Batı’ya karşı en tepkili Türk’ün dahi sosyo-psikolojik alt bilincinde, Batı ile ilgili belli bir “medeniyet“ beklentisi vardır. Batı’daki hukuki ve insani kazanımların evrensel olduğu ön kabulüne bağlanabilir bu. Beijing’de Tiananmen Meydanında tankların önüne çıkmış olan Çinlinin cesaretini, Moskova’da tankın üstüne çıkan Boris Yeltsin’in imajını, Mısır’da ‘Yasemin Devrimi’ adı verilen Arap Baharı göstericilerinin Tahrir Meydanındaki direnişini ve al birinden vur öbürüne iki adayın yarıştığı Ukrayna’daki genel seçim sonuçlarını beğenmeyenlerin başlatıp bu sonucu değiştiren yeni bir genel seçimle kaybeden aday’a iktidarın teslim edildiği Portakal Devrimini, tüm bunları demokrasi zaferi olarak tarihe kazıyan Batı’dan, 15 Temmuz gecesi püskürttükleri lanetli darbe girişimi sonrası Türklerin de bir beklentisi vardı. Batı’dan demokrasiyi savunmak için kendi canlarını feda edenleri kutsayan, demokrasi güçlerini alkışlayan ve tüm Türkiye’ye karşı yapılmış olan bu darbeyi lanetleyen açıklamaların gelmesiydi beklenen. Ancak bu mesajlar gelmedi. Batı’nın biraz da ikiyüzlülüğü konusundaki ön-yargıları besleyen bu tutumu ilgiyle izlenmeye başladı. Batı ile ilgili var olan sosyo-psikolojik ön kabul sarsılmaya başladı.
Sanki çatışan meşru iki tarafmış gibi “tarafları itidale“ çağıran açıklamalar; darbe girişimi sonrası “tutuklamalar ve hukuki süreçle“ ilgili belirtilen “endişeler“; “darbe sonrası düzenlemeler“ diyerek sanki bir darbe gerçekleşmiş gibi yapılan analizler; dünya tarihinde ender karşılaşılan bir biçimde Türk halkının gösterdiği özveri ve cesareti, son derece kötü olan linç edilen askerler görüntüleri üzerinden küçük düşürme çabaları… İzlenen Batı’da öne çıkan mesajlar bunlardı. Hıristiyan aleminin ruhani lideri olan Papa’nın, darbe girişiminden üç hafta sonra kendisine neden bir taziye mesajı göndermediğini soranlara, “orada bazı karışıklıklar oldu ama ben buna henüz vakit ayırıp bakamadım, o yüzden ne diyeceğimi bilemiyorum“ mealinde bir cevap vermesi… Buna bir de, “bizimle bağlantılı olan generaller tutuklanıyor, bu yüzden ittifakımız iş yapamaz hale geldi“ diyerek adeta darbecilere arka çıkan ve işbirliği ima eden açıklamaları ekleyin.
Bu türden sempatik olmayan açıklamalara başlanırken bile, usulden olsun diye söylenmiş kuru bir “geçmiş olsun“ dileğini de duyamadık. Oysa Batı’dan beklediğimiz demokrasiye sahip çıkmış insanlar nezdinde sırf demokratik ilkeler adına, sözde de olsa bir destek idi. Günümüz dünyasında, “temsili demokrasi“ örselenmiş, “tek dişi kalmış canavar“ konumuna düşürülmüşken, demokrasiye böylesine özveriyle sahip çıkılmasına, demokratlık iddiasında olanların en azından bir şükran belirtmesi gerekirdi.
Bu açıklamaların gelmemesine hak verenler, Türkiye’deki iktidarın geçmişte kullandığı bir takım yöntemlerin tepki yaratmış olmasına, bazı fevri çıkışlara veya tutarsız uygulamalara bağlıyor genel olarak. Bunun doğru bir tespit olduğu kabul edilse bile tüm Türkiye’ye karşı yapılan ve tüm Türkiye’nin engellediği, püskürttüğü bir darbe girişiminin takdir edilmesi, alkışlanması, örnek gösterilmesi, iktidar konusundaki önyargılardan bağımsız olması gerekirdi. Yoksa engellenen sadece kalkışma değil, onun fonksiyonel olduğu bir gelecek tahayyülü müydü? Batı böyle bir kurgunun ne kadar ayırdında olabilirdi?
Darbe girişimi sonrası, Türkiye’ye Batı’dan yapılan en üst düzeydeki ziyareti İngiltere Dış işleri Bakanlığında görevli ve Amerika ve Avrupa’dan sorumlu Devlet Bakanı Allen Duncan tarafından gerçekleştirildi. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ile yaptığı görüşmelerde darbe sonrası gelişmeler ve Kıbrıs konusu ele alındı. Bakan Duncan, Brexit kampanyaları süresince “AB’de kalınırsa milyonlarca Türk’ün İngiltere’ye geleceği korkusu“ üzerinden propaganda yapanlardandı. Bu kez ise İngiltere Türkiye’ye destek veriyordu.
Brexit referandumundan sonra İngiltere nezdinde Türkiye’nin önemini arttıran İsrail ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirme girişimleriydi. Amerikalıların tamamıyla yanlış değerlendirmeler ve yönlendirmeler sonucu desteklemeyi seçtikleri, terör örgütü PYD/PKK güçleri üzerinden hakim olmaya çalıştığı, bazılarının “Kürt Koridoru“ dedikleri bölgede Türkiye ile anlaşabilen Rusya’nın varlığı dengeleri ciddi olarak değiştirebilirdi. Türkiye’ye belli bir kaldıraç sağlayabilecek bir diğer oluşum da, İsrail’in Doğu Akdeniz’de geniş doğal gaz rezervlerini işletmeye açacak olmasıydı. Türkiye ile anlaşan İsrail, böylece doğal gazını Türkiye üzerinden daha ucuza Batı’ya pazarlayabilme şansına kavuşuyordu.
Su politikası sayesinde Türkiye’nin Kıbrıs’ta elde ettiği avantajlar, Avrupa’nın ihtiyacını karşılayan enerji koridorlarının bu coğrafyada bulunması, Kıbrıs adasında iki önemli askeri üssü bulunan İngiltere’nin de devre dışı kalmamak üzere harekete geçmesini getirdi. İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyetinin üç garantör devletinden biri olarak, AB’ye kabul edilmesi için çaba gösterdiği Kıbrıs Rum Yönetiminden ve AB’den bağımsız olarak Türkiye ile Kıbrıs’ı konuşmaya başladı. Türkiye’deki kalkışmanın engellenmesi, çıkarcı ve gerçekçi İngiliz diplomasisini bölgede kendisiyle buluşma zemini en sağlam olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmenin yollarını aramaya sevk etti. Bunun ardından AB üyesi ülkelerin tek tek bağlantı kurma çabaları gelebilir.
Bu hamleyle İngiltere aynı zamanda dosta düşmana, dünya politikasında AB dışı bir takım ittifak arayışlarında kendi başına hareket edebileceğini, kendi çıkarlarını koruyabileceğini, kendi yağıyla kavrulurken AB’nin sağlayabileceğinden çok daha etkili diplomatik kaldıraca kendi başına kavuşabileceğini ispat etmeye de yarıyor. İngiltere bu bölgedeki önemini eski müttefiklerine yeni roller yükleyerek inşa ederken bir yandan da bu ayrıcalıklı konumunu, ABD ve AB’ye “yeni küresel vizyonunu“ kabul ettirmek için kullanacak.
Son sekiz senedir devam eden ve kaynağında uygulanmakta olan neo-liberal politikalar bulunan krize dünya bir türlü çözüm geliştiremedi. Gerçekleşen küçük iktisadi büyüme hadleri ise istihdam yaratma, yoksullukla mücadele konusunda son derece cılızdı. Bulunan en iyi çözüm iktisadi daralma ve tasarruf tedbirleriydi. Bir yerde krizi yaratan nedenler, krize çare olarak sunuluyordu.
Bu yüzden, içinde bulunulan konjonktürde yeni bir dünya tahayyülü geliştirme gerekliliğinin farkına varan İngiltere Brexit’le önemli bir hamle yapmıştı. AB’den çıkma kararıyla, bozulan gelir dağılımı, artan yoksulluk, göç, işsizlik ve teröre karşı kırılgan hale gelme durumunun müsebbibi olan küresel iktisadi aranjmanları da değişime zorlayan bir süreci de başlattı. Bundan sonra ne AB’nin ne de dünyanın başka bölgelerinin sanki hiç bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün değil. Brexit, uygulanmakta olan neo-liberal projenin, birlik içinde eşitsizlikler üreten, bölgesel farklar yaratan, gelir dağılımını bozan, yoksullukla baş edemeyen yapısının gözden geçirilmesi gerekliliğini de ortaya çıkardı. Böylece, kapitalizm içi alternatif model arayışlarının da tetiklendiğini söyleyebiliriz. Kriz döneminde giderek derinleşen ve farklılıkları daha da belirginleşen alternatif birikim modelleri arasında bir seçim yapma mücadelesi başladı.
Küresel kapitalizmin Anglo-Saxon versiyonunun fikri ve fiili sahibi olan İngiltere, sistem karşıtı alternatif arayışları engelleyebilmek için, dünyanın bu “tehlikeli“ iktisadi ve toplumsal kurgusunu reform etme işine girişti. İngiltere’nin şimdi, neo-liberal modeli küresel sorunlara cevap verecek şekilde gözden geçirip, onarması ve başta AB olmak üzere dünyaya pazarlaması ve kabul ettirmesi gerekiyor. İngiltere, AB üyesi olarak tökezleyen kapitalizmini kendi başına rekabet edebilir ve çalışabilir bir model haline getirmeye çalışacak. Bunu yaparken de, diğer AB üyesi ülkelerden farklı olan, altmışüç üyeli Ortakrefah Topluluğunun (Commonwealth) başındaki ülke olarak kendisine ayrıcalık tanıyan konumunu kullanarak, aynı zamanda küresel kapitalizmin yönünü de belirlemeye çalışacak. Böyle bir konjonktürde, darbe girişimini ezen ve başka bir bağlamda yeni bir çağ başlatan Türkiye’yi göz ardı etmesi mümkün olabilir miydi?
Türkiye’ye yakınlaşması, diğer Batılı devletlerden önce hamle yaparak destek vermesi, bu yeni kurulacak dünyada Türkiye’nin üstleneceği rolün öneminden kaynaklanıyor. İngiltere FETÖ gibi oluşumları yaratma, destekleme ve kullanma konusunda dünyadaki en deneyimli ülkelerden biri. Zaten, FETÖ dahil bölgeye yönelik siyaset oluşumlarının şablonu da İngiltere’ye ait. Bu yüzden İngiltere FETÖ tipi oluşumların ne zaman ilelebet devre dışı kaldığını diğer Batılı devletlerden çok daha iyi biliyor. Küresel hegemonların, İslami coğrafyayı kontrol altına alma aygıtı olarak kullandığı FETÖ’nün muazzam bir demokrasi duvarına çarparak parçalanması ile Brexit bağlamında İngiltere’nin yeni bir ruh arayışına çıkıyor olması, İngiltere’yi Türkiye’ye yakınlaştırdı. İngiltere, AB’den çıkma kararıyla sonuçlanan Brexit ve Türkiye’deki lanetli darbe girişimin püskürtülmesinden sonrasında yepyeni bir dünyanın kurulacağını en iyi idrak eden devletlerin başında geliyor. Bunu biliyor olması rastlantı veya üstün zeka gerektirmiyor, biraz tarih bilgisi yeterli. İngiltere örneğini bundan sonra başka devletlerin de takip edeceğini söyleyebiliriz.
19ncu yüzyılda, Orta Asya’da Rusya’nın yayılmasını engellemek ve Majestelerinin etki alanını genişletmek için ortaya atılan ve merkezine Müslümanların örgütlenmesi (Pan-islamizmi) koyan, “Büyük Oyun“ politikası, 1885’de başladı. “Büyük Oyunun“ aktörleri arasında FETÖ gibi kullanışlı unsurlar da yer almaktaydı. Etnik, kabile ve dini bağlılıkları kışkırtma konusunda uzman olan İngiltere, FETÖ benzeri bir oluşumu resmi olarak desteklemeye böylece başlamıştı. Bu, Londra’da Fars – Afgan kökenli Müslüman bir din adamının İngiliz istihbaratı ve Dışişleriyle bağlantı kurması ve İngiltere’yi ikna etmesiyle gerçekleşmişti. İngiliz istihbaratı, bölgedeki etkinliğini arttırmak için bir yandan da İslam’ı modernleştirme çabası içinde olduklarını iddia eden bu din adamının takipçisi bir ekibi maaşa bağladı ve kullandı. Afrika ve Güneybatı Asya’yı kapsayan, tarihin en vahşi emperyalist toprak kapma savaşının bir parçası olan “Büyük Oyun“, Çanakkale Zaferi ile sona erdi. Hindistan’ın sahibi İngilizler, 1881’de Mısır’ı kontrol altına almışlardı. Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini elinde tutan Osmanlı İmparatorluğunun bu topraklarının paylaşılması için Birinci Dünya Savaşının bitmesi gerekecekti. İngilizlerin Çanakkale’deki hezimeti, yeni bir dünyanın kurulmasının da önünü açmıştı.
İngilizlere Pan-İslamizm fikrini veren, Doğu Afrika ile Çin arasındaki topraklarda çekişen emperyalist güçlerin arasında bir ortak dava olarak Pan-İslamizmi yerleştiren, İngilizlere Orta Asya’nın kontrolünü verecek olan bu fikrin sahibi, 1870’den 1890’a kadar destekledikleri Cemalledin el Afgani’ydi (1837 – 1897). Öldükten sonra onu sevenler daha çok, anti-emperyalist, inanç sahibi bir dindar, emperyalist güçlere karşı kükreyen bir ses, bir liberal yenilikçi, İslamın içinde Rönesans arayan bir eylemci, orta çağ İslamını bilimsel akılcılık ve aydınlanmayla buluşturan bir düşünür olarak kabul ettiler.
Öte yandan bu din adamı istihbarat belgelerine, İngilizlerin yardımıyla Pan-İslamcı teoriyi geliştirip siyasete ve toplumsal hareketlere alet ederken, heterodoks bir düşünür, Mason, bir hurafeci, siyasi ajan ve dinin toplumsal kullanışı olduğuna inanan biri olarak girmişti. Afgani, İngiliz, Fransız ve Hindistan istihbarat belgelerinde, din’i geçici sebepler için kullanan bir siyasi sihirbaz, getir götür işleri yapan bir çırak, dinsiz ve emperyalist güçlerin bir aleti olarak değerlendiriliyordu. Hatta, Mason locasından “yüce güce“ inanmadığı için çıkarıldığı da kayda geçmişti. Bir yandan kitleler için bir yüzü vardı, diğer yandan da seçilmiş ruhlarla paylaştığı görüşleri. Kitleler için Pan İslam, seçilmiş ruhlar için eklektik bir felsefe. İşine geldiğinde anti-emperyalist, işine gelince emperyalistlerin hizmetinde bir teolog.
Afgani temel olarak dinleri buluşturma, diyalog kurma gibi fikirleri savunuyordu. Afgani ve onun takipçisi Abdu (Muhammed Abduh, 1849 – 1905) ve bu fikirleri savunan Deniz Feneri isimli dergiyi çıkaran Muhammed Reşit Rida (1865 – 1935) ve Mısır’da 1928’de Müslüman Kardeşlerin de temellerini atan Hassan al Banna (1906 – 1949), hepsi aynı ekiptendi. Ayrıca İslam’ı merkezine alan teoloji çalışmalarını yürüten ve Abdu’nun yanında doktorasını yaptığı, E. G. Brown isimli rahip ve Cambridge Üniversitesi Profesörü de önemlidir. Afgani bazen aynı anda, hem İngilizlere, hem Fransızlara hem de Ruslara hizmet ederken, takipçileri ve bunlar arasındaki Muhammed Abduh’un sarsılmaz bir İngiliz sever olmasının arkasında hocası Brown’a olan bağlılığı yatmaktaydı.
Bu konuda daha detaylı bilgi için, 2005 yılında New York’da, Metropolitan Books’un yayınladığı, Robert Dreyfuss tarafından kaleme alınmış olan, “Amerikan İmparatorluğu Projesi, Şeytan’ın Oyunu“, isimli kitaba bakılabilir.
Tam yüz sene sonra, Sovyetler Birliğinin, Afganistan’ı işgal etmesini takiben İngilizlerin elindeki “Büyük Oyun“ şablonu raftan indirildi. Büyük Oyun projesinin çağdaş dünyaya uyarlanması 1980’lerde kullanan Amerikalılar, “Yeşil Kuşak“ projesi adını verdikleri ve Taliban türü örgütlerin askeri olarak desteklenmesiyle Sovyetlerin Asya’daki yayılmasının önüne geçeceklerini düşünüyorlardı. Bunun bir parçası da, tıpkı önceki “Büyük Oyun“ projesinde olduğu gibi, İslam düşüncesini yenileme, değiştirme, çağdaşlaştırma ve diğer medeniyetlerle buluşturma, bir nevi “evcilleştirme“ göreviydi. İslamı “ılımlılaştırma“ projesinde devreye FETÖ tarzı örgütler girdi ve desteklendi. İran Devrimi sayesinde verimli bir rüzgar yakalamış olan dini örgütlenmelerin Orta Asya’da Rusların yayılmasını engelleyeceği fikri de taraftar bulmaya başladı. FETÖ’ye de bu “Yeni Büyük Oyunda“ çok önemli rol düşüyordu. ABD tarafından korunan “Ilımlı İslam“ projesi, sinsi bir plan olan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) bu “Yeni Büyük Oyunun“ parçalarıydı. Suriye’yi mahveden, Mısır’da demokratik süreçleri devre dışı bırakan, Arap Baharı olarak anılan ve akamete uğrayan demokratikleşme ataklarını da bu proje içinde saymak gerekir.
Bu yeni “Büyük Oyun“ projesi de, demokrasiye sahip çıkan, sağduyulu Türk halkının çılgınca cesaretiyle püskürtülen FETÖ’cü darbe girişiminden sonra bitti. Bu yönüyle Çanakkale Zaferine benzeyen bu tarihi anın, anlam ve önemini en iyi İngiltere’nin anlıyor olması büyük sürpriz değil.
Bakan Allen Duncan’ın ziyaretinin ardından, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore’dan 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili açıklamalar geldi. Moore, Gülencilerin darbe girişiminde bulunduğunu kabul ettiğini, Türk halkının sokaklarda darbe girişimini önlediğini ardından da siyasi partilerin bir araya gelerek sivil iradeye sahip çıkmasını, “Türk demokrasisi rüştünü ispat etmiştir“ diyerek, şayet FETÖ’nün İngiltere’deki faaliyetlerine dair delile dayalı bilgiler sağlanırsa İngiltere’nin işbirliği yapmaya hazır olduğunu bildirdi.
İngiltere’nin 15 Temmuz darbe girişimine karşı Türkiye’nin yanında yer aldığını açıklamasının ardında tıpkı 1885’de başlayıp 1915’de biten Birinci “Büyük Oyun“ senaryolarının çağdaş tasarımının artık yenilgiye uğradığının bilincinde olduğu yatmaktadır. Bu mantıkla bakıldığında, tankların üstüne çıkan, Amerikancı darbeyi püskürten sağduyulu Türk halkının orada cesaretle ortaya koyduğu direniş Çanakkale Zaferinin günümüze yansımasıdır. Bunun da en iyi farkında olan bu tür oyunların da kurucusu olan İngiltere’den başkası değildir. Diğerlerinden daha atak olarak hamle yapmasının ardında İngiltere’nin AB’nin hantal bürokratik kurgusunun dışında olması yatmaktadır.
Böylece, İngiltere hem Brexit bağlamında bir dönemin bittiğini, hem de tam yüz sene sonra tıpkı 1915’de olduğu gibi “Büyük Oyun“ projesinin, 2016’da Türkiye’deki kalkışmanın püskürtülmesiyle sona erdiğinin bilinciyle hareket etmektedir. Bu yakınlaşmayı daha ileriye taşıyacak olan, FETÖ’ye karşı savaştan öteye örneğin ayrılıkçı teröre karşı alanlara da yayılmasıdır.
İngiltere, Türkiye’nin en önemli ekonomik ve ticaret ortaklarından biri. Bu ilişkilerin tarihi, 16ncı yüzyıla kadar gidiyor. Brexit sonrası İngiltere’de beklenen iktisadi daralmanın orta vadede, Türkiye’den yapılan ihracat mallarına olan talebi de düşüreceği ve bunun bizim makroekonomik dengeleri olumsuz etkileyeceği beklentisi var. İngiltere ile yapılan ticaretin Türkiye lehine fazla verdiğini hesaba katarsak olası daralmanın bizi kötü etkileyeceği söylenebilir. Ayrıca karşılıklı doğrudan yatırımların ciddi artış gösterdiği bir ülke İngiltere. Türkiye’de faaliyet gösteren üç bine yakın İngiliz şirketi var. İngiltere’de çoğu Londra’da yaşayan büyük ve iyi halli bir Türk toplumu var. Türkiye’ye gelen turistlerin yaklaşık yüzde onu İngiliz.
Bu bağlamda, demokrasiye, sosyal refah devletine ve başarıyla uygulanan kamu - özel sektör işbirliğine karşı girişilen 15 Temmuz darbesini büyük bir sağduyu ve kitle hareketiyle bertaraf eden Türkiye’nin dostluğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta-Asya’da yeni bir dünya kurgusu arayan İngiltere için çok önemli. Ayrıca, yeniden kurgulanacak AB içerisinde, özellikle göç, küreselleşme ve ekonomik büyüme bağlamında giderek önemi artan ve daha aktif öncü rol oynayacak Türkiye’yi yanında görmeyi istiyor. Türkleri ülkesinde görmekten korkan ama dünya’ya çeki düzen verme konusunda Türkiye’deki lanetli darbe girişiminin püskürtülmesi sonrasında işbirliği arayışında tarihi bir fırsat yakaladığını düşünen İngiltere’ye nasıl cevap verileceği ise onun geçmişindeki ibret verici dersleri çalışmaktan geçecek.
Sanki çatışan meşru iki tarafmış gibi “tarafları itidale“ çağıran açıklamalar; darbe girişimi sonrası “tutuklamalar ve hukuki süreçle“ ilgili belirtilen “endişeler“; “darbe sonrası düzenlemeler“ diyerek sanki bir darbe gerçekleşmiş gibi yapılan analizler; dünya tarihinde ender karşılaşılan bir biçimde Türk halkının gösterdiği özveri ve cesareti, son derece kötü olan linç edilen askerler görüntüleri üzerinden küçük düşürme çabaları… İzlenen Batı’da öne çıkan mesajlar bunlardı. Hıristiyan aleminin ruhani lideri olan Papa’nın, darbe girişiminden üç hafta sonra kendisine neden bir taziye mesajı göndermediğini soranlara, “orada bazı karışıklıklar oldu ama ben buna henüz vakit ayırıp bakamadım, o yüzden ne diyeceğimi bilemiyorum“ mealinde bir cevap vermesi… Buna bir de, “bizimle bağlantılı olan generaller tutuklanıyor, bu yüzden ittifakımız iş yapamaz hale geldi“ diyerek adeta darbecilere arka çıkan ve işbirliği ima eden açıklamaları ekleyin.
Bu türden sempatik olmayan açıklamalara başlanırken bile, usulden olsun diye söylenmiş kuru bir “geçmiş olsun“ dileğini de duyamadık. Oysa Batı’dan beklediğimiz demokrasiye sahip çıkmış insanlar nezdinde sırf demokratik ilkeler adına, sözde de olsa bir destek idi. Günümüz dünyasında, “temsili demokrasi“ örselenmiş, “tek dişi kalmış canavar“ konumuna düşürülmüşken, demokrasiye böylesine özveriyle sahip çıkılmasına, demokratlık iddiasında olanların en azından bir şükran belirtmesi gerekirdi.
Bu açıklamaların gelmemesine hak verenler, Türkiye’deki iktidarın geçmişte kullandığı bir takım yöntemlerin tepki yaratmış olmasına, bazı fevri çıkışlara veya tutarsız uygulamalara bağlıyor genel olarak. Bunun doğru bir tespit olduğu kabul edilse bile tüm Türkiye’ye karşı yapılan ve tüm Türkiye’nin engellediği, püskürttüğü bir darbe girişiminin takdir edilmesi, alkışlanması, örnek gösterilmesi, iktidar konusundaki önyargılardan bağımsız olması gerekirdi. Yoksa engellenen sadece kalkışma değil, onun fonksiyonel olduğu bir gelecek tahayyülü müydü? Batı böyle bir kurgunun ne kadar ayırdında olabilirdi?
Darbe girişimi sonrası, Türkiye’ye Batı’dan yapılan en üst düzeydeki ziyareti İngiltere Dış işleri Bakanlığında görevli ve Amerika ve Avrupa’dan sorumlu Devlet Bakanı Allen Duncan tarafından gerçekleştirildi. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ile yaptığı görüşmelerde darbe sonrası gelişmeler ve Kıbrıs konusu ele alındı. Bakan Duncan, Brexit kampanyaları süresince “AB’de kalınırsa milyonlarca Türk’ün İngiltere’ye geleceği korkusu“ üzerinden propaganda yapanlardandı. Bu kez ise İngiltere Türkiye’ye destek veriyordu.
Brexit referandumundan sonra İngiltere nezdinde Türkiye’nin önemini arttıran İsrail ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirme girişimleriydi. Amerikalıların tamamıyla yanlış değerlendirmeler ve yönlendirmeler sonucu desteklemeyi seçtikleri, terör örgütü PYD/PKK güçleri üzerinden hakim olmaya çalıştığı, bazılarının “Kürt Koridoru“ dedikleri bölgede Türkiye ile anlaşabilen Rusya’nın varlığı dengeleri ciddi olarak değiştirebilirdi. Türkiye’ye belli bir kaldıraç sağlayabilecek bir diğer oluşum da, İsrail’in Doğu Akdeniz’de geniş doğal gaz rezervlerini işletmeye açacak olmasıydı. Türkiye ile anlaşan İsrail, böylece doğal gazını Türkiye üzerinden daha ucuza Batı’ya pazarlayabilme şansına kavuşuyordu.
Su politikası sayesinde Türkiye’nin Kıbrıs’ta elde ettiği avantajlar, Avrupa’nın ihtiyacını karşılayan enerji koridorlarının bu coğrafyada bulunması, Kıbrıs adasında iki önemli askeri üssü bulunan İngiltere’nin de devre dışı kalmamak üzere harekete geçmesini getirdi. İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyetinin üç garantör devletinden biri olarak, AB’ye kabul edilmesi için çaba gösterdiği Kıbrıs Rum Yönetiminden ve AB’den bağımsız olarak Türkiye ile Kıbrıs’ı konuşmaya başladı. Türkiye’deki kalkışmanın engellenmesi, çıkarcı ve gerçekçi İngiliz diplomasisini bölgede kendisiyle buluşma zemini en sağlam olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmenin yollarını aramaya sevk etti. Bunun ardından AB üyesi ülkelerin tek tek bağlantı kurma çabaları gelebilir.
Bu hamleyle İngiltere aynı zamanda dosta düşmana, dünya politikasında AB dışı bir takım ittifak arayışlarında kendi başına hareket edebileceğini, kendi çıkarlarını koruyabileceğini, kendi yağıyla kavrulurken AB’nin sağlayabileceğinden çok daha etkili diplomatik kaldıraca kendi başına kavuşabileceğini ispat etmeye de yarıyor. İngiltere bu bölgedeki önemini eski müttefiklerine yeni roller yükleyerek inşa ederken bir yandan da bu ayrıcalıklı konumunu, ABD ve AB’ye “yeni küresel vizyonunu“ kabul ettirmek için kullanacak.
Son sekiz senedir devam eden ve kaynağında uygulanmakta olan neo-liberal politikalar bulunan krize dünya bir türlü çözüm geliştiremedi. Gerçekleşen küçük iktisadi büyüme hadleri ise istihdam yaratma, yoksullukla mücadele konusunda son derece cılızdı. Bulunan en iyi çözüm iktisadi daralma ve tasarruf tedbirleriydi. Bir yerde krizi yaratan nedenler, krize çare olarak sunuluyordu.
Bu yüzden, içinde bulunulan konjonktürde yeni bir dünya tahayyülü geliştirme gerekliliğinin farkına varan İngiltere Brexit’le önemli bir hamle yapmıştı. AB’den çıkma kararıyla, bozulan gelir dağılımı, artan yoksulluk, göç, işsizlik ve teröre karşı kırılgan hale gelme durumunun müsebbibi olan küresel iktisadi aranjmanları da değişime zorlayan bir süreci de başlattı. Bundan sonra ne AB’nin ne de dünyanın başka bölgelerinin sanki hiç bir şey olmamış gibi yola devam etmesi mümkün değil. Brexit, uygulanmakta olan neo-liberal projenin, birlik içinde eşitsizlikler üreten, bölgesel farklar yaratan, gelir dağılımını bozan, yoksullukla baş edemeyen yapısının gözden geçirilmesi gerekliliğini de ortaya çıkardı. Böylece, kapitalizm içi alternatif model arayışlarının da tetiklendiğini söyleyebiliriz. Kriz döneminde giderek derinleşen ve farklılıkları daha da belirginleşen alternatif birikim modelleri arasında bir seçim yapma mücadelesi başladı.
Küresel kapitalizmin Anglo-Saxon versiyonunun fikri ve fiili sahibi olan İngiltere, sistem karşıtı alternatif arayışları engelleyebilmek için, dünyanın bu “tehlikeli“ iktisadi ve toplumsal kurgusunu reform etme işine girişti. İngiltere’nin şimdi, neo-liberal modeli küresel sorunlara cevap verecek şekilde gözden geçirip, onarması ve başta AB olmak üzere dünyaya pazarlaması ve kabul ettirmesi gerekiyor. İngiltere, AB üyesi olarak tökezleyen kapitalizmini kendi başına rekabet edebilir ve çalışabilir bir model haline getirmeye çalışacak. Bunu yaparken de, diğer AB üyesi ülkelerden farklı olan, altmışüç üyeli Ortakrefah Topluluğunun (Commonwealth) başındaki ülke olarak kendisine ayrıcalık tanıyan konumunu kullanarak, aynı zamanda küresel kapitalizmin yönünü de belirlemeye çalışacak. Böyle bir konjonktürde, darbe girişimini ezen ve başka bir bağlamda yeni bir çağ başlatan Türkiye’yi göz ardı etmesi mümkün olabilir miydi?
Türkiye’ye yakınlaşması, diğer Batılı devletlerden önce hamle yaparak destek vermesi, bu yeni kurulacak dünyada Türkiye’nin üstleneceği rolün öneminden kaynaklanıyor. İngiltere FETÖ gibi oluşumları yaratma, destekleme ve kullanma konusunda dünyadaki en deneyimli ülkelerden biri. Zaten, FETÖ dahil bölgeye yönelik siyaset oluşumlarının şablonu da İngiltere’ye ait. Bu yüzden İngiltere FETÖ tipi oluşumların ne zaman ilelebet devre dışı kaldığını diğer Batılı devletlerden çok daha iyi biliyor. Küresel hegemonların, İslami coğrafyayı kontrol altına alma aygıtı olarak kullandığı FETÖ’nün muazzam bir demokrasi duvarına çarparak parçalanması ile Brexit bağlamında İngiltere’nin yeni bir ruh arayışına çıkıyor olması, İngiltere’yi Türkiye’ye yakınlaştırdı. İngiltere, AB’den çıkma kararıyla sonuçlanan Brexit ve Türkiye’deki lanetli darbe girişimin püskürtülmesinden sonrasında yepyeni bir dünyanın kurulacağını en iyi idrak eden devletlerin başında geliyor. Bunu biliyor olması rastlantı veya üstün zeka gerektirmiyor, biraz tarih bilgisi yeterli. İngiltere örneğini bundan sonra başka devletlerin de takip edeceğini söyleyebiliriz.
19ncu yüzyılda, Orta Asya’da Rusya’nın yayılmasını engellemek ve Majestelerinin etki alanını genişletmek için ortaya atılan ve merkezine Müslümanların örgütlenmesi (Pan-islamizmi) koyan, “Büyük Oyun“ politikası, 1885’de başladı. “Büyük Oyunun“ aktörleri arasında FETÖ gibi kullanışlı unsurlar da yer almaktaydı. Etnik, kabile ve dini bağlılıkları kışkırtma konusunda uzman olan İngiltere, FETÖ benzeri bir oluşumu resmi olarak desteklemeye böylece başlamıştı. Bu, Londra’da Fars – Afgan kökenli Müslüman bir din adamının İngiliz istihbaratı ve Dışişleriyle bağlantı kurması ve İngiltere’yi ikna etmesiyle gerçekleşmişti. İngiliz istihbaratı, bölgedeki etkinliğini arttırmak için bir yandan da İslam’ı modernleştirme çabası içinde olduklarını iddia eden bu din adamının takipçisi bir ekibi maaşa bağladı ve kullandı. Afrika ve Güneybatı Asya’yı kapsayan, tarihin en vahşi emperyalist toprak kapma savaşının bir parçası olan “Büyük Oyun“, Çanakkale Zaferi ile sona erdi. Hindistan’ın sahibi İngilizler, 1881’de Mısır’ı kontrol altına almışlardı. Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini elinde tutan Osmanlı İmparatorluğunun bu topraklarının paylaşılması için Birinci Dünya Savaşının bitmesi gerekecekti. İngilizlerin Çanakkale’deki hezimeti, yeni bir dünyanın kurulmasının da önünü açmıştı.
İngilizlere Pan-İslamizm fikrini veren, Doğu Afrika ile Çin arasındaki topraklarda çekişen emperyalist güçlerin arasında bir ortak dava olarak Pan-İslamizmi yerleştiren, İngilizlere Orta Asya’nın kontrolünü verecek olan bu fikrin sahibi, 1870’den 1890’a kadar destekledikleri Cemalledin el Afgani’ydi (1837 – 1897). Öldükten sonra onu sevenler daha çok, anti-emperyalist, inanç sahibi bir dindar, emperyalist güçlere karşı kükreyen bir ses, bir liberal yenilikçi, İslamın içinde Rönesans arayan bir eylemci, orta çağ İslamını bilimsel akılcılık ve aydınlanmayla buluşturan bir düşünür olarak kabul ettiler.
Öte yandan bu din adamı istihbarat belgelerine, İngilizlerin yardımıyla Pan-İslamcı teoriyi geliştirip siyasete ve toplumsal hareketlere alet ederken, heterodoks bir düşünür, Mason, bir hurafeci, siyasi ajan ve dinin toplumsal kullanışı olduğuna inanan biri olarak girmişti. Afgani, İngiliz, Fransız ve Hindistan istihbarat belgelerinde, din’i geçici sebepler için kullanan bir siyasi sihirbaz, getir götür işleri yapan bir çırak, dinsiz ve emperyalist güçlerin bir aleti olarak değerlendiriliyordu. Hatta, Mason locasından “yüce güce“ inanmadığı için çıkarıldığı da kayda geçmişti. Bir yandan kitleler için bir yüzü vardı, diğer yandan da seçilmiş ruhlarla paylaştığı görüşleri. Kitleler için Pan İslam, seçilmiş ruhlar için eklektik bir felsefe. İşine geldiğinde anti-emperyalist, işine gelince emperyalistlerin hizmetinde bir teolog.
Afgani temel olarak dinleri buluşturma, diyalog kurma gibi fikirleri savunuyordu. Afgani ve onun takipçisi Abdu (Muhammed Abduh, 1849 – 1905) ve bu fikirleri savunan Deniz Feneri isimli dergiyi çıkaran Muhammed Reşit Rida (1865 – 1935) ve Mısır’da 1928’de Müslüman Kardeşlerin de temellerini atan Hassan al Banna (1906 – 1949), hepsi aynı ekiptendi. Ayrıca İslam’ı merkezine alan teoloji çalışmalarını yürüten ve Abdu’nun yanında doktorasını yaptığı, E. G. Brown isimli rahip ve Cambridge Üniversitesi Profesörü de önemlidir. Afgani bazen aynı anda, hem İngilizlere, hem Fransızlara hem de Ruslara hizmet ederken, takipçileri ve bunlar arasındaki Muhammed Abduh’un sarsılmaz bir İngiliz sever olmasının arkasında hocası Brown’a olan bağlılığı yatmaktaydı.
Bu konuda daha detaylı bilgi için, 2005 yılında New York’da, Metropolitan Books’un yayınladığı, Robert Dreyfuss tarafından kaleme alınmış olan, “Amerikan İmparatorluğu Projesi, Şeytan’ın Oyunu“, isimli kitaba bakılabilir.
Tam yüz sene sonra, Sovyetler Birliğinin, Afganistan’ı işgal etmesini takiben İngilizlerin elindeki “Büyük Oyun“ şablonu raftan indirildi. Büyük Oyun projesinin çağdaş dünyaya uyarlanması 1980’lerde kullanan Amerikalılar, “Yeşil Kuşak“ projesi adını verdikleri ve Taliban türü örgütlerin askeri olarak desteklenmesiyle Sovyetlerin Asya’daki yayılmasının önüne geçeceklerini düşünüyorlardı. Bunun bir parçası da, tıpkı önceki “Büyük Oyun“ projesinde olduğu gibi, İslam düşüncesini yenileme, değiştirme, çağdaşlaştırma ve diğer medeniyetlerle buluşturma, bir nevi “evcilleştirme“ göreviydi. İslamı “ılımlılaştırma“ projesinde devreye FETÖ tarzı örgütler girdi ve desteklendi. İran Devrimi sayesinde verimli bir rüzgar yakalamış olan dini örgütlenmelerin Orta Asya’da Rusların yayılmasını engelleyeceği fikri de taraftar bulmaya başladı. FETÖ’ye de bu “Yeni Büyük Oyunda“ çok önemli rol düşüyordu. ABD tarafından korunan “Ilımlı İslam“ projesi, sinsi bir plan olan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) bu “Yeni Büyük Oyunun“ parçalarıydı. Suriye’yi mahveden, Mısır’da demokratik süreçleri devre dışı bırakan, Arap Baharı olarak anılan ve akamete uğrayan demokratikleşme ataklarını da bu proje içinde saymak gerekir.
Bu yeni “Büyük Oyun“ projesi de, demokrasiye sahip çıkan, sağduyulu Türk halkının çılgınca cesaretiyle püskürtülen FETÖ’cü darbe girişiminden sonra bitti. Bu yönüyle Çanakkale Zaferine benzeyen bu tarihi anın, anlam ve önemini en iyi İngiltere’nin anlıyor olması büyük sürpriz değil.
Bakan Allen Duncan’ın ziyaretinin ardından, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore’dan 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili açıklamalar geldi. Moore, Gülencilerin darbe girişiminde bulunduğunu kabul ettiğini, Türk halkının sokaklarda darbe girişimini önlediğini ardından da siyasi partilerin bir araya gelerek sivil iradeye sahip çıkmasını, “Türk demokrasisi rüştünü ispat etmiştir“ diyerek, şayet FETÖ’nün İngiltere’deki faaliyetlerine dair delile dayalı bilgiler sağlanırsa İngiltere’nin işbirliği yapmaya hazır olduğunu bildirdi.
İngiltere’nin 15 Temmuz darbe girişimine karşı Türkiye’nin yanında yer aldığını açıklamasının ardında tıpkı 1885’de başlayıp 1915’de biten Birinci “Büyük Oyun“ senaryolarının çağdaş tasarımının artık yenilgiye uğradığının bilincinde olduğu yatmaktadır. Bu mantıkla bakıldığında, tankların üstüne çıkan, Amerikancı darbeyi püskürten sağduyulu Türk halkının orada cesaretle ortaya koyduğu direniş Çanakkale Zaferinin günümüze yansımasıdır. Bunun da en iyi farkında olan bu tür oyunların da kurucusu olan İngiltere’den başkası değildir. Diğerlerinden daha atak olarak hamle yapmasının ardında İngiltere’nin AB’nin hantal bürokratik kurgusunun dışında olması yatmaktadır.
Böylece, İngiltere hem Brexit bağlamında bir dönemin bittiğini, hem de tam yüz sene sonra tıpkı 1915’de olduğu gibi “Büyük Oyun“ projesinin, 2016’da Türkiye’deki kalkışmanın püskürtülmesiyle sona erdiğinin bilinciyle hareket etmektedir. Bu yakınlaşmayı daha ileriye taşıyacak olan, FETÖ’ye karşı savaştan öteye örneğin ayrılıkçı teröre karşı alanlara da yayılmasıdır.
İngiltere, Türkiye’nin en önemli ekonomik ve ticaret ortaklarından biri. Bu ilişkilerin tarihi, 16ncı yüzyıla kadar gidiyor. Brexit sonrası İngiltere’de beklenen iktisadi daralmanın orta vadede, Türkiye’den yapılan ihracat mallarına olan talebi de düşüreceği ve bunun bizim makroekonomik dengeleri olumsuz etkileyeceği beklentisi var. İngiltere ile yapılan ticaretin Türkiye lehine fazla verdiğini hesaba katarsak olası daralmanın bizi kötü etkileyeceği söylenebilir. Ayrıca karşılıklı doğrudan yatırımların ciddi artış gösterdiği bir ülke İngiltere. Türkiye’de faaliyet gösteren üç bine yakın İngiliz şirketi var. İngiltere’de çoğu Londra’da yaşayan büyük ve iyi halli bir Türk toplumu var. Türkiye’ye gelen turistlerin yaklaşık yüzde onu İngiliz.
Bu bağlamda, demokrasiye, sosyal refah devletine ve başarıyla uygulanan kamu - özel sektör işbirliğine karşı girişilen 15 Temmuz darbesini büyük bir sağduyu ve kitle hareketiyle bertaraf eden Türkiye’nin dostluğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta-Asya’da yeni bir dünya kurgusu arayan İngiltere için çok önemli. Ayrıca, yeniden kurgulanacak AB içerisinde, özellikle göç, küreselleşme ve ekonomik büyüme bağlamında giderek önemi artan ve daha aktif öncü rol oynayacak Türkiye’yi yanında görmeyi istiyor. Türkleri ülkesinde görmekten korkan ama dünya’ya çeki düzen verme konusunda Türkiye’deki lanetli darbe girişiminin püskürtülmesi sonrasında işbirliği arayışında tarihi bir fırsat yakaladığını düşünen İngiltere’ye nasıl cevap verileceği ise onun geçmişindeki ibret verici dersleri çalışmaktan geçecek.