda“(Yeditepe yayınları), diğeri ise “Boğazlar Meselesi ve Çanakkale Deniz Zaferi“(e yayınları).Özellikle ikinci kitabın derleyicisi Sayın Murat Çulcu, çok iyi bir iş yapmış. Üslup ile hiç oynamamış. Kitabı okurken anneannem konuşuyormuş gibi geliyor. Aynı tarz, aynı ağdalı ve ravaklı-ağdalı Osmanlı Türkçesi. Şimdi bu kitaplarda ne okuyorum onları sizinle paylaşayım: Bir kere Büyük dayım Sedat Paşa, “Filistin’e Veda“ adlı kitabında, Galiçya’da ve daha sonra Çanakkale’de yorgun düşen, bir de üstüne üstlük Doğu’da da telef olan Osmanlı ordusunun, Filistin’e zaten takatsiz olarak çeşitli zorluklarla aktarıldığını yazıyor. Şimdi olayı tersinden görür gibiyim. Doğuda yorulan ve morali düzelemeyen ordumuz, iyi ki batıda bir tehlike ile karşı karşıya değil diye düşünüyorum. 3 tümenden oluşan 6. Ordu’nun ve İran seferinde dönen 13. Kolordu’nun da hezimetini aktarıyor. Selam-ı pak’ta durdurulan ve Kut ül Amare’da mağlubiyet yaşayan İngilizlerin daha sonra nasıl intikam aldığını anlatıyor. Bağdat’ı geri almak için kurulan Yıldırm Ordularının ise perişan olmasının kaçınılmaz bir son olduğunu, Sina, Filistin ve Musul’da ve Bağdat’ın savunmasında çok önemli zayiat verdiğimizi kaydediyor.
Sedat Paşaya göre, Filistin cephesi, Osmanlı ordusunu felakete sürükleyen bir hadisedir(1. Kolordunun 2. Tümeni Irak’da ve 3. tümeni Filistin’de, sonra 6. Ordu ve 13. Kolordu bölgede). 28 Eylül 1917 de “7 tabur ve 8 toptan ibaret Fırat grubumuzun, İngiliz kuvvetleri tarafından kuşatılıp esir edilmesi“ni ise “elemli bir hatıra“ olarak ifade ediyor. Sonunda, benzer hata ve hezimete düçar olamak için mi Musul’a- Rakka’ya gitmeye kalkıyoruz diye hayıflanıyor, o hayali “Osmanlı“ ekmeğine üzülerek bakıyorum. Yıldırım’larla kaybettiğimiz canlara daha kaç yüz veya bin can eklemeyi hesab ediyoruz?
Büyük Harb Öncesinde Rusya ile İlişkiler
Büyük dayım Sedat Paşa hem Filistin, hem de Boğazlar kitabında ayrıntılı bir Rusya ilişkileri tablosu çiziyor, izinli, izinsiz veya zorunlu izinli olarak sürekli olarak, “adalar denizi ve Bahri-Sefid’e“ asker ve mühimmat akaran Rus gemilerini anlatıyor. Anlaşılan o ki, Doğu’da ve Balkanlarda askeri kıran Rus orduları, bir taraftan da, “Sefain-i harbiyesi ile Çanakkale boğazından serbestçe mürur ederek hep Akdenize açılıyor“ ve bu denizde İngiliz, Fransız ve Yunan gemileri arasında yerini korumaya özen gösteriyordu. Bunu yaparken ilk ihlal ettiği anlaşma 1833 tarihli Hünkar iskelesi anlaşması olarak gözüküyor. Hergün gazetelerde okuduğum yeni Rus mühimmat takviyesi haberleri, elbette bana Rusya’nın Montreax kurallarını çiğneyip, çiğnemediğine dikkat edip etmediğimizi düşündürüyor. Yakın tarihlerde, ne maksatla olursa olsun, biz elindeki silahı kıyılara doğrultmuş Rus askerleri ile mücehhez Rus gemilerinin Boğaz’dan geçtiğine tanık olduk. Biz “Osmanlı ekmeği“ ile avunur ve övünürken, tarihten kalan görüntüleri aklımıza getiriyor muyuz acaba?
Evet, Kırım harbi ile Rusya’nın Karadeniz filosunun ortadan kalktığına dikkat çekiyor Sedat Paşa. Ama bu daha 1856 yılı. Kâğıt üzerinde, Paris muahedesi ile Türkiye üzerindeki Rus hâkimiyeti nihayete ermiş gözükse bile, bunun böyle ve kolay olmadığını daha sonraki satırlarda anlıyoruz. 1877-78 bunu yeniden düşündüren bir tarih, “Londra muahedesi ile istirdad ettiği vaziyet“, Rusya’yı İstanbul önüne kadar getirince, Devlet-i Aliyeyi ancak İngilizler kurtarabilmişti. O tarihte Sedat paşa, kuvvet-i bahriyeyi tedricen ve tamamen kaybettiğimizi kaydedederken, yine bana bugün ne olduğumuzu sorgulatıyor.
Ticaret mi? Yoksa Kanlı bir başka Savaşa bulaşan Siyaset mi?
Evet, Büyük harbin sonuna gelindiğinde mücbir nedenlerden dolayı Rusların “İstanbulun malikiyetinden feragat ettiği ve Boğazlara yanlız ticaret nokta-i nazarından bakmaya başladığı“ notunu okuyorum. Ama şimdi size sorayım, hangi amaç ile olursa olsun 2011 den bu yana Boğazlardan sadece ve sadece “bitaraf Rus ticaret gemileri“ mi “mürur ediyor“?
Evet, biz artık Rus doğal gazı ile ısınıyor, Ruslara, Türk akımı boru hattı ve nükleer santral inşa ettiriyor, buna mukabil domates ve limon satıp, onların inşaat kalfalığını yapıyoruz. Ama daha 1. savaşta bile boğaza “elektrikli mayın“ gibi üstün bir teknoloji aktarabilen Rusya’nın, bugün en yüksek teknoloji ile donanmış, müfrezelerinin Akdeniz’e geçişini nasıl içimize sindiriyor sonra Suriye’de Rusya’ya, Irak’ta da Bağdat hükumetine karşı harekata geçmeye teşebbüs ediyoruz? Ticaretin ucunda yine kanlı bir siyaset varsa, bunun bir parçası olmak nasıl bir iştir?
“Osmanlı Ekmeği“ Var mıydı?
Elbette, imparatorluğun çeşitli yerlerinden gelen buğday ile üretilen ekmek halkın yediği ekmekti[1]. Ama imparatorluğun son 30 yılını bilen anneannemin hiçbir zaman bir “Osmanlı ekmeği“nden bahsettiğini hatırlamam. Zaten bir zamanlar fırıncıların Makedon, Bulgar ve belki bazen Hemşin’li olduğu bir payitaht da böyle denmesine gerek varmıydı ona da emin değilim. Kaldı ki çok dinli, çok dilli ve çok milletli İstanbul’da anneannem, kızılcık murabbahası, ceviz muhammarası, bumbar dolması, kaz mançası(Bulgar), uskumru ve midye dolması, topik, trigona, hanım göbeği, vezir parmağı, elmasiye ve irmik helvasından bahsederdi. Ancak, anneannemin bize aktardığı yemek kültüründe yeri olan etnik veya coğrafi özellikli bir kaç yemek Çerkez tavuğu, Çerkez fasulyesi, Arnavut ciğeri, Yanya ve Nemçe böreğiydi. Olsaydı, özellikle ekmeklerin iyice kötüleştiği 1958-1960 arası bize mutlaka özlemle “Osmanlı ekmeği“nden bahsederdi. Kaldı ki geçmişe pek özlem duyduğunu hatırlamıyorum. O Salacak’ta bir yalıda doğup büyüdüğü halde, hiçbir şekilde zor ve işgal altında geçen yıllara özlem duymadı. Yıllar süren savaşlardan bizar olmuşlardı. Tüm yaşamı boyunca, sadece eski terbiye, nezaket ve saygıyı özledi. Oysa şimdi biz olmayan hayallerin peşinde koşup, herşeye yapıştırdığımız Osmanlı yaftası ile oyalanıyoruz ve 1800 lerin başından 1920 li yıllara kadar geçen dönemde ne olduğunu hatırlamayı ihmal ediyoruz.
Oysa Ailemden bana Daha Neler Aktarıldı!
Tarih benim alanım değil. Ama zaman zaman edindiğim başucu kitapları var. Bir de kulağımdan hiç eksik etmediğim küpeler(“kulağına küpe olsun“ diye bana verilen aile öğütleri). Anneannem imparatorluğun son zamanlarını çok güzel anlatırdı. Mütefekkir bir aileden geldiği ve kendisi de çok kitap okuduğu için çocuk hafızama, aileyi de kapsayan tarihi bilgi, deneyim ve ihtiyatı tedbir nitelikli öğüt aktarmıştır.
Şimdi onun ağabeyi Yıldırım Orduları Erkan-ı Harbiye Reisi Mirliva Sedat’ın(Korgeneral Sedat Doğruer’in iki kitabı başucumda. Biri, “Yıldırım Ordularının Bozgunu- Filistin’e Veda“(Yeditepe yayınları), diğeri ise “Boğazlar Meselesi ve Çanakkale Deniz Zaferi“(e yayınları).Özellikle ikinci kitabın derleyicisi Sayın Murat Çulcu, çok iyi bir iş yapmış. Üslup ile hiç oynamamış. Kitabı okurken anneannem konuşuyormuş gibi geliyor. Aynı tarz, aynı ağdalı ve ravaklı-ağdalı Osmanlı Türkçesi. Şimdi bu kitaplarda ne okuyorum onları sizinle paylaşayım: Bir kere Büyük dayım Sedat Paşa, “Filistin’e Veda“ adlı kitabında, Galiçya’da ve daha sonra Çanakkale’de yorgun düşen, bir de üstüne üstlük Doğu’da da telef olan Osmanlı ordusunun, Filistin’e zaten takatsiz olarak çeşitli zorluklarla aktarıldığını yazıyor. Şimdi olayı tersinden görür gibiyim. Doğuda yorulan ve morali düzelemeyen ordumuz, iyi ki batıda bir tehlike ile karşı karşıya değil diye düşünüyorum. 3 tümenden oluşan 6. Ordu’nun ve İran seferinde dönen 13. Kolordu’nun da hezimetini aktarıyor. Selam-ı pak’ta durdurulan ve Kut ül Amare’da mağlubiyet yaşayan İngilizlerin daha sonra nasıl intikam aldığını anlatıyor. Bağdat’ı geri almak için kurulan Yıldırm Ordularının ise perişan olmasının kaçınılmaz bir son olduğunu, Sina, Filistin ve Musul’da ve Bağdat’ın savunmasında çok önemli zayiat verdiğimizi kaydediyor.
Sedat Paşaya göre, Filistin cephesi, Osmanlı ordusunu felakete sürükleyen bir hadisedir(1. Kolordunun 2. Tümeni Irak’da ve 3. tümeni Filistin’de, sonra 6. Ordu ve 13. Kolordu bölgede). 28 Eylül 1917 de “7 tabur ve 8 toptan ibaret Fırat grubumuzun, İngiliz kuvvetleri tarafından kuşatılıp esir edilmesi“ni ise “elemli bir hatıra“ olarak ifade ediyor. Sonunda, benzer hata ve hezimete düçar olamak için mi Musul’a- Rakka’ya gitmeye kalkıyoruz diye hayıflanıyor, o hayali “Osmanlı“ ekmeğine üzülerek bakıyorum. Yıldırım’larla kaybettiğimiz canlara daha kaç yüz veya bin can eklemeyi hesab ediyoruz?
Büyük Harb Öncesinde Rusya ile İlişkiler
Büyük dayım Sedat Paşa hem Filistin, hem de Boğazlar kitabında ayrıntılı bir Rusya ilişkileri tablosu çiziyor, izinli, izinsiz veya zorunlu izinli olarak sürekli olarak, “adalar denizi ve Bahri-Sefid’e“ asker ve mühimmat akaran Rus gemilerini anlatıyor. Anlaşılan o ki, Doğu’da ve Balkanlarda askeri kıran Rus orduları, bir taraftan da, “Sefain-i harbiyesi ile Çanakkale boğazından serbestçe mürur ederek hep Akdenize açılıyor“ ve bu denizde İngiliz, Fransız ve Yunan gemileri arasında yerini korumaya özen gösteriyordu. Bunu yaparken ilk ihlal ettiği anlaşma 1833 tarihli Hünkar iskelesi anlaşması olarak gözüküyor. Hergün gazetelerde okuduğum yeni Rus mühimmat takviyesi haberleri, elbette bana Rusya’nın Montreax kurallarını çiğneyip, çiğnemediğine dikkat edip etmediğimizi düşündürüyor. Yakın tarihlerde, ne maksatla olursa olsun, biz elindeki silahı kıyılara doğrultmuş Rus askerleri ile mücehhez Rus gemilerinin Boğaz’dan geçtiğine tanık olduk. Biz “Osmanlı ekmeği“ ile avunur ve övünürken, tarihten kalan görüntüleri aklımıza getiriyor muyuz acaba?
Evet, Kırım harbi ile Rusya’nın Karadeniz filosunun ortadan kalktığına dikkat çekiyor Sedat Paşa. Ama bu daha 1856 yılı. Kâğıt üzerinde, Paris muahedesi ile Türkiye üzerindeki Rus hâkimiyeti nihayete ermiş gözükse bile, bunun böyle ve kolay olmadığını daha sonraki satırlarda anlıyoruz. 1877-78 bunu yeniden düşündüren bir tarih, “Londra muahedesi ile istirdad ettiği vaziyet“, Rusya’yı İstanbul önüne kadar getirince, Devlet-i Aliyeyi ancak İngilizler kurtarabilmişti. O tarihte Sedat paşa, kuvvet-i bahriyeyi tedricen ve tamamen kaybettiğimizi kaydedederken, yine bana bugün ne olduğumuzu sorgulatıyor.
Ticaret mi? Yoksa Kanlı bir başka Savaşa bulaşan Siyaset mi?
Evet, Büyük harbin sonuna gelindiğinde mücbir nedenlerden dolayı Rusların “İstanbulun malikiyetinden feragat ettiği ve Boğazlara yanlız ticaret nokta-i nazarından bakmaya başladığı“ notunu okuyorum. Ama şimdi size sorayım, hangi amaç ile olursa olsun 2011 den bu yana Boğazlardan sadece ve sadece “bitaraf Rus ticaret gemileri“ mi “mürur ediyor“?
Evet, biz artık Rus doğal gazı ile ısınıyor, Ruslara, Türk akımı boru hattı ve nükleer santral inşa ettiriyor, buna mukabil domates ve limon satıp, onların inşaat kalfalığını yapıyoruz. Ama daha 1. savaşta bile boğaza “elektrikli mayın“ gibi üstün bir teknoloji aktarabilen Rusya’nın, bugün en yüksek teknoloji ile donanmış, müfrezelerinin Akdeniz’e geçişini nasıl içimize sindiriyor sonra Suriye’de Rusya’ya, Irak’ta da Bağdat hükumetine karşı harekata geçmeye teşebbüs ediyoruz? Ticaretin ucunda yine kanlı bir siyaset varsa, bunun bir parçası olmak nasıl bir iştir?
[1] “İstanbul’a buğday, et ve erzak Rumeli ve Marmara sahillerinden, hububat Eflak ve Boğdan eyaletleri ile Tuna iskeleleri, Karadenizin Rumeli yakasındaki iskelelerinden ve Trakya’dan geliyordu“ diye belirtmektedir. Bknz http://osmanliistanbulu.org/tr/images/osmanliistanbulu-2/02_ahmet-tabakoglu.pdf