İngiltere’nin AB’den çıkma durumunu anlatmak için kullanılıyordu Brexit. Bunun hem İngiltere, hem AB hem de Türkiye gibi ülkeler için ciddi sonuçları olacağı düşünülüyordu. Hatta, Brexit’in tüm dünyayı ilgilendiren bir gelişme olduğu daha Mayıs ayında Tokyo’da toplanan G7 zirvesinde dile getirilmişti. Orada liderler sonuç bildirgesine bir son paragraf ekleyerek Brexit’in küresel ekonomik tasarımı kökten değiştirecek bir takım süreçleri başlatacağını ifade etmişlerdi. Bir anlamda, 15 Temmuz gecesi Türkiye’ye karşı yapılan terörist darbe girişiminin de Brexit ve olası sonuçlarıyla ilgili olduğu bile söylenebilir. AB’yle ticaret hacmi toplam ticaretinin küçük bir bölümünü oluşturan İngiltere’nin AB’den çıkma hamlesinin G7 liderlerini bu kadar endişelendirmesinin bir dizi nedeni olmalıydı. Sırayla bakalım…
David Cameron, referendum kararını Muhafazakar Parti içindeki sağ kanadı yatıştırmak ve UKIP (Bağımsız İngiltere Partisi) ve milliyetçi BNP (British National Party) gibi sağdan gelen siyasi oluşumları belli bir mesafede tutmak için almıştı. İngiltere’nin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal ortamın bu referendum aracılığıyla toplumu ve siyasi yapıyı bu kadar derinden böleceğini Cameron nedense öngörememişti. İngiltere’de yaşlı nüfus çıkmayı desteklerken gençler AB’de kalma yönünde oy kullandı. Londra, İskoçya ve Kuzey İrlanda kalma yönünde tercih yaptılar. İngiltere ve Galler ise Brexit’den yanaydı. Gerçekten de, İngiltere’de referendum toplumu ciddi anlamda böldü.
Referandum aslında, İngiltere’de bugüne kadar kimsenin fazla kafa yormadığı AB üyeliği konusunda her kesimden insanın AB’ye yönelik çok güçlü fikirlere sahip olduğu bir süreci başlamıştı. Bu fikirlerin çok güçlü bölünmelere neden olduğunun izini, İngiliz İşçi Partisi milletvekili Jo Cox’un ayrılma taraftarı bir milliyetçi tarafından öldürüldüğü siyasi cinayete kadar götürebiliriz. Bu cinayet, referandum’da ayrılma taraftarlarının propogandalarını Türk korkusu etrafında, insan psikolojisinin en hassas ve yıkıcı noktalarına yönlendirmesinin de sonucuydu. Sonuç olarak, AB’de kalıp kalmama konusunda yapılan referendum, çıkan ayrılma yanlısı karar sonucu İngiltere’de siyasi depremi getirdi ve hükümet değişti.
Göç konusunda İngiliz gelenekleri ve soğukkanlılığına yakışmayan bir şekilde Türkleri korku unsuru olarak ön plana çıkaran göç aleyhtarı propogandalar da referendum sürecinde İngiliz toplumunu böldü. İngiltere’nin ağrılıklı olarak aldığı göçmenler AB’ye yeni katılan eski Demir Perde ülkelerinden geliyor olmasına rağmen, Brexit yanlıları AB dışı göçe yüklendiler referendum sürecinde. Aslında göç ile işsizlik arasında özellikle bu dönemde sosyo-psikolojik boyut dışında istatistiki bir korelasyon da yoktu. Öte yandan, korku unsuru olarak Türkofobi’nin Avrupa’da hala prim yapıyor olması da kayda değer bir gözlem olmalı.
Yeni kabinesini kurmuş olan Theresa May’i bekleyen değişim dinamiklerinin etkisi sadece Muhafazakar Parti’de hissedilmedi. İşçi Partisi içindeki gelişmeler de buradaki analize konu olan gelişmeler olarak anılmalı. Kısaca, referandum sonrası İşçi Partisi de karıştı. Geleneksel İşçi Partisi’ni temsil eden ve sendikaların desteklediği Jeremy Corbyn’e karşı parti içinde muhalif sesler yükselmeye başladı. İşçi Partisi milletvekillerinden 175’i Jeremy Cobyn’in değişmesi gerektiği yolunda oy kullandı. Bunlara göre Corbyn, İşçi Partisi’nin Parlamentodaki milletvekilleri nezdinde lider olabilme güvenini yitirmişti.
Tam da bu arada Tony Blair’in Irak savaşındaki rolünü sorgulayan ve yedi sene önce hayatını kaybetmiş olan askerlerin aileleri tarafından başlatılan Chilcott araştırması sonucu açıklandı. Tony Blair’e ağır eleştiriler getiren raporu sabık Başbakan soğukkanlılıkla karşıladı. O dönem ABD Başkanlığını yürüten George W. Bush’a “ne olursa olsun seninle birlikteyim“ diyen Blair, Chilcott raporu sonrası pozisyonunu değiştirmedi ama Irak’taki Kitle İmha Silahları konusunda İngiliz istahbaratın’dan gelen bilgilere “daha dikkatli bakmış olması gerektiğini de“ kabul etti. Chilcott raporu savaş kararı konusunda pişmanlık göstermeyen Tony Blair açısından belki çok fazla şey değiştirmeyecek ama İşçi Partisi içindeki iktidar çekişmesine etkisi daha derinden olacak.
Neo-liberal Thatcher’cı Blair tipi İşçi Partisi yanlılarıyla, geleneksel İşçi Partisi çizgisini devam ettirmek isteyenler arasındaki çekişmenin fay hatındadır Chilcott Raporu. Özellikle Jeremy Corbyn’e karşı İşçi Partisi içinde karşı çıkanlardan yüz kadar milletvekilinin Chilcott Araştırması başlarken “hayır“ oyu verdiğini düşünürsek, Chilcott Raporu’nun İşçi Partisi içindeki iktidar savaşının önemli bir kıvrımında olduğunu gözleriz. Bir anlamda, Chilcott Raporu yüzünden neo-liberal Blairci kesimin etkisinin azalmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu çekişmenin, AB’den çıkma kararının alındığı bu dönemde ortaya çıkması ise son derece anlamlı.
Bunun nedeni biraz da, küresel kapitalizme model olan anglo-saxon kapitalizminin geçireceği evrimle, İngiltere’nin kendi modelini gözden geçirmesiyle, daha doğrusu bu revizyona İşçi Partisinin sunacağı alternatif tahayyülle ilgili. Çünkü, Jeremy Corbyn de, tıpkı Tory’ler gibi, benzeri dinamiklere ve model arayışına cevap vermek durumunda. Bu bağlamda, iktidar alternatifi olan İşçi Parti’sinin de, küresel kapitalizmin Anglo-Saxon versiyonunun temsilcisi olan İngiltere’nin, dünyanın içinde bulunduğu sorunlara cevap verecek şekilde yürülükteki neo-liberal modeli gözden geçirip onarması, reform etmesi ve dünyaya kabul ettirmesi girişiminde bir rol yüklenmesi gerekiyor.
Aslında sorunlardan biri de, AB’nin küresel ekonomi içindeki öneminin azalmasıyla ilgili. İngiltere’nin 1973’de, o zamanki adıyla AET olan topluluğa katıldığı dönemde üye sayısı az olmasına rağmen AB’nin dünya GSMH içindeki payı bugünle karşılaştırıldığında daha fazlaydı. 2008 dünya krizi yüzünden daralan AB ekonomisi, İngiliz mallarına olan talebi de daralttı. 2012 senesinde İngiltere’nin tüm dünya ile olan ticareti AB üye ülkeleri ile olan ticaretini aştı. Dünya üretimi 2002 – 2012 arasında iki misli artarken dünya ticareti üç misli artmıştı. Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin üretim artışı İngiltere’nin gözünde AB ticaret potansiyelini azalttı. Her ne kadar gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümesi yavaşlamış olsa da AB içindeki kurallar yüzünden eli kolu bağlanan İngiltere’nin AB’yi terketmesiyle bu ülkelerle kendi başına çıkarlarına daha uygun ikili ticaret anlaşmaları yapmasının önünün açılacağı için Brexit’in faydalı olacağı savunuluyordu çıkma yanlıları tarafından. Bu durumun diğer AB üyesi ülkelerdeki çıkma yanlılarını teşvik edici bir boyutu da var. İngiltere Brexit’çilerin iddia ettiği gibi ikili anlaşmalarda başarılı olursa, birlikten çıkma yolunda diğer ülkeleri de cesaretlendirebilir. Zaten bu olasılık, Almanya ve Fransa gibi AB’nin lokomotif ülkelerini birliğin dağılmasına neden olma potansiyeli yüzünden en fazla endişelendiren olasılık.
AB üyeliğinin başladığı günden bugüne kadar “İngiltere, Avrupaya mı aittir yoksa Atlantik ülkesi midir“ tartışmasını sürdüren İngiliz aydınları arasında kendilerini kıta Avrupasına ait görmeyenlerin sayısı bir hayli arttı. Ne de olsa İngiltere ile ilgili olarak bilinen ve sonradan Uluslararası İlişkiler literatürünün de referans noktası olarak aldığı tarihsel dogma “İngiltere’nin dostunun düşmanının olmadığı ama çıkarlarının“ olduğuydu. AB’ye net katkı yapan ülkeler arasında olup bunun karşılığını almadığını düşünen İngiltere için çıkarları bağlamında AB üyeliğini gözden geçirmek istemesi doğa kanunu gibiydi. Hatta bu konudaki tepkiler çok eskilere gitmekte, örneğin Margaret Thatcher tarafından da dillendirilmekteydi. AB ile ilişkilerin gerilmesine yol açan söylemin de kapısını “paramı geri istiyorum“ diyerek açmıştı Thatcher.
Görüşmeleri hala devam eden Transatlantik Ticaret ve Yatırım Antlaşması (TTIP) etrafında kurulan AB ve ABD eksenli dünya tasarımında, marjinalleşme olasılığıyla da karşılaşan İngiltere, AB’den çıkış yönünde oy kullandı. TTIP gibi gelişmeler etrafında şayet İngiliz Modeli devre dışı kalırsa İngiltere’nin hem Ortakrefah Topluluğu hem de ABD ile olan ilişkilerinin özgünlüğü yüzünden dünya ekonomik, siyasi ve stratejik oluşumları bağlamında tarihin derinliklerinde kıymetsiz, önemsiz bir ada ülkesi olarak kalma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktı.
Brexit etrafındaki tartışmaları bu çerçevede okursak, Theresa May’in Tory Parti içindeki durumu modernleştirme çabasını bu çerçevede değerlendirirsek, İşçi Parti içindeki çekişmeleri bu çerçevede görürsek ancak İngiltere’nin Brexit kararını anlamlı bir şekilde analiz etmiş olabiliriz. Küresel iktisadi birikim modeli arayışı içinde bulunulan bir dönemde gerçekleşen Brexit ile örneğin, sosyal refah devletine saldırı olarak değerlendirilmesi gereken ve tüm Türkiye’ye karşı yapılan 15 Temmuz Paralel Çete Darbesi arasında bu bağlamda bir bağlantı da kurulabilir. Bu anlamda başarısız darbe girişiminin uluslararası ekonomi politik boyutu ve küresel sermaye birikimi modeliarayışları etrafında oluşan çatışmalar açısından da ciddi sonuçları bulunuyor.
Referandum süresince Brexit’e karşı pozisyon almış olan yeni Başbakan Theresa May, çok fazla rekabetle karşılaşmadan Tory’lerin başına geçti ve Birleşik Krallığın, İkinci Kadın Başbakanı oldu. Deneyimsiz Theresa May’i İngiltere tarihinin en çetin görevlerinden biri bekliyor. Sadece İngiltere’yi AB’den çıkartmak değil ama aynı zamanda İskoçya gibi referendum sonucunu beğenmeyenleri ikna edip, Birleşik Krallık içinde tutmayı da başarması bekleniyor. May’in kendisi ise, hayatının büyük kısmını İngiltere’de geçirmiş olan bir muhafazakar. Eastbourne, Londra, Oxford ve Maidenhead gibi beyaz, zengin, protestan nüfusun arasında yaşamış olan Theresa May, Kuzeyle özellikle de İskoçya ile bağlantı kurabilecek bir yol, bir söylem bulmak zorunda. “Tek Parti, Tek Ulus“ sloganı ardında Muhafazakarları ve İngiltere’yi “birleştirecek“ yeni Başbakanın kabinesinde yer alan ve AB’den çıkmak isteyen şakacı Boris Johnson, yaptığı gaflara gönderme yapan, “dünyadan özür dileriz“ posterleri altında Dışişleri Bakanı oldu. Bu kabine ve bu deneyimsizlikle partiyi ve ülkeyi bir arada tutmak, özellikle ekonomik bir kriz içerisindeyken son derece güç olacak May için.
Ara toparlama yaparsak: referandum İngiltere’nin AB’de kalıp kalmaması üzerine yapılmıştı. Ancak bu referendumun İngiltere’nin AB’de kalmasının ötesinde, AB ve dünya için ciddi sonuçları olacağı da çok açık. Çünkü referendum ve bunun etrafında gelişen tartışmalar kapitalizm içi alternatif model arayışlarını da etkiliyor, ciddi çatışmalara yol açıyor. Daha grafik olarak, AB nezdinde üç alternatif modelin birbiriyle yarıştığını söylemek mümkün. Bu ayrılıkların kriz dönemlerinde derinleşmesi ve farklılıkların daha keskin olarak ön plana çıkması, görünür hale gelmesini izledik aslında 2008’den bu yana. Bu yüzden, üç bölgeli AB gibi kavramların ortaya atılmasına neden olan Yunanistan krizi de öğreticidir. Theresa May’in AB içinde yanyana yaşamaya çalışan ama çatışan Alman, Akdeniz ve Anglo-Saxon sermaye birikimi modellerine bu ekonomik kriz döneminde cevabının daha otoriteryen bir şekilde olacağını söyleyebiliriz.
Bir anlamda AB, hem ulusal egemenliğin devredildiği bir güç merkezi olarak, hem de göç ve terör eylemleri etrafında İngiltere’nin bağımsız olarak elde edeceği avantajları engelleyen bürokratik ve hantal bir mekanizma olarak reddedildi. Bu çerçevede aşırı sağcıların milliyetçi taleplerine teslim olan İngiltere, “kendi milli özelliklerine uygun olan modeli“ uygulamak için AB’den çıkış kararı aldı. Theresa May, AB ile çıkış müzakerelerini yürütürken, gelecek için nasıl bir AB ve İngiltere vizyonu olduğunu da aktaracak. Büyük olasılıkla, AB ile emek üretkenliği sağlarken ücretleri başarılı şekilde aşağıda tutan Alman Modeline göre Anglo-Saxon Modelini gözden geçirecek. İngiltere’nin AB üyesi olarak tökezleyen kapitalizmini kendi başına rekabet edebilir ve çalışabilir bir model haline getirmeye çalışacak. Bunun da devletin daha otoriter bir yönlendirme içinde iktisadi süreçlere müdahale etmesini gerektiriyor. Böylece, Theresa May’in, Margaret Thatcher’dan nerelerde farklı bir Başbakan olacağı değerlendirmesini de yapabiliriz.
İş dünyasının isteklerine cevap olarak hızla iş başı yapan Theresa May, son otuzbeş senedir, İngiliz kapitalizminin ruhunu kemiren devlet karşıtı, toplum karşıtı, piyasaları ve şirketleri ön plana alan yapıyı değiştirmeye çalışacak. 2002’de Muhafazakar Parti’nin “kötülük partisi“ olarak bilindiğini söylemiş ve bu imajın değişmesi gerektiğini savunmuştu. Muhafazakar Partinin, dar bir şekilde girişimcilik ve bireyciliğin şampiyonluğunu yapan bir parti değil, toplumun ve toplumsal adaletin de partisi olmasını istiyor. Theresa May’in devlete daha fazla rol vereceği, alt-yapı ve anahtar endüstrileri destekleyeceği bekleniyor. Ancak, düşük gelirlileri daha fazla desteklenirken, yeşil gündem, insan hakları gibi konular gerektiği kadar ön planda olmayacak.
Öte yandan, AB dışı göç konusunda kısıtlamadan yana olan ve İç İşleri Bakanlığı döneminde İngiltere’nin kasabalarında ve şehirlerinde gezdirdiği “defolun“ posterli minibüsleriyle şöhretliydi May. Polisin “durdur ve ara“ politikasındaki kurumsallaşmış ırkçı yaklaşımı eleştirerek bundan sonra polisin durduğu her siyah genci neden durdurduğunu açıklaması kuralını getiren de aynı May’di. Özellikle Arap şeyhlerin yanlarında getirdikleri hizmetlilerle bağlantılı olarak öne sürdüğü Modern Kölelik Kanunu insan kaçakçılığına karşı bir nevi kişisel seferberliği idi Theresa May’in.
Yıllarca karşı çıkmış olmasına ragmen en sonunda eşcinsel evlilikler konusunda da olumlu görüş geliştirdi. Aşırılık Kanunu diye bilinen ve Kraliçe’nin konuşmasında ortaya atılan, şüphelilerin hareketlerinin takibinin arttırıldığı, terör faaliyetlerine yardımcı olduğu düşünülen kamu yerlerinin kapatılmasının kolaylaştırıldığı ve daha fazla denetime imkan veren kanunun tartışılması demokratik haklar üzerinde en önemli çıban noktası olacak. Bu yasaya göre hükümet üniversitelerden gelen konuşmacılara yasak koyabilecek. Bu özellikle aşırı sağın üniversite kampüslerinde kendisine platform bulamamaktan şikayet ettiği bir dönemde önem arz ediyor.
İngiltere’nin durumu diğer AB üyesi ülkelerden bir anlamda daha farklıdır. Sömürge ülkeleri açısından bakıldığında “üzerinde güneş doğmayan ülke“ olan Büyük Britanya bugün altmışüç üyeli Ortakrefah Topluluğunun (Commonwealth) başındaki ülkedir. İngiliz kraliçesi İkinci Elizabeth’in devlet başı olduğu bu topluluk içinde toplam olarak 2,4 milyarlık bir nüfus ve Pazar bulunmaktadır. Toplam 14 trilyon dolarlık GSMH ve kişi başı geliri $6500 olan bu topluluk İngiltere için AB’ye alternatif olan bir topluluktur. Topluluk içinde ‘en ayrıcalıklı ülke“ konumunda olan İngiltere bu pazarı AB üyeleriyle paylaşmak istememekte ve buradaki mukayeseli üstünlüğünü teslim etmek konusunda çekimser kalmaktadır. Özellikle son zamanlarda AB’nin Avustralya, Hindistan gibi ülkelerle ikili anlaşmalar yapmayı hedeflemesi, örneğin Hindistan’da kurulu olan İngliz firmalarının pek hoşuna gitmemektedir. Bunlar İngiltere’nin AB’den çıkmasını şiddetle istemektedirler.
İngiltere için söylenen “dostu düşmanı yoktur, çıkarları vardır“ söylemi üzerinden bu duruma bakalım. Çıkmak isteyenler İngiltere’nin üstün tartışma güçleri sayesinde dünyada ikili anlaşmalarla daha iyi durumda olacaklarını söylüyorlar. AB, Çin’le hala ikili anlaşma imzalamadı, Avustralya ile hala ikili anlaşmaları tavsatıyor diye eleştiriyorlar. AB’nin bugünkü yapısını eleştirenler, bürokrasi, göçmen politikası gevşek, sınırları koruyamıyor vs diyorlar. Kalmak isteyenler de AB’nin şimdiki halini eleştiriyorlar. Reform yapılması gerektiğini söylüyorlardı.
AB’nin ise Brexit’den sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmesi de mümkün değil. Bugün uygulamada olan AB projesi, birlik içinde eşitsizlikler üreten, bölgesel farklar yaratan, gelir dağılımını bozan, yoksullukla baş edemeyen bir yapısı var. Kurumsal ve hukuki boyutlarıyla bürokratik, dinamizmden uzak, gereksiz harcamalara ve iktisadi kayıplara neden olan bir yapısı bulunuyor. Bir elit projesi olarak, çalışan kesimlerin aleyhine olan bir yapı bu. AB’nin bu yapısını ne zaman halka sorsalar bu yapıyı reddediyor Avrupalı. Fransa, Hollanda ve Danimarka Referandumları bu açıdan ibret verici. AB’de uygulanan bu elit projesi aynı zamanda iki-üç kısımlı AB’nin yaratılmasına da neden oluyor. Merkez’de bulunan Almanya ve Fransa gibi ülkeler AB’den net getiri sağlarken, Çevre’de bulunan ve geç kapitalisteşen ülkeler, Portekiz, İspanya, Yunanistan, İtalya bu yapıdan yeterince faydalanamıyor. Belki bu ülkelere nakit transferleri ve fon aktarımları yapılıyor ama bu ülkelerin üretici kapasiteleri para ve gümrük birliği içinde eriyor. Uzun dönemli olumsuz etki, kısa dönemli olumlu etkiye göre çok daha ağır sonuçlar yaratıyor.
İnsani boyut açısından bakıldığında, göç konusunda inanılmaz bir gerilik ve vahşilik hüküm sürüyor. Özellikle Sahra-altı Afrika’dan göçün nedeni oralarda faaliyetde bulunan ve çölleşme gibi çevresel felaketlere yol açan AB kaynaklı Çokuluslu Şirketler iken, AB göç mevzuatı etrafında insanların yaşadıkları trajedilere 21nci yüzyıla yakışacak çözümler üretilemiyor. Benzeri trajediler Ege Denizi’nde gerçekleşirken AB’nin bulduğu en medeni çözüm yolu Türkiye dahil ilgili ülkeleri oyalamak, bir nev’i pazarlık yapmak. Bundan sonra yapılan iş ise, elitin Avrupa projesinin suçunu mazlumların üzerine atmak. Çünkü bu tür algı operasyonları çok daha az masraflı.
AB’nin bu yapısının sürdürülemez olduğunu ortaya çıkarttı Brexit. Bundan böyle AB kendi içinde çalışanların hakkını daha fazla koruyacak, çevreye ve insan haklarına duyarlı, ırkçılık karşıtı, çok sesli, çok dinli, çok renkli bir AB kurgusunu oluşturmak zorunda. Bu tür bir AB’nin kurucu gücü olarak Türkiye daha aktif bir rol oynayacaktır. AB’nin saygın bir proje ortaya koymasına, demokrasiye sahip çıktığını ağır bedeller ödeyerek ispatlayan Türkiye’nin yapacağı katkı da büyük olacaktır.
David Cameron, referendum kararını Muhafazakar Parti içindeki sağ kanadı yatıştırmak ve UKIP (Bağımsız İngiltere Partisi) ve milliyetçi BNP (British National Party) gibi sağdan gelen siyasi oluşumları belli bir mesafede tutmak için almıştı. İngiltere’nin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal ortamın bu referendum aracılığıyla toplumu ve siyasi yapıyı bu kadar derinden böleceğini Cameron nedense öngörememişti. İngiltere’de yaşlı nüfus çıkmayı desteklerken gençler AB’de kalma yönünde oy kullandı. Londra, İskoçya ve Kuzey İrlanda kalma yönünde tercih yaptılar. İngiltere ve Galler ise Brexit’den yanaydı. Gerçekten de, İngiltere’de referendum toplumu ciddi anlamda böldü.
Referandum aslında, İngiltere’de bugüne kadar kimsenin fazla kafa yormadığı AB üyeliği konusunda her kesimden insanın AB’ye yönelik çok güçlü fikirlere sahip olduğu bir süreci başlamıştı. Bu fikirlerin çok güçlü bölünmelere neden olduğunun izini, İngiliz İşçi Partisi milletvekili Jo Cox’un ayrılma taraftarı bir milliyetçi tarafından öldürüldüğü siyasi cinayete kadar götürebiliriz. Bu cinayet, referandum’da ayrılma taraftarlarının propogandalarını Türk korkusu etrafında, insan psikolojisinin en hassas ve yıkıcı noktalarına yönlendirmesinin de sonucuydu. Sonuç olarak, AB’de kalıp kalmama konusunda yapılan referendum, çıkan ayrılma yanlısı karar sonucu İngiltere’de siyasi depremi getirdi ve hükümet değişti.
Göç konusunda İngiliz gelenekleri ve soğukkanlılığına yakışmayan bir şekilde Türkleri korku unsuru olarak ön plana çıkaran göç aleyhtarı propogandalar da referendum sürecinde İngiliz toplumunu böldü. İngiltere’nin ağrılıklı olarak aldığı göçmenler AB’ye yeni katılan eski Demir Perde ülkelerinden geliyor olmasına rağmen, Brexit yanlıları AB dışı göçe yüklendiler referendum sürecinde. Aslında göç ile işsizlik arasında özellikle bu dönemde sosyo-psikolojik boyut dışında istatistiki bir korelasyon da yoktu. Öte yandan, korku unsuru olarak Türkofobi’nin Avrupa’da hala prim yapıyor olması da kayda değer bir gözlem olmalı.
Yeni kabinesini kurmuş olan Theresa May’i bekleyen değişim dinamiklerinin etkisi sadece Muhafazakar Parti’de hissedilmedi. İşçi Partisi içindeki gelişmeler de buradaki analize konu olan gelişmeler olarak anılmalı. Kısaca, referandum sonrası İşçi Partisi de karıştı. Geleneksel İşçi Partisi’ni temsil eden ve sendikaların desteklediği Jeremy Corbyn’e karşı parti içinde muhalif sesler yükselmeye başladı. İşçi Partisi milletvekillerinden 175’i Jeremy Cobyn’in değişmesi gerektiği yolunda oy kullandı. Bunlara göre Corbyn, İşçi Partisi’nin Parlamentodaki milletvekilleri nezdinde lider olabilme güvenini yitirmişti.
Tam da bu arada Tony Blair’in Irak savaşındaki rolünü sorgulayan ve yedi sene önce hayatını kaybetmiş olan askerlerin aileleri tarafından başlatılan Chilcott araştırması sonucu açıklandı. Tony Blair’e ağır eleştiriler getiren raporu sabık Başbakan soğukkanlılıkla karşıladı. O dönem ABD Başkanlığını yürüten George W. Bush’a “ne olursa olsun seninle birlikteyim“ diyen Blair, Chilcott raporu sonrası pozisyonunu değiştirmedi ama Irak’taki Kitle İmha Silahları konusunda İngiliz istahbaratın’dan gelen bilgilere “daha dikkatli bakmış olması gerektiğini de“ kabul etti. Chilcott raporu savaş kararı konusunda pişmanlık göstermeyen Tony Blair açısından belki çok fazla şey değiştirmeyecek ama İşçi Partisi içindeki iktidar çekişmesine etkisi daha derinden olacak.
Neo-liberal Thatcher’cı Blair tipi İşçi Partisi yanlılarıyla, geleneksel İşçi Partisi çizgisini devam ettirmek isteyenler arasındaki çekişmenin fay hatındadır Chilcott Raporu. Özellikle Jeremy Corbyn’e karşı İşçi Partisi içinde karşı çıkanlardan yüz kadar milletvekilinin Chilcott Araştırması başlarken “hayır“ oyu verdiğini düşünürsek, Chilcott Raporu’nun İşçi Partisi içindeki iktidar savaşının önemli bir kıvrımında olduğunu gözleriz. Bir anlamda, Chilcott Raporu yüzünden neo-liberal Blairci kesimin etkisinin azalmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu çekişmenin, AB’den çıkma kararının alındığı bu dönemde ortaya çıkması ise son derece anlamlı.
Bunun nedeni biraz da, küresel kapitalizme model olan anglo-saxon kapitalizminin geçireceği evrimle, İngiltere’nin kendi modelini gözden geçirmesiyle, daha doğrusu bu revizyona İşçi Partisinin sunacağı alternatif tahayyülle ilgili. Çünkü, Jeremy Corbyn de, tıpkı Tory’ler gibi, benzeri dinamiklere ve model arayışına cevap vermek durumunda. Bu bağlamda, iktidar alternatifi olan İşçi Parti’sinin de, küresel kapitalizmin Anglo-Saxon versiyonunun temsilcisi olan İngiltere’nin, dünyanın içinde bulunduğu sorunlara cevap verecek şekilde yürülükteki neo-liberal modeli gözden geçirip onarması, reform etmesi ve dünyaya kabul ettirmesi girişiminde bir rol yüklenmesi gerekiyor.
Aslında sorunlardan biri de, AB’nin küresel ekonomi içindeki öneminin azalmasıyla ilgili. İngiltere’nin 1973’de, o zamanki adıyla AET olan topluluğa katıldığı dönemde üye sayısı az olmasına rağmen AB’nin dünya GSMH içindeki payı bugünle karşılaştırıldığında daha fazlaydı. 2008 dünya krizi yüzünden daralan AB ekonomisi, İngiliz mallarına olan talebi de daralttı. 2012 senesinde İngiltere’nin tüm dünya ile olan ticareti AB üye ülkeleri ile olan ticaretini aştı. Dünya üretimi 2002 – 2012 arasında iki misli artarken dünya ticareti üç misli artmıştı. Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin üretim artışı İngiltere’nin gözünde AB ticaret potansiyelini azalttı. Her ne kadar gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümesi yavaşlamış olsa da AB içindeki kurallar yüzünden eli kolu bağlanan İngiltere’nin AB’yi terketmesiyle bu ülkelerle kendi başına çıkarlarına daha uygun ikili ticaret anlaşmaları yapmasının önünün açılacağı için Brexit’in faydalı olacağı savunuluyordu çıkma yanlıları tarafından. Bu durumun diğer AB üyesi ülkelerdeki çıkma yanlılarını teşvik edici bir boyutu da var. İngiltere Brexit’çilerin iddia ettiği gibi ikili anlaşmalarda başarılı olursa, birlikten çıkma yolunda diğer ülkeleri de cesaretlendirebilir. Zaten bu olasılık, Almanya ve Fransa gibi AB’nin lokomotif ülkelerini birliğin dağılmasına neden olma potansiyeli yüzünden en fazla endişelendiren olasılık.
AB üyeliğinin başladığı günden bugüne kadar “İngiltere, Avrupaya mı aittir yoksa Atlantik ülkesi midir“ tartışmasını sürdüren İngiliz aydınları arasında kendilerini kıta Avrupasına ait görmeyenlerin sayısı bir hayli arttı. Ne de olsa İngiltere ile ilgili olarak bilinen ve sonradan Uluslararası İlişkiler literatürünün de referans noktası olarak aldığı tarihsel dogma “İngiltere’nin dostunun düşmanının olmadığı ama çıkarlarının“ olduğuydu. AB’ye net katkı yapan ülkeler arasında olup bunun karşılığını almadığını düşünen İngiltere için çıkarları bağlamında AB üyeliğini gözden geçirmek istemesi doğa kanunu gibiydi. Hatta bu konudaki tepkiler çok eskilere gitmekte, örneğin Margaret Thatcher tarafından da dillendirilmekteydi. AB ile ilişkilerin gerilmesine yol açan söylemin de kapısını “paramı geri istiyorum“ diyerek açmıştı Thatcher.
Görüşmeleri hala devam eden Transatlantik Ticaret ve Yatırım Antlaşması (TTIP) etrafında kurulan AB ve ABD eksenli dünya tasarımında, marjinalleşme olasılığıyla da karşılaşan İngiltere, AB’den çıkış yönünde oy kullandı. TTIP gibi gelişmeler etrafında şayet İngiliz Modeli devre dışı kalırsa İngiltere’nin hem Ortakrefah Topluluğu hem de ABD ile olan ilişkilerinin özgünlüğü yüzünden dünya ekonomik, siyasi ve stratejik oluşumları bağlamında tarihin derinliklerinde kıymetsiz, önemsiz bir ada ülkesi olarak kalma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktı.
Brexit etrafındaki tartışmaları bu çerçevede okursak, Theresa May’in Tory Parti içindeki durumu modernleştirme çabasını bu çerçevede değerlendirirsek, İşçi Parti içindeki çekişmeleri bu çerçevede görürsek ancak İngiltere’nin Brexit kararını anlamlı bir şekilde analiz etmiş olabiliriz. Küresel iktisadi birikim modeli arayışı içinde bulunulan bir dönemde gerçekleşen Brexit ile örneğin, sosyal refah devletine saldırı olarak değerlendirilmesi gereken ve tüm Türkiye’ye karşı yapılan 15 Temmuz Paralel Çete Darbesi arasında bu bağlamda bir bağlantı da kurulabilir. Bu anlamda başarısız darbe girişiminin uluslararası ekonomi politik boyutu ve küresel sermaye birikimi modeliarayışları etrafında oluşan çatışmalar açısından da ciddi sonuçları bulunuyor.
Referandum süresince Brexit’e karşı pozisyon almış olan yeni Başbakan Theresa May, çok fazla rekabetle karşılaşmadan Tory’lerin başına geçti ve Birleşik Krallığın, İkinci Kadın Başbakanı oldu. Deneyimsiz Theresa May’i İngiltere tarihinin en çetin görevlerinden biri bekliyor. Sadece İngiltere’yi AB’den çıkartmak değil ama aynı zamanda İskoçya gibi referendum sonucunu beğenmeyenleri ikna edip, Birleşik Krallık içinde tutmayı da başarması bekleniyor. May’in kendisi ise, hayatının büyük kısmını İngiltere’de geçirmiş olan bir muhafazakar. Eastbourne, Londra, Oxford ve Maidenhead gibi beyaz, zengin, protestan nüfusun arasında yaşamış olan Theresa May, Kuzeyle özellikle de İskoçya ile bağlantı kurabilecek bir yol, bir söylem bulmak zorunda. “Tek Parti, Tek Ulus“ sloganı ardında Muhafazakarları ve İngiltere’yi “birleştirecek“ yeni Başbakanın kabinesinde yer alan ve AB’den çıkmak isteyen şakacı Boris Johnson, yaptığı gaflara gönderme yapan, “dünyadan özür dileriz“ posterleri altında Dışişleri Bakanı oldu. Bu kabine ve bu deneyimsizlikle partiyi ve ülkeyi bir arada tutmak, özellikle ekonomik bir kriz içerisindeyken son derece güç olacak May için.
Ara toparlama yaparsak: referandum İngiltere’nin AB’de kalıp kalmaması üzerine yapılmıştı. Ancak bu referendumun İngiltere’nin AB’de kalmasının ötesinde, AB ve dünya için ciddi sonuçları olacağı da çok açık. Çünkü referendum ve bunun etrafında gelişen tartışmalar kapitalizm içi alternatif model arayışlarını da etkiliyor, ciddi çatışmalara yol açıyor. Daha grafik olarak, AB nezdinde üç alternatif modelin birbiriyle yarıştığını söylemek mümkün. Bu ayrılıkların kriz dönemlerinde derinleşmesi ve farklılıkların daha keskin olarak ön plana çıkması, görünür hale gelmesini izledik aslında 2008’den bu yana. Bu yüzden, üç bölgeli AB gibi kavramların ortaya atılmasına neden olan Yunanistan krizi de öğreticidir. Theresa May’in AB içinde yanyana yaşamaya çalışan ama çatışan Alman, Akdeniz ve Anglo-Saxon sermaye birikimi modellerine bu ekonomik kriz döneminde cevabının daha otoriteryen bir şekilde olacağını söyleyebiliriz.
Bir anlamda AB, hem ulusal egemenliğin devredildiği bir güç merkezi olarak, hem de göç ve terör eylemleri etrafında İngiltere’nin bağımsız olarak elde edeceği avantajları engelleyen bürokratik ve hantal bir mekanizma olarak reddedildi. Bu çerçevede aşırı sağcıların milliyetçi taleplerine teslim olan İngiltere, “kendi milli özelliklerine uygun olan modeli“ uygulamak için AB’den çıkış kararı aldı. Theresa May, AB ile çıkış müzakerelerini yürütürken, gelecek için nasıl bir AB ve İngiltere vizyonu olduğunu da aktaracak. Büyük olasılıkla, AB ile emek üretkenliği sağlarken ücretleri başarılı şekilde aşağıda tutan Alman Modeline göre Anglo-Saxon Modelini gözden geçirecek. İngiltere’nin AB üyesi olarak tökezleyen kapitalizmini kendi başına rekabet edebilir ve çalışabilir bir model haline getirmeye çalışacak. Bunun da devletin daha otoriter bir yönlendirme içinde iktisadi süreçlere müdahale etmesini gerektiriyor. Böylece, Theresa May’in, Margaret Thatcher’dan nerelerde farklı bir Başbakan olacağı değerlendirmesini de yapabiliriz.
İş dünyasının isteklerine cevap olarak hızla iş başı yapan Theresa May, son otuzbeş senedir, İngiliz kapitalizminin ruhunu kemiren devlet karşıtı, toplum karşıtı, piyasaları ve şirketleri ön plana alan yapıyı değiştirmeye çalışacak. 2002’de Muhafazakar Parti’nin “kötülük partisi“ olarak bilindiğini söylemiş ve bu imajın değişmesi gerektiğini savunmuştu. Muhafazakar Partinin, dar bir şekilde girişimcilik ve bireyciliğin şampiyonluğunu yapan bir parti değil, toplumun ve toplumsal adaletin de partisi olmasını istiyor. Theresa May’in devlete daha fazla rol vereceği, alt-yapı ve anahtar endüstrileri destekleyeceği bekleniyor. Ancak, düşük gelirlileri daha fazla desteklenirken, yeşil gündem, insan hakları gibi konular gerektiği kadar ön planda olmayacak.
Öte yandan, AB dışı göç konusunda kısıtlamadan yana olan ve İç İşleri Bakanlığı döneminde İngiltere’nin kasabalarında ve şehirlerinde gezdirdiği “defolun“ posterli minibüsleriyle şöhretliydi May. Polisin “durdur ve ara“ politikasındaki kurumsallaşmış ırkçı yaklaşımı eleştirerek bundan sonra polisin durduğu her siyah genci neden durdurduğunu açıklaması kuralını getiren de aynı May’di. Özellikle Arap şeyhlerin yanlarında getirdikleri hizmetlilerle bağlantılı olarak öne sürdüğü Modern Kölelik Kanunu insan kaçakçılığına karşı bir nevi kişisel seferberliği idi Theresa May’in.
Yıllarca karşı çıkmış olmasına ragmen en sonunda eşcinsel evlilikler konusunda da olumlu görüş geliştirdi. Aşırılık Kanunu diye bilinen ve Kraliçe’nin konuşmasında ortaya atılan, şüphelilerin hareketlerinin takibinin arttırıldığı, terör faaliyetlerine yardımcı olduğu düşünülen kamu yerlerinin kapatılmasının kolaylaştırıldığı ve daha fazla denetime imkan veren kanunun tartışılması demokratik haklar üzerinde en önemli çıban noktası olacak. Bu yasaya göre hükümet üniversitelerden gelen konuşmacılara yasak koyabilecek. Bu özellikle aşırı sağın üniversite kampüslerinde kendisine platform bulamamaktan şikayet ettiği bir dönemde önem arz ediyor.
İngiltere’nin durumu diğer AB üyesi ülkelerden bir anlamda daha farklıdır. Sömürge ülkeleri açısından bakıldığında “üzerinde güneş doğmayan ülke“ olan Büyük Britanya bugün altmışüç üyeli Ortakrefah Topluluğunun (Commonwealth) başındaki ülkedir. İngiliz kraliçesi İkinci Elizabeth’in devlet başı olduğu bu topluluk içinde toplam olarak 2,4 milyarlık bir nüfus ve Pazar bulunmaktadır. Toplam 14 trilyon dolarlık GSMH ve kişi başı geliri $6500 olan bu topluluk İngiltere için AB’ye alternatif olan bir topluluktur. Topluluk içinde ‘en ayrıcalıklı ülke“ konumunda olan İngiltere bu pazarı AB üyeleriyle paylaşmak istememekte ve buradaki mukayeseli üstünlüğünü teslim etmek konusunda çekimser kalmaktadır. Özellikle son zamanlarda AB’nin Avustralya, Hindistan gibi ülkelerle ikili anlaşmalar yapmayı hedeflemesi, örneğin Hindistan’da kurulu olan İngliz firmalarının pek hoşuna gitmemektedir. Bunlar İngiltere’nin AB’den çıkmasını şiddetle istemektedirler.
İngiltere için söylenen “dostu düşmanı yoktur, çıkarları vardır“ söylemi üzerinden bu duruma bakalım. Çıkmak isteyenler İngiltere’nin üstün tartışma güçleri sayesinde dünyada ikili anlaşmalarla daha iyi durumda olacaklarını söylüyorlar. AB, Çin’le hala ikili anlaşma imzalamadı, Avustralya ile hala ikili anlaşmaları tavsatıyor diye eleştiriyorlar. AB’nin bugünkü yapısını eleştirenler, bürokrasi, göçmen politikası gevşek, sınırları koruyamıyor vs diyorlar. Kalmak isteyenler de AB’nin şimdiki halini eleştiriyorlar. Reform yapılması gerektiğini söylüyorlardı.
AB’nin ise Brexit’den sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmesi de mümkün değil. Bugün uygulamada olan AB projesi, birlik içinde eşitsizlikler üreten, bölgesel farklar yaratan, gelir dağılımını bozan, yoksullukla baş edemeyen bir yapısı var. Kurumsal ve hukuki boyutlarıyla bürokratik, dinamizmden uzak, gereksiz harcamalara ve iktisadi kayıplara neden olan bir yapısı bulunuyor. Bir elit projesi olarak, çalışan kesimlerin aleyhine olan bir yapı bu. AB’nin bu yapısını ne zaman halka sorsalar bu yapıyı reddediyor Avrupalı. Fransa, Hollanda ve Danimarka Referandumları bu açıdan ibret verici. AB’de uygulanan bu elit projesi aynı zamanda iki-üç kısımlı AB’nin yaratılmasına da neden oluyor. Merkez’de bulunan Almanya ve Fransa gibi ülkeler AB’den net getiri sağlarken, Çevre’de bulunan ve geç kapitalisteşen ülkeler, Portekiz, İspanya, Yunanistan, İtalya bu yapıdan yeterince faydalanamıyor. Belki bu ülkelere nakit transferleri ve fon aktarımları yapılıyor ama bu ülkelerin üretici kapasiteleri para ve gümrük birliği içinde eriyor. Uzun dönemli olumsuz etki, kısa dönemli olumlu etkiye göre çok daha ağır sonuçlar yaratıyor.
İnsani boyut açısından bakıldığında, göç konusunda inanılmaz bir gerilik ve vahşilik hüküm sürüyor. Özellikle Sahra-altı Afrika’dan göçün nedeni oralarda faaliyetde bulunan ve çölleşme gibi çevresel felaketlere yol açan AB kaynaklı Çokuluslu Şirketler iken, AB göç mevzuatı etrafında insanların yaşadıkları trajedilere 21nci yüzyıla yakışacak çözümler üretilemiyor. Benzeri trajediler Ege Denizi’nde gerçekleşirken AB’nin bulduğu en medeni çözüm yolu Türkiye dahil ilgili ülkeleri oyalamak, bir nev’i pazarlık yapmak. Bundan sonra yapılan iş ise, elitin Avrupa projesinin suçunu mazlumların üzerine atmak. Çünkü bu tür algı operasyonları çok daha az masraflı.
AB’nin bu yapısının sürdürülemez olduğunu ortaya çıkarttı Brexit. Bundan böyle AB kendi içinde çalışanların hakkını daha fazla koruyacak, çevreye ve insan haklarına duyarlı, ırkçılık karşıtı, çok sesli, çok dinli, çok renkli bir AB kurgusunu oluşturmak zorunda. Bu tür bir AB’nin kurucu gücü olarak Türkiye daha aktif bir rol oynayacaktır. AB’nin saygın bir proje ortaya koymasına, demokrasiye sahip çıktığını ağır bedeller ödeyerek ispatlayan Türkiye’nin yapacağı katkı da büyük olacaktır.