11. yy’dan 16. yy’a kadar çağına ve rakiplerine göre oldukça iyi bir konumda bulunan Müslüman Türklerin bu halini devam eden dönemde sürdürememesi hakkında söylenmiş ve yazılmış çok sayıda söz ve yazı bulunmaktadır. Kanımızca bu konudaki en önemli husus, 1517 Mısır’ın Fethinden sonra Mısır’dan İstanbul’a getirilen âlimlerin etkisiyle Saray’ın, Maturidi’liğin gereği olan akılcı anlayışı büyük ölçüde terk edip, Eşari’liğin etki alanına girmek suretiyle, insana ve eşyaya kadercilik ekseninde yaklaşmaya meyletmesinin rolü göz ardı edilmemelidir. Buna mukabil aynı zaman zarfında Kilise’nin her dediğini yaparak bağnaz bir din anlayışıyla Orta Çağ karanlığı yaşayan Avrupa’nın reform ve Rönesanslarla Protestanlığa dönüşüm gerçekleştirmek suretiyle tam tersi bir sürecin içine girdiğine şahit olmaktayız.
Ülkemizde on yılardır en çok tartışılan konuların başında gelen laiklik uygulamasının, Avrupa’da ortaya çıkışının; sosyolojik, siyasal ve fikri temellerinin bu sürece dayandığı muhakkaktır. Çünkü Orta Çağ karanlığını yaşayan Avrupa’da; reform, Rönesans ve coğrafi keşiflerle ortaya çıkan aydınlanma dönemi, büyük ölçüde Kilise’nin günlük hayata olan müdahalesinin sınırlandırılması ile gerçekleştirilmiş oldu. Bu olayı Avrupa adına laikliğin haklı bir gerekçesi olarak değerlendirmek mümkündür. Oysa aynı dönemde Müslüman Türkler, hiçbir din ve laiklik problemi olmadan, hatta din ile tam bir uyum içinde; astronomi, matematik, fizik, kimya ve tıpta döneminin en ileri bilgi düzeyine ulaşmışlar ve buna bağlı olarak, Dünya siyasetinde de tarih yapan bir rolü başarıyla icra ediyorlardı.
Ancak yukarıda bahsedildiği üzere, Avrupa bağnaz din anlayışından kendisini arındırarak, aydınlanma dönemine geçerken, bizler ise akılcı din anlayışı ile o güne kadar devam ettirdiğimiz aydınlanma dönemimizi, kaderci ve mistik din anlayışına bırakmak suretiyle, kendi orta çağ karanlığımızı oluşturmuş olduk. Bu vaziyetin maalesef önemli ölçüde bu güne kadar devam ettiğini kabul etmek durumundayız.
Bilhassa son iki yüzyıldır Milletimizin içine düştüğü söz konusu iktisadi, siyasi ve akademik alandaki geri kalmışlığın üstesinden gelebilmek için sürdürülen çözüm arayışlarının, tatminkâr olmadığını ifade etmek bir zorunluluk olarak görünmektedir. Bu anlamda özellikle Ülkemizdeki bilimsel ilerlemenin diğer pek çok alanda olduğu gibi dışa bağımlı bir çerçevede yürütülmesi, bu anlamda, Tanzimat’tan bugüne sürekli dışarıya öğrenci gönderilmesi ve buna bağlı olarak yabancı yayınların ve fikirlerin akademik çevrelerde otorite olarak hep üstün tutulması, üzerinde detaylıca durulması gereken önemli bir konu olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bilgi her dönemde en önemli silah ve güç konumundadır. Dolayısıyla rakiplerinizden/düşmanlarınızdan edineceğiniz ya da onların size vereceği bilgiyle/silahla onların üstesinden gelmeniz mümkün değildir.
Bu anlamda ülkemizin eğitim ve bilim politikaları gerçek bir milli anlayışla tekrar gözden geçirilmek zorundadır. Bunun için öncelikle şu gerçeğin kabullenilmesi gerekmektedir. Hiçbir surette yanlış bir yol ile veya yöntemle doğru bir amaca ulaşmak mümkün olmadığından, uygun bir yöntem, en az hedefin doğruluğu kadar önem arz etmektedir. Hatta hedefin veya idealin kutsallığı, ona ulaştıran yolun doğruluğuyla da yakından ilgili olduğunu göz ardı etmek mümkün değildir.
Bilimi ilgi alanı itibariyle fen ve sosyal bilimler şeklinde esasen ikiye ayırırsak, şöyle bir tespit yapmamız mümkün olacaktır. Fen bilimleri, insanın etrafındaki eşyayı konu ettiğinden genel geçerliliğinden söz etmek mümkündür. Dolayısıyla yurt dışı eğitim ve kaynak belli ölçüde makul görülebilir. Fen bilimlerinin genel geçerliliği olmasına rağmen, bu noktadaki İhtiyatlı duruşumuzun nedeni, stratejik konumda olan bilginin hiçbir surette kamuyla paylaşılmayacağı gerçeğidir. Dolayısıyla bizim onlardan edinebileceğimiz bilgi düzeyi her dönemde ikinci ve üçüncü düzey bilgi seviyesini aşmayacaktır.
Sosyal bilimler ise düşünen, gülen, ağlayan öfkelenen ve sahip olduğu değerlere göre hayatını kurgulayan insanın kendisini konu edinmektedir. Dolayısıyla sabit bir olgudan bahsetmediğimizden, sosyal bilimlerde fen bilimleri gibi genel geçerlilikten söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle herhangi bir A toplumunu X döneminde ihya eden bir teorinin, aynı X döneminde B toplumu için veya Y döneminde yine A toplumu için hezimete neden olması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle eğer herhangi bir toplumun kalkınmak, ilerlemek ve rakiplerinin önüne geçmek gibi bir hayali varsa, bunun yöntemi, rakiplerin ayak izini takip etmek olmayacaktır. Çünkü ayak izi takip eden her kim olursa mutlaka geriden gelmek zorunda olacaktır.
Sosyal bilimlerde genel geçerliliğin olmaması, her milletin kendi değerleri, maddi manevi imkânları ve günün değişen şartlarına göre; eğitim, hukuk, kültür, siyaset, iktisat ve askeri konularda milli politikalar ve teoriler üretmek zorunda olduğunu ortaya koymaktadır. Bu itibarla bilhassa sosyal bilimlerde gelişmiş ülkelerin tecrübesi diyerek, yurtdışı eğitimin ve yabancı yayının teşviki, kanımızca çok da isabetli bir tavır olmasa gerek.
Özellikle iletişim, ulaşım ve internetin bu kadar yaygın olduğu, dolayısıyla yabancı yayına ulaşmak için bir cep telefonun bile yeterli olduğu günümüz dünyasında eğitim için yurt dışına gitmenin, fayda maliyet analizinin tekrar yapılması yerinde olacaktır. Görüldüğü üzere hem dışarıda edinilen bilginin, toplumumuza ne denli uyacağı gerçeği, hem de söz konusu bilgiye ulaşmak için mutlaka yurt dışına çıkmanın günümüz şartlarındaki zorunluluğunu tekrardan ele almak yerinde olacaktır.
Yurt dışı eğitimin kanımızca bir diğer sorun oluşturan yönü, ilgili kişilerin birçoğunun kendi toplumsal gerçeklerine ve değerlerine yabancılaşırken, buna karşılık gittiği ülkenin kültürüne daha yakın bir kişilik kazanmasına neden olmasıdır. Bu kişilik farklılaşması, ilgili kişileri bir taraftan kendi insanından uzaklaştırarak, ona tepeden bakmasına sebep olurken, onu yetiştiren toplumun sorunlarına çözümden uzak bir tarzda dışarının gözüyle bakmasına yol açmaktadır.
Üniversitelerarası Kurulun yeniden düzenlediği doçentlik ölçütlerinde önemli ölçüde telafi edilen yurtdışı yayın avantajı uygulamasının da Ülkemizin bilimsel gelişmesine önemli ölçüde ket vurduğu kanaatindeyiz. Çünkü SSCI dâhil yurt dışı yayın şartı ya da avantajının, birçok yönden Ülkemiz adına menfi etkiler doğurabilecek bir politika olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.
Böylesi bir bilim politikasının ilk olumsuz etkisi, kaliteli diyebileceğimiz birçok yayının yurtiçi kendi dergilerimiz yerine, yurt dışındaki dergilerde yayınlanmasıyla, kurumsal olarak yabancı ülke yayını haline gelmesidir. Nihayetinde kıt kaynaklarda ürettiğimiz bilgiyi bedavadan hatta teşviklerle yurt dışının kullanımına sunmuş oluyoruz.
Yurtdışı eğitim ve yayının ikinci menfi etkisi, Türkçenin bilim dili olma imkânını kaybetmesine olan katkısıdır. Bilhassa yurt dışında ve ya yurt içinde yabancı dilde eğitim gören birçok bilim insanımızın maalesef “Bunun Türkçesi neydi?“ ifadesini kullandığına şahit oluyoruz. Dolayısıyla kendi dilini hakkıyla konuşup yazmayan bir bilim insanının, O dili konuşan insanları anlaması ve onlar için çözüm üretmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Öte yandan, eğitim ve yayın dilinin yabancı bir dil olması, kıt kaynaklarla zor şartlarda elde edilen bilgi birikiminin getirisinin, bu ülke insanından ziyade yabancılara sunulması anlamına geldiği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Yurt dışında yapılan yayının bir diğer dikkate alınmayan etkisi, bilim yapmanın metotları ve neyin önemli olup olmadığı veya hangi konu ve fikrin bir yayın olup olmayacağı konularında dışarının kabul ve retlerine göre bizi harekete zorlamasıdır. Dolayısıyla ancak onların beğendiği; konu, yöntem ve yazım tekniğini çalışarak, kendi adımıza ne ölçüde bilim yapabiliriz!? Bunun bir daha sorgulanması gerekmektedir.
Bizim gibi azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde görülen, yurt dışında yapılan yayınların kaliteli olduğu ön kabulü ve buna bağlı teşvikte bulunulması, ilgili ülkelerde akademik dergilerin ticarileşmesine ve bu alanda sektör oluşmasına neden olmuş durumdadır. Bu da birçok yabancı yayının kendi yurtiçi dergilerimizden çok daha vasat olması anlamına gelmektedir.
Nihayetinde kendimiz; için bağımsız, özgür ve refah içinde bir dünya istiyorsak bunun temel üç ilkesini; Din’in (İslam) öngördüğü akılcı bir din anlayışını topluma hâkim kılmak, her şeyden evvel bilim alanında bağımsız bir politika yürütmek ve toplumda sosyal sermaye birikimini sağlayarak, devlet millet bütünleşmesini temin etmek şeklinde sıralamak mümkündür.