Özet
Bu küçük çalışmanın amacı, sömürge karşıtı hareketle bağımsızlığını kazanmış Hindistan’ın toplumsal ve siyasal kimliğinin sömürgecilik sisteminden ne şekilde etkilendiğinin izah edilmesidir. Bu bağlamda Hindistan’ın 3. Dünya ve sömürgecilik kavramlarının içerisinde nasıl bir rol aldığını, Türk İnkılâbı tarafından nasıl etkilendiğini ve bu gelişmelerin devrim karakteri taşıyıp taşımadığını tetkik edilecektir. Sonuç olarak bu makale, Hint toplumunun, geleneksel değerler ile sömürgecilik algılayışının bir sentezinden ibaret olduğunu savunmaktadır.
Abstract
This paper will investigate in which way India having gained its independence through an ant colonial struggle has been shaped through colonial patterns in the development of its own political identity. It will be analyzed in which way India within the terminology of third world and colonialism as been influenced by the Turkish reform movement, furthermore if it is appropriate to evaluate those developments as revolution. In conclusion this paper portrays Indian society as the outcome of a synthesis between traditional values and its own conception of colonialism.
1. Hindistan ve Sömürgeciliğin Getirdiği Toplumsal Değişim
İngiliz “Şarki Hindistan Kumpanyası’nın (East India Company)“ sömürge hakimiyeti kökleri, Babürlülerin kurucusu Babür Şah’a kadar uzanan ve bir Türk hükümdar ailesi tarafından yönetilen Moğul Devleti’nden 1764 senesinden sonra Bengal bölgesinin devlet gelirlerinin idaresine el koymasıyla başladı. Önce Kumpanya tarafından dolaylı olarak yönetilen Hindistan’da yavaş yavaş İngiliz hükümetinin desteğiyle doğrudan İngiliz hâkimiyeti kuruldu. Birbirinden bağımsız emirliklerin yanında Hindistan için topyekûn olarak idari görevini üstlenen, yüksek makamları tamamen İngilizler tarafından işgal edilen “Hindistan İdari Teşkilati (India Civil Service)“ oluşturuldu.
İngiliz idari teşkilatının emri altında alt kademeleri çoğu Hintlilerden ibaret olan bir bürokratik teşkilat oluşturuldu ve böylece sömürge idaresi, haklarını korumaya çalışan soylu mahacir ailelerin yanında varlığını İngiltere’ye borçlu olan yeni bir yerel “orta memur sınıfı“ oluşturdu. Ancak batılı eğitim prensipleri doğrultusunda eğitilen o zümreden çıkan yetiştirilmiş kimi kalifiyeli kişiler daha sonra bağımsızlık hareketinin düşüncelerini benimseyeceklerdi. İngiliz idaresine karşı yapılan meşhur 1857 “Sepoy Ayaklanması“ daha çok geleneksel elitler tarafından desteklendi ve Hindistan’ın doğrudan doğruya İngiliz İmparatorluğuna bağlanmasına sebep olacaktı. Hukuki olarak Kraliçe Viktorya 1876 tarihinde Hindistan İmparatoriçesi tahtına getirildi ve Hindistan Kralı Muavini (Viceroy of India) tarafından temsil edilecekti.
Hint bağımsızlık hareketinin esas kıvılcımı geleneksel muhafazakâr İngiliz karşıtı zümreler tarafından değil, batılı düşünceleri kabul etmeye hazır olan yeni bir nesil tarafından atılacaktı. İngiliz dilini Hindistan’da resmi idari dili yapmak ve İngiliz eğitim kurumlarının açılması bu gelişmenin önayakı idi. Eklenmelidir ki, öncelikle eğitim almış bu zümrelerin tesis ettiği içtimai ve fikri değişimi toplumsal devamlılık bakımından ne bir yeni başlangıç, ne de bir devrimi teşkil etmiyordu. İngiliz eğitimi almış olan, hatta İngiltere’de en iyi eğitim kurumlarından faydalanacak olan bu şahıslar, daha sonra idari pozisyonlara veya toplumu derinden etkileyecek makamlara (gazeteciler, avukatlar v.b.) sahip olacaklardı. Ancak onların küçümsenmeyecek bir kısmı, Hindistan’ın köklü, geçmişi yüzlerce yıl gerisine giden soylu ve bazen pek varlıklı olan ailelere mensuptu ve bunlar henüz, geleneklerini ve kültürlerini bir tarafa atmamışlardı.
Sosyal ve toplumsal değişimlerin kökü temel olarak sömürge politikasına karşı yürütülen hareketlerde aranmalıdır. Yine de İngiliz sömürgeciliğinin Hint yarımadasında bütün unsurların olumsuz tepkisini çektiğini söylemek mümkün değildir. Kimi Hintli entelektüeller, Batı karşısındaki yenilgi kendi kültürlerinin çağın ihtiyaçlarını karşılayamadığının göstergesiydi. Bu nedenle kendi örf ve adetlerinin yanında paralel olarak İngiliz kültürü ve sosyal yaşam tarzını benimsenmeye başladılar. Esas itibariyle birçok Hint milliyetçi önderleri de İngiliz kültürünü modern yaşamın gereği olarak benimsemişlerdi. Ancak sömürgecilik idaresinde en üst makamların onlara kapalı kaldığını görünce İngiliz yönetim sistemini eleştirmeyi başladılar.
İngiltere’nin Hindistan politikası klasik sömürgeciliğin birçok özelliği taşırken yerel elitlerin çok geniş işbirliğine dayandırılmıştı. Bu durum İngiltere’nin öbür sömürgeleri için de geçerli olmakla beraber Hindistan’da daha fazla göze batıyordu, çünkü Hindistan’ın birçok emirlikleri sadece görsel değil, fiiliyatta yerel yöneticiler tarafından doğrudan doğruya yönetiliyordu. Elbette hepsinin yanında birer İngiliz komiser veya başka bir deyimiyle ‘danışmanı’ bulunuyordu ve mezkûr devletlerin dış politik veya askeri özgürlüğü yoktu, ancak yerel elitleri için İngiliz hâkimiyeti maddi yönünden şüphesiz karlı idi.
İngiltere’nin yerel hükümdarları o kadar kollamasının sebebi sadece siyasi ve iktisadi çıkarlarda değil, aynı zamanda İngilizlerin Hindistan’ı bir dünya medeniyeti olarak kabul ettiğinde yatmaktaydı. Hindistan’daki sosyal tabakanın üst gruplarına mensup Hindu veyahut Müslüman şahıslarının İngiltere ile işbirliği içinde bulunmalarından dolayı sadece milliyetçi duygular değil, aynı zamanda kalıplaşmış, geleneksel Hindistan kültürü ve hayat tarzına karşı tepkiler de yükselmeye başladı.
Üstelik 3. Dünya’nın birçok özgürlük hareketlerinde Batı’dan gelen milliyetçilik kavramı siyasi bir faktör olarak sömürgeci devletiyle olan münasebetleri ve özellikle eğitim politikasının sayesinde ortaya çıkmıştı. Ancak Hindistan’daki toplumsal yapının Avrupa’dan çok farklı olduğunu unutmamalıdır. Genel olarak Hindistan toplumu geleneksel taşra-şehirli olarak ayırt edilebilirdi.
İngilizler taşrada geleneksel toprak eşrafına mensup, kendi hâkimiyetini dayandırabilecek bir üst grubu oluşturmayı başardılar. Klasik ekonomik büyüme stratejilerin bölgesel yapıyla bağdaşmamasından dolayı taşra eşrafının mali gücü zamanla azaldı ve sonuç olarak liberal İngiliz eğitimi almış olan mensupları umduğunu bulamayınca tepkilerini milliyetçi hareketlerde İngiliz yönetimin karşısına yöneldiler. Orta seviyeli çiftçiler ise esasında çiftçilerin hayat standardı yükseltmek maksadıyla ve verimliliği arttırmak maksadıyla İngilizlerce oluşturulan ‘ özel mülkiyet sisteminin (raiytwari) sayesinde fakirleştiler. 1858 senesinde Osmanlı Devletinde kabul edilen Arazi Kanunamesiyle benzerlikler mevcuttur. Kanunun kendisi değil, kanunun uygulanması küçük çiftçileri güç durumda bıraktı. Osmanlı Devletinde toprakların tapulaştırmanın sayesinde toprak ağalığı hukuklaşırken, Hindistan’da toprağa bağlı borç sorunu ortaya çıktı.
İdari bakımından Hindistan Büyük Britanya’nın üst hâkimiyetinin altında hem geleneksel hem de modern batılı yönetim tarzlarını bağdaştırmaya çalışan bir toplumu olarak görünebilir. Fiiliyatta Hindistan’da Hukuki sistem İngiliz Common Law tarafından esinlemiş olan Colonial Law’a dayanmaktaydı, idare tarzı batılı bir üst hâkimiyetinin kontrolü altında hizmet eden İngiliz sömürge memurları ile yerel hükümdarlarının yönettiği, İngiltere’den atanan Kral Muavini’nin (Vice Roy of India) kontrolü altında, İngiliz çıkarlarına hizmet eden bir yönetim teşkil edildi.
Liberal batılı idare tarzını Hindistanlı elitlere öğreten ancak aynı zamanda Hint kültürünün varlığını kabul eden İngilizler kendilerine göre bir “Hindistan imajını“ yarattılar. Hindistan’ı İngiliz İmparatorluğunun “incisi“ olarak kabul eden İngilizler, esasında var olan toplumsal gerçekleri kendi ideallerine göre yorumlayıp istenmeden Hint toplumunun değişmesine veçhile oldu. Çünkü Hintliler İngilizlerin sayesinde modern millet kavramını keşfettiler.
Batı tarzı modern eğitim almış olan Hintliler hem kendi kültürlerini hem de yabancı eğitimi eleştirisel olarak göz önüne aldıklarında, Batı’nın Hindistan imajını değerlendirerek kendi benliklerini yeniden keşfedip ihya etmeye çalışabildiler. Geleneksel çevrelerden kendilerini Hindu dininin ve yaşam tarzının köhneleşmiş halinden, katı kast sisteminden ayırt etmeye çalışan, sosyal değişiklikleri arayan ve geri kalmışlığın sebebini kalıplaşmış Hindu dini kültüründe arayan çevreler Hint milliyetçi düşüncesine katkıda bulundular.
Hindistan milli düşüncesine Hindu din faktörü kalkınca, Hint nüfusunun önemli bir kısmını teşkil eden (20. yy. başlarında 600 milyon Hintliden yaklaşık 150 milyonu) Müslümanlar haliyle ayrı bir konuma düştüler. Hindistan’da farklı dil ve kavimleriyle her ne kadar ortak bir kültürel geçmişi mevcut olsa da Müslümanlar için, Hindu dininin kimlik öğesi olarak Hint milliyetçiliğine katma girişimleri kabul edilmez bir durumu teşkil etti. Önce ortak bağımsızlık hareketi dâhilinde kendi konumlarını sağlamlaştırmaya çalışan Hindistanlı Müslümanlar, Panislamizm faktörü tarafından da etkilenip, nihayet Muhammed Ali Cinnah’in efsanevi liderliğinde meşhur şair Muhammed Ali İkbal’in fikir babalığını yaptığı “Müslüman Anayurdu olarak Pakistan’ı kurma“ düşüncesini çare olarak benimseyeceklerdi.
2. Kast Sistemi Faktörü ve Sosyal Statiği
Temel sorun, batılı standartların toplumsal ve iktisadi olarak farklı olan Hint kültürüne dayatılmasında yatmaktaydı. Avrupa’da veyahut gelişmemiş sömürge bölgelerinde Avrupalı yerleşimcilerin yerleştirilmesinden dolayı (Güney Afrika, Avustralya v.s.) problemsiz işleyen piyasa ekonomisi Hindistan’daki yaşam ve iktisadi biçimini dramatik olarak değiştirdi. Eklenmelidir ki, kast sistemi münasebetiyle İngiliz hâkimiyetinden evvel de en düşük hayat standardıyla yaşayan “dokunulmazlıkların“ durumu da fazla değişmemişti. Sömürgeciler tarafından kurulan sağlık ve eğitim kuruluşlarından çok küçük bir nüfus faydalanmakla beraber, genel olarak iktisadi dengeler nüfusun büyük kesimi için alt-üst olmuştur.
Kast sistemi bazı Hintliler tarafından sömürge zamanında İngilizlerin kast karşıtı propagandasının sonucu olarak eleştirilmişti. Hint milli hareketinin buna ehemmiyet vermesinin bir sebebi şüphesiz kendi hareketlerine meşruiyet arayışında yatmaktaydı. Bu konuda da Hint kast sistemi karşıtı çevrelerin, Batılı düşüncelerin ve bilhassa Hıristiyan dini felsefesinin etkisi altında olduğu dikkate şayandır. Hindistanlı kast karşıtı hareket ne kadar yerel hedefleri takip etmiş olsa da, yine yabancı düşüncelerden ilham almıştı. Modern Hindistan’daki sosyal algılayış geleneğinin sömürge kültürüyle bir sentez oluşturduğu söylenebilir. Bir taraftan batılı sosyal adalet kavramı mecvut iken, öbür tarafta binlerce yıllık bir geçmişe sahip özgün bir yüksek kültür kendini yeniden tarif etmeyi başladı. Sorun kast sisteminde yatmaktaydı.
İngilizlerin kast sistemini çok fazla dokunmamaları gayet mantıklıydı. İngiltere prensip olarak kendi kanunlarına veyahut ‘medeni değerlerine’ karşı gelmemek kaydıyla yerel hayat tarzlara mümkün mertebede müdahale etmemek için özen gösterirdi. Kast sistemi, örneğin feodal sistem gibi sadece iktisadi bir varlık olmadığından, dini bir arka plana sahip olduğundan belirli bir kutsiyet ve kabullenme karakteri taşımaktadır. Bundan dolayı, toplumun değişik kesimlerinin sefalet içinde yaşamaları kabul edilebilir gibi görünüyordu. Bu durum, Hindistan’daki sosyal gelişmeleri halen ciddi bir biçimde yavaşlatılıyor. Ancak kast sistemi yine de, Hint reformcular için, kendi benliklerini yeniden şekillendirirken önemli bir dönüm noktasıydı.
3. Üçüncü Dünya Kavramı ve Sömürgecilik Tartışmaları
Üçüncü Dünya kavramı ilk defa olarak 1952 senesinde kullanılmaya başlanıp, genellikle gelir seviyesi düşük olan, gelişmekte olan ülkeleri tarif etmektedir. Umumiyetle komünist ülkeler ikinci dünya olarak, batılı sanayi devletleri birinci dünya olarak tarif etmekteydi. Özelliklerin arasında hayat standardının düşüklüğü, yüksek nüfus büyüme oranı, ağırlıkta tarıma bağlı olması, teknoloji ile bilim transferi için gelişmiş ülkelere bağlı olması, ayrıca çoğu zaman sanayileşme oranının (buna son zamanlarda bilim teknolojiye sahip olma durumu da eklenebilir) düşük olması yer almaktadır.
Bu noktada 1960’lerden itibaren tartışılmaya başlanan, günümüzde tekrar alevlenen sömürgecilik tartışmalarına değinmekte fayda vardır. Sömürge politikası yanlı çevreler, sömürgeciliğin koloni sahibi devletler için faydalı olduğunu kabullenmekle beraber, getirilen medeniyetin ve modern kuruluşların sayesinde sömürgeleştirilen bölgelerin de faydalandığını belirtiyorlardı.
Buna karşın Frantz Fanon gibi sömürge karşıtı aydınlar ise, bunun hiçbir geçerliliğinin olamayacağı, zira sömürge devletlerinin toplumsal altyapıyı bozduğu, meydana gelen ekonomik ve içtimai hasarın parayla biçilmez olduğunu, bir nevi bugün 3. Dünyada mevcut olan sorunların çoğunlukla sömürgecilikten kaynaklandığını savundular.
Bununla beraber sömürgecilik gerçeği ve sömürgeciliğe karşı yürütülen hareketler yeni milli kimliklerin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı. Çelişki gibi görünse de, sömürgecilik olmasaydı, Üçüncü Dünya olarak adlandırılan bölgelerde kimlik oluşumu ve toplumların algılayışı çok farklı olurdu. Hatta yeni bir milli kimliği oluşturulacak olan kimi kültürel öğeler ve gelenekleri, gerçek ehemmiyetini ancak sömürgecilik karşıtı söylemleriyle kazandı veyahut bu bağlamda ortaya çıktı. Özellikle milli devlet ve milliyetçilik kavramları, sömürge bölgelerine ancak batılı sömürge devletleriyle temas vasıtasıyla yerleşti. Örneğin; Afrika’daki milliyetçi hareketleri veya tüm Afrika’yı dayanışma ve sömürge karşıtı mücadelede birleştirmeyi öngören Panafrikanizm kesin olarak batılı modellerden esinlendi.
Hindistan milliyetçiliği de bugünkü anlamında ancak Batı ile kıyasıyla ortaya çıktı: Hindistan binlerce yıllık bir geleneğe sahipti, ancak Hindistan’ı birleşik bir milli devleti olarak görme eğilimi modern bir kavramdır. Şüphesiz, Üçüncü Dünyada bağımsızlık hareketlerinde önemli bir yer kazanan Marksizm de sonuç olarak ancak batı düşünce sistemiyle oluşturulan temasla bölgeye ulaştı.
Buna karşın son zamanlarda bazı çevreler, sömürgeciliğin olumsuz yönlerini kabullenmekle beraber geçmiş zaman dilimini dikkate alarak onu işlevsel olmayan modern devlet ve rejimler için sorumlu olamayacağını, bugünkü sorunların modern 3. Dünya devletlerinin kendi sorumluluk sahasında olduğunu vurguluyor.
Modernliğin ve medeniyetin ne olduğu sorunsalı da gelişmekte olan toplumlar için kimlik bakımından son derecede ehemmiyet taşımaktadır. Toplum medeniyeti batılı-sömürgeci bir kavramı olarak reddedecek mi, yoksa bir şekilde kendi gelişim ihtiyaçları ile bağdaşabilir mi? Hindistan örneği bize, bağımsızlık savaşı sonrasında batılı kavramların modern devlet felsefesi ve uygulamasında etkin olduğunu göstermektedir.
4. Toplumsal ve İktisadi Değişimler
Hindistan’da iktisadi ve toplumsal olarak batılı standartlara göre oturtturulmuş bir sosyal-iktisadi düzenin mevcudiyetinden dolayı İngiltere’nin iktisadi müdahaleleri toplumun değişmesine sebep oldu: topraksız kalanlar, sanatlarından geçinemeyip farklı bir geçim kaynağı aramak zorunda kalanlar nihayet direnmeye başladılar. Umumi itibarıyla Marksist teorilerin doğrultusunda bu toplumsal değişimi kapitalist sömürge sisteminin istenmeyen bir yan etkisi olarak değerlendirilip, sömürgeci devleti (Hindistan örneğinde İngiltere) sadece sermayenin aleti olarak görülmektedir. Hâlbuki kendi çıkarlarını gerektiğinde sermaye çevrelerden bağımsız olarak oluşturabilen bir devlet, köklü bir idare sistemi kurup yöresel halkla daimi işbirliği ağları de kurabilir. Sonuç itibariyle modern Hint metropolleri (Bombay, Kalkutta) büyümeleri İngiliz sömürge sistemine borçludur.
Ancak, o metropollerde yaşayan toplum sosyolojik bakımından şaşırtıcı biçimde geleneksel öğelerini taşımayı devam etmekle beraber (kast sistemi orada en belirgin faktörü) yine yapısal olarak geleneksel Hint toplumlarının yerleşim gelenekleriyle bağdaşmamaktadır.
O konuda toplumun ekonomik yapısı itibarıyla batılı sanayi devletlere ayak uydurmasına rağmen (tüccar burjuvası, eğitimci/memur sınıfı ve işçiler) gelir dağılımın uçta olduğu, yani bir nevi sömürgecilik sisteminin mirasının devam ettiği söylenebilir. Elbette sömürgecilikten evvel gelir dağılımın eşit olduğu iddia edilemez, ayrıca bazı geleneksel nüfus sahibi zümrelerin maddi gücünü kaybetmelerine rağmen kast sisteminden dolayı alt grupların yükseldiği pek görülmemiştir. Aynı zamanda sömürgecilikten kaynaklanan, toplumsal değişimin başka ve çok önemli bir göstergesi olan göç görüngüsü Hint toplumu üzerinde derin izler bırakmıştır ki bu durum başka sömürge bölgeleri için de geçerliliğini korumaktadır.
Sömürgecilik ekonomisi izah edildiği gibi geleneksel iktisadi altyapıyı altüst edip birçok insanların yeni iktisadi merkezlere göç edilmesini sağladı. Hammadde veya yarı hammadde ürünleri sanayi üretimi için İngiltere’ye (veya başka ülke örneklerinde ilgili sömürge sahibi ülkeye) gider, hazır ürün olarak tekrar sömürge piyasasına ithal olunurdu. Hatta bu hammadde akışı olmasaydı, kapitalizminin veya sanayi devriminin bu şekilde meydana gelemeyeceği belirtilmektedir. Hindistan, yerel dokumacılık ve kumaş sektörünün kırılması ve İngiliz sanayi sistemine bağlanmasıyla klasik sömürge ekonomi örneğini teşkil eder.
İç göç hareketlerin yanında dış göçler de sömürgecilikten kaynaklanan toplumsal değişimin ayrılmaz bir parçasıdır. Hindistan’da Avustralya/Yeni Zelanda veya Güney Afrika’daki gibi çok yoğun bir yabancı yerleşimci akımı meydana gelmedi. Gelenler daha çok idari memurlar ve tüccarlar ile askeri personel idi. Ancak Hintliler daha iyi bir gelir bulmak maksadıyla sömürge ülkesinin başka topraklarına yoğun olarak göç ettiler: Güney Afrika, Uganda ve Guyana bu yüzden Hintliler için yurt olmaya başladı. Sömürgecilik çağının son çeyreğinde (yani 1950’lerden itibaren) ve sömürge hâkimiyeti fiilen sona erdikten sonra sömürge topraklarından sömürge sahibi ülkeye göç eden insan kitleleri de sömürgeciliğin toplumsal bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu göç, artık eski sömürge sahibi ülkelerin toplumsal değişimine sebep olmaktadır. En güzel örneği Pakistan’dan ve Hindistan’dan 1950’lerden itibaren iktisadi sebeplerden dolayı Büyük Britanya’ya göç eden göçmenlerdir. Başka bir örnek olarak, Cezayir Bağımsızlık Savaşı esnasında Fransa’nın saflarında yer alan Cezayirli askerlerin (“les harkis“/harkiler) ve ailelerinin 1962 senesinden sonra Fransa’ya sığınmaları gösterilebilir. Harkilerin durumu, normal Cezayirli işçilerin aksine başından beri Fransız vatandaşlığına sahip olmalarına rağmen uzun yıllar boyunca hem sosyal hem iktisadi olarak tatmin edici değildi. Ancak son yıllarda Fransa resmi olarak onlara karşı bir vefa borcu olduğunu tanımaya başladı. Örneğin 2001 senesinde anılarına bir hatıra pulu çıkartıldı ve 1994 ve 2005 yıllarında kendileri için sosyal yönünden fayda getirmek maksadıyla özel kanunlar çıkartıldı.
Sömürgeciliğin iktisadi yönünü incelediğimizde Hindistan’da 18. y.y.’ın ikinci yarısından itibaren yerel tüccarların İngilizlerle yakın ilişki içine girdikleri görünmektedir. Aynı zamanda İngiliz sömürge politikası nedeniyle Hindistan İngiltere’ye karşı gittikçe dış ticaret açığı vermeye başladı. Hindistan’daki yerel tekstil sanayi İngiltere’deki sanayi devriminden evvel de küçülmeye başladı. Bunun sebebi yine sömürgeciliğin getirdiği toplumsal değişimde yatmaktadır. Moğol aristokrasisi iktidardan düşerken, onların iktisadi talepleri de azalmaya başladı.
Sanayileşme sayesinde İngiliz tekstilleri 19. y.y.’ın ilk yarısında ucuzlarken, Hindistan piyasası İngiliz ürünlerin baskısı karşısında tutunamayıp yerel dokumacılık sektörü çöktü. Sektörde çalışmış olan kişiler mecburen yeni ticaret merkezlerine akın edip orada genellikle daha düşük gelir seviyesinde olan işlerde çalışmaya mecbur kaldı. Hindistan’daki birçok altyapı çalışmaları (kanalların, demiryolların v.s. inşası) tamamen İngiliz sanayinin ve özellikle dokumacılık sektörün taleplerine göre yapıldı. Klasik sömürge iktisadi sistemi kurulmuştu.
Sömürgecilik ekonomisi, tarımdaki geleneksel toprak işletme sistemin yerine Roma hukukuna göre düzenlemiş olan tapulu özel mülkiyet yapısı getirdi. Çiftçiler borçlarını ödeyebilmek için mecbur kaldığından kredi veren tefeciler ortaya çıktı. Daha evvel sosyal statüsü düşük olan krediciler sadece çiftçinin ihtiyaçlarını karşılayıp belirli bir pay alabilirken, İngiliz hukuku onlara kanunen yetki verip çiftçiler üzerinde hâkimiyet kurmaya imkân verdi. Bunun sebebi, vergilerin toplanmasının sömürge idaresi için mülkiyet haklarının oluşturulmasıyla daha kolay olması idi.
İdare üstelik üretilecek mahsulleri da etkileyebildi. Böylece sömürge iktisadinin ihtiyaçlarına göre ekilen, halen üçüncü dünya için belirgin bir gösterge olan “cash crop“ olgusu ortaya çıktı. Sonuç olarak tarımda çalışan toplumsal kesim üretimini ona göre değiştirmeye mecbur kalıp, daha evvel sürdürülen hayat tarzını terk etmek zorunda kaldı. Küçük toprak sahibi olan ve kendi ihtiyaçlarına göre üretim yapan çiftçilerin yerine, borç tehlikesi karşısında kalan, daima ürettikleri mahsullerin dünya piyasasındaki fiyatlarına göre hareket etmeye mecbur kalan kitleler oluştu. Toprak sorunu ancak 1960’lardan itibaren geniş kredi programlarıyla çözülmeye başladı: üretim hızla artmaya başladı.
Hindistan toplumu bu gelişmelere karşı kayıtsız kalmadı. 1850’lerden itibaren Hindistan’da oluşturulmaya başlanan sanayi tesisleri içerisine giren yerel sermayedarlar da mevcuttu. İngiliz ürünlerini boykot eden ve yerel ürünlerin satılmasını öneren “swadeshi“ boykot hareketi ortaya çıktı. Bu hareket sadece sanayi ile sınırlı kalmayıp Hint yerel bankaları sigorta şirketleri ihtiva ettiğinden bilinçli bir yerel tüccar sınıfı oluşturma girişimi olarak değerlendirilebilir.
Bu tarihlerde meydana gelen benzer boykot hareketlerinin birbirinden etkiledikleri kesindir. Umumiyetle bu hareketler sömürge veya yabancı sermayeye karşı yönelikti. Örnek olarak 1897’deki Japon karşıtı Çin boykot hareketi, 1899 yılındaki İngiliz tekellerine karşı İran’daki tütün boykotu eklenebilir. 1908 yılında Bosna’nın ilhakına tepki olarak Osmanlı Devletinde başlatılan boykot hareketi de bu gruba girer. Önemli olan, ilgili toplumlarda bir kamuoyu ve siyasal bilinç oluşturma ve geniş kitlelere yayma girişimidir. 1930’larda Gandi tarafından Hindistan’da örgütlenen barışçıl bağımsız hareketi bu girişimlerin devamı olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda özellikle İngiliz tuz tekellerine karşı başlatılan boykot hareketi ün kazanmıştır.
5. Geleneksel Toplum, Din Faktörü ve Kültürel Kimlik
Sosyal değişim doğal olarak fikri yenilikleri ihtiva ederken, din ve toplum algılayışının özellikle Hindistan’da çok ehemmiyetli olduğunu belirtmelidir. Orta Doğu coğrafyasında olduğu gibi bir sekülerleşme süresinden geçmeyen Hindistan’da din faktörü iki grubu çok belirgin olarak ayırt etmektedir: Müslümanlar ve Hindular. Bu ayırım eninde sonunda iki farklı siyasi zeminlerin, hatta iki farklı devletin kurulmasına yol açacaktı. Üstelik din algılayışı Hindistan toplumunda Hindular arasında da farklı olup, pek karma ve karmaşık bir inanç sistemi teşkil eden Hinduizm dâhilinde bile oldukça karışık idi.
Din aynı zamanda sosyal ilişkilerin ve toplumsal davranışların zeminini teşkil ettiğinden dini algılayış veya bunun kamusal alanına yönelik yansıması, din algılayışının değişimi toplumsal değişim anlamına geliyordu. Hindistan’da tam olarak modernizmden ve değişimden bahsedebilmek için din tarafından şekillenen belirli dogmaların ve sosyal davranışlarının değişmesi gerekiyor. Ancak ne İngiliz zamanında ne de bağımsızlıktan sonra Hindistan veya Pakistan’da geleneksel toplum algılayışı tamamen değişmedi. Değişimden ziyade eski ve yeni toplumsal mekanizmalar paralel olarak görülmeye başlandı. Örnek olarak bir taraftan büyük şehirlerin eğitilmiş insanları batılı standartta bir hayat tarzı sürerken, çağdaş hukuki normların kabulü de hâkim iken, az gelişmiş bölgelerde geleneksel davranışların ve sosyal normların hâkimiyeti devam etmektedir. Hatta gelişmiş bölgelerde ekonomik olarak üst-sınıf, alt-sınıf farkı bu paralel hayat tarzını merkezlerde bile gayet belirgin olarak ortaya sermektedir. Aynı zamanda gelenek, teknolojik gelişmelerin sayesinde tamamen arka plana itilmeyip, toplumsal davranışlarda bir sentez rolünü almış durumundadır. Hindistan’da kast sistemi ailevi ilişkilerde, güncel ve iktisadi hayatta dahi kanunen men olmasına rağmen varlığını muhafaza etmektedir. İnanç gereği bireyler, toplumdaki konumlarını kabullenip mevcut durumunu kabul ve muhafaza ediyorlar.
Teknolojik bakımından çok iddialı bir konumda olan Hindistan örneği, teknolojik gelişmelerin toplumsal değişmesini her zaman etkilenmediğini göstermektedir. Çünkü Hindistan’daki toplumun düşünce sistemi geleneksel toplumun temel taşlarını muhafaza ediyor ve binaenaleyh modern öğeleri barındırabilir. Hindistan’daki ikilemin sebebi sadece geleneksel toplumun bazı öğelerinin ve özellikle düşünce yapısının muhafazası değildir. Batılı hukuk sistemi ve çağdaş eğitim sistemi geleneksel hayat tarzıyla birleştiğinde toplumsal bir kopukluk meydana geldi. Geleneksel düşünce sistemin devamından dolayı teknolojik gelişmeleri sadece uygulama seviyesinde kalıyor. Modern teknik alet ve iletişim teknolojinin kullanımı, çağdaş ve eleştirisel bir düşünce yapısını beraberinde getirmemektedir. Modern iletişim ve üretim araçları, toplumun sadece teknik vasıtaları haline geliyor, entelektüel bir esin kaynağı olamıyor.
Batılı düşünceler de İngiliz zamanından beri yaygınlaştırıldığından, toplumda bu ikilem gayet açıkça ortaya çıkıyor. Bir tarafta çağdaş hukuki normlar ve teknolojik gelişmeler mevcutken, öbür tarafta geleneksel toplumsal yapı varlığını başarıyla muhafaza etmektedir.