Lübnan’a ilk kez gidiyordum, heyecanlıydım. Bu küçük ülkeyi hep, eski Fenike olarak hayal ederdim; Kenan diyarı, sarp dağların Akdeniz sahillerine hapsettiği dar bir şerit... Verimlilik inanışının tanrılarıyla tanrıçaları, Baal ile Baalim, bulutların üzerinde gümbür gümbür sevişirlerken, semenle sperm, sağanaklar halinde yerlere serpilirmiş. Spermlerin düştüğü her yerde, sedir ağaçları filizlenip büyümüş. Yamaçların 1200-2000 metre arası yüksekliklerini kaplayan bu kutsal ağaçlar, Yemen’den göç ederek buralara yerleşip kent devletler kuran Fenikelilere hayat kaynağı olmuş. Lübnan’ın bayrağındaki ağaç o. MÖ. 1600-300 arasında, dağların ötesinde imparatorluklar savaşırken; kah Eski Mısır’la Hititler çekişir, kah Babil ve Asur yöreye el uzatırken; Fenikeliler yaşam imkanlarını dağların ötesinde aramak yerine, arayamadıklarından; biteviye yenilenen bu ağaçlardan kesip sahile indirmiş. Gemiler yapıp denize açılmış ve Akdeniz sahilleri boyunca, ‘bilinen dünya’nın her tarafında koloniler kurmuş; Kıbrıs’ta Larnaka, Anadolu’da Finike, İtalya’da Ceneva, Sicilya’da Cagliari, Sardunya’da Palermo, Kuzey Afrika sahillerinden Libya’da Tripoli, Tunus’ta Kartaca, Fas’ta Tanca... Buralarda hala Fenikeliler var; Kuzey Afrika sahillerindeki 17 erkekten 1’i, Fenikeli bir erkekten genler taşıyor. Yarışa sonradan, MÖ.9. Yüzyıl’dan itibaren Eski Grekler de katılmış. Karasal imparatorluklar savaşırken, küçük Fenike, kavga gürültüden uzak durmaya çalışıp, ticaretle zengileşmiş; deniz ticaretine dayalı, çok daha geniş bir dünya imparatorluğu kurmuş. İnsanlarına oldukça mutlu ve müreffeh hayatlar sağlamayı başarmış. Ağaç o yüzden bayrakta, çok yakışıyor. Altında ve üstündeki şeritlerin kırmızı rengi kanı temsil etmekte.
Halbuki şeritleri mor olsaymış, bayrak daha gizemli olurmuş. Zira estetiği de ünlüymüş Fenike’nin. Doğu Akdeniz sahillerine özgün bazı deniz salyangozu türlerinin iç organ zarlarının (mukoza) salgısından elde edilen ‘Fenike moru’, zamanın baskı desen kumaşlarında en fazla rağbet gören boyaymış, bilinen dünyanın bayıldığı... Çünkü pigmenti zamanla solmak yerine, kumaş eskidikçe ve güneş gördükçe, daha da parlaklaşıp gürleşirmiş. 10 bin salyangozun, ancak 1 gram kadar pigment içerdiği anlaşılıyor; tek bir elbiseyi süsleyecek kadar. Tarihçi Teopompus, MÖ. 4. Yüzyıl’da Anadolu’da, ağırlığınca gümüşe satıldığını söyler. Pigmenti salyangozlardan, öldürüp var olanı tek defada almak yerine, dokuna dokuna sürekli sağmak da mümkünken; hızlı üretim uğruna birinci yöntem tercih edilmiş olsa gerek ki, bu narin salyangozların soyları tükenmiş.
Fenikeliler bu arada ticari kayıtları kolay tutabilmek, anlaşmaları kolayca yazıya dökebilmek için, Mısır ve Sümer çivi yazısındaki düşünce sembollerini (ideogram), basitleştirip doğrusallaştırmış; ses sembollerine (fenogram) dönüştürüp, alfabeyi keşfetmiş ve dünyaya hediye etmiş. Öte yandan, Kenan’ın ‘ahlaksız’ verimlilik inanışı, geniş bir ‘Büyük Suriye’ bölgesini etkisi altına almış, güneye sonradan yerleşen İbranilerde uyardığı tepki ile, Mısır’daki başarısız Akhenaton denemesinden sonraki ikinci Tek Tanrılı din girişimini şekillendirmiş.
29 Mart Salı sabahı bu düşüncelerle hazırlandım. Lübnan’a dört kişi gidecektik; Emekli Büyükelçi Aydemir Erman, Marmara Üniversitesi’nden Prof.Dr. Esra Hatipoğlu ve Kocaeli Üniversitesi’nden Prof.Dr. Samir Salha. Her zamanki gibi gecikiyordum. Çıkmadan önce Aydemir Bey’i aradım. Onun VİP’ten geçme ve bir misafiri geçirme hakkı vardı; beni kabul ederse zaman kazanmış olurdum, park işi de kolaylaşırdı. Yoldaymış bile, misafiri olma önerimi nezaketle kabul etti. VİP girişine varınca tekrar aradım, kapıya geldiğinde yanımıza bir görevli yanaştı. Aydemir Bey kendisine misafiri olduğumu söyledi. Görevli “mesleğiniz?“ diye sordu. Aydemir Bey “emekli büyükelçi emekli“ cevabını verince, dayanamayıp sokuşturdum; “ben de küçükelçi...“ Aklıma şey gelmişti; hani kredi kartıyla bir futbolcu almışlar, bonusuyla da minik ikizini. Görevli güldü, gülüşüp geçtik...
<<>>
Esra Hanım ve Samir Bey’le uçakta karşılaştık, ayın sırada oturuyorduk. Esra Hanım’ı daha önceden tanıyordum; fidan boylu bir prof, bir kitap açmış okuyordu. Samir Bey’le ilk kez tanışıyorduk; hızlı ve akıllı konuşan, sohbetini jest ve mimiklerle donatan, dinlerken arada bir gözlerini iri iri açıp ilgiyle bakan, enerjik bir genç; dosyalarını açmış, çalışmaya başlamıştı. Biraz sohbet ettik, sonra işlerimize koyulduk. Öğleyi biraz geçe, uçağımızın epeydir masmaviyle kaplı seyreden görüş alanında, Beyrut ve civarı belirdi. Orta Doğu Havayolları ile uçuyorduk, MEA; çocukluğumun ünlü bir havayoluydu bu, THY’nin esamesi pek yokken. Ama unutup gitmiştim MEA’yı, varlığını hala sürdürdüğüne sevinmiştim uçağa binerken. “Nereden nereye“ dedim, “başarılarımızı da azımsamamız lazım, emeği geçen herkese şükran...“
Beyrut bir buruna yerleşmiş. Kıyı boyunca geniş bir otoyol uzanıyor. Yolun deniz tarafında yapılaşma yok. Sahil çoğunlukla kumsal, bazı yerlerinde sarp kayalıklar; demek ki doğal... Sevinmek için bahane arıyordum zaten; ‘bravo’ dedim içimden, “dar da olsa, bir sahil şeridini korumuşlar.“ Otoyolun öte tarafı, göz alabildiğine yerleşim alanı. Binaların çoğu modern ve makul boyutlarda, hemen tümü beyazın tonlarında. Aralarına gökdelenler serpiştirilmiş; oldukça düzenli aralıklarla, etraflarında ferah alanlarla. Gökdelenler ebeveynler gibi duruyor, diğerleri evlatlar; aileler birbirinden geniş caddelerle ayrılmış. Topyekun sahile inmişler sanki, bizi karşılamak için; hepsi merakla bakıyor, dizi dizi pencere gözleriyle, kıpırdamaksızın. Yapılaşma gözü pek rahatsız etmiyor. Deniz zümrüt yeşili. “Helal olsun“ dedim, “hakikaten Doğu’nun Paris’i!...“
Uçak güneye doğru kıvrıldı. Havaalanı oradaydı. Sahildeki kumsal kayboldu. Denizin suları grileşti, hatta yer yer kahverengileşti. Kentin bu kısmında, kanalizasyon doğrudan denize veriliyordu anlaşılan, arıtma yoktu. Biz inişe geçerken, geri plandaki yapılaşma, Istanbul varoşlarını andıran şekilsiz bir yığına dönüşmüştü. Beyrut’un güneyiydi bu, yoğun nüfus baskısı altındaki Şii kısmı. Lübnan anayasasındaki güç dağılımı formülünü hatırladım. Kuzeyde varlıklı görece seyreltik, güneyde yoksul kütlesel yerleşim: Bu basınç farkı, o formülü patlatır... Nitekim, Hizbullah yeni koalisyonun ana ortağı olmuştu. Umulur ki orta yolu korur.
Havaalanında bizi, sivil giyimli iki kişi karşıladı. Temiz bir minibüse bindik, şöförü üniformalı er. Önde ve arkada, iri gıcır birer jip; içlerinde silahlı erler. Yolda sohbet ederken, bizi karşılayanların da rütbeli subaylar olduğunu anladık. Lübnan’dan epeydir şiddet haberi almadığımızdan, bunca tedbire ne gerek var diye düşündüm. Gerçi, konferansı orduya bağlı bir araştırma merkezi düzenlemişti, lojistiğini de onların sağlaması doğaldı. Fakat ben Lübnan’ı ordusuz bir ülke olarak düşünürdüm, kendini iğdiş etmiş; kısmen İsrail’in saldırılarına hedef olmamak, kısmen de ülkedeki hassas dengeleri zora sokmamak için... Otele vardığımızda, etrafı askerlerle çevriliydi, ellerinde makinalı tüfekler. “Vay canına“ dedim, “ordu ne kadar da ön planda...“ Anlaşılan yüksek düzeyde katılım olacaktı ve ordu düzenlediği olayı, önemini artırmak için süslüyordu.
Otelimiz Refik Hariri’nin suikasta uğradığı geçidin yakınındaydı. Odalarımıza yerleşip, hemen şehri gezmeye çıktık. Samir Bey’in çocukluğu buralarda geçmiş, okula burada gitmiş, Arapçayı anadili gibi biliyor, bize rehberlik etti. Caddeler temiz, bakımlı, güzel; binalar da öyle. Oysa ki, bölge kocaman bir şantiye alanı gibi. Her tarafta gökdelen inşaatları; etrafları çevrilip temelleri kazılmış. Kimi alışveriş merkezi, kimi rezidans. Samir Bey “buradaki inşaatların hepsi aynı şirkete aittir“ dedi, “bu bölge Hariri ailesinin...“ Hayret etmiştim doğrusu, saf saf; “şehrin en kıymetli bölgesi bir aileye ait!...“ Köşe başlarında askerler nöbet tutuyordu: “Bölge ailenin, asker nöbette...“ Ama görünüşleri tehditkar değildi; hepsi gencecik, çoğu tombulca, sırtlarındaki makinalıları ‘uf puf’ taşıyorlar; kamuflaj üniformaları pırıl pırıl, raftan yeni inmiş gibi. Esra Hanım fotoğraf çekiyordu, köşedeki bir er yanımıza geldi, önünde nöbet tuttuğu binayı gösterip, “şu binanın resmini mi çektin?“ diye sordu. Bina boştu sanki, pencereleri perdesiz, hiç de ilginç görünmüyordu, Esra Hanım “hayır“ dedi, asker inanmadı, makinayı alıp içindeki resimleri uzun uzadıya gözden geçirdi. İş yapıyordu...
Etkileyici binalar taştan: Parlamento binası ufak ve şirin, Başbakanlık Sarayı devasa, gösterişli. Sağda solda muhteşem taş kiliseler; Grek Ortodoks, Grek Katolik, Ermeni Ortodoks, Maruni Katolik... Kentte 200 kadar Yahudi kalmış, mütevazi görünümlü bir sinagog restorasyonda. En etkileyici cami, laciverte çalan turkuvaz kubbeleri, zarif dört minaresi ve orantılı mimarisiyle, Refik Hariri Camii. Şehrin merkezine araç girişi yasak, o yüzden ortam dingin. Binaların çoğu taş, balkonlar Fransız tarzı, ferforje. Tam ortada, Yıldız Meydanı. Meydana ulaşan 4-5 tane İstiklal Caddesi düşünün; öylesine güzel. Saat 14’ten sonra kamu işyerleri kapalı olduğundan, sokaklar ıssız, dükkanlar sakin. Sanki bizi ağırlamak için, özel olarak hazırlanmış. Bayılmıştım doğrusu, gaflete düşüp hayret ettim içimden; “burada şiddet?...“
Dönüşte farklı bir yol izledik. Gözümüze birkaç bina takıldı, en azından biri gökdelen; dimdik ayakta, ama terkedilmişler, kırık dökük. Duvarları makinalı tüfeklerle taranmış, izlerle delik deşik. Arada yer yer iri oyuklar da var, roket mermilerinin açtığı; patlamadan çıkan duman çeperlerini karartmış. Balkonlar yer yer uçmuş... Yine şaşırmıştım, bu güzelim semtin ortasında ne arıyor bunlar diye. Samir Bey ‘iç savaş’tan kaldıklarını söyledi, 1975-1990 arasından. Gerçi çeşitli nedenlerle yenilenmemişler. Ama sanki kasıtlı olarak geçmişteki bir zaman diliminden çıkarılıp bugüne konmuş gibiydiler; ibreti alem olsun diye, “bakın bu güzellikleri koruyalım, yoksa halimiz yine böyle olur“ diye. Yaşanmış olan şiddetin cansız müzeleriydi bunlar, frankeştaynları. Komşu akranlarıyla aralarındaki kontrast ürkütücüydü, dehşet verici; tokat gibi uyarıcı, dipdiri hatırlatıcı. “Üf be“ dedim içimden nedense, “aslanım Türkiye!...“ Yolun kalan kısmında serseme dönmüştüm, mahzun. Türkiye Nasrallah’ın sığınağına o yüzden uzanmıştı anında, Beyrut yine frankeştaynlar diyarına dönmesin diye.
Otele dönüp odalarımızda biraz dinlendik, sonra akşamki açılış kokteyline indik. Katılımcılar zaten kalabalıkmış, bir de davetliler; koca salon doldu. Şeref misafirleri arasında, Lübnan ordu komutanıyla bir de bakan vardı. Ordu komutanı, uzun boylu iri kıyım, geniş omuzlu; neredeyse dikdörtgen prizma; karizmatik tebessümüyle etkileyici. Yanımda Lübnanlı bir profesör duruyordu, “ordu komutanınız tank gibi maşallah“ dedim, “tek başına ordu...“ Güle tekleye cevap yetiştirdi; “Ordu komunanımız...“ dedi, “işi yok... onun için kendine iyi bakıyor.“ Zannımı teyit etmişti, Şii olmalıydı, ordudan çok Hizbullah’a güveniyordu anlaşılan. “Şii misiniz“ diye sordum, anlık bir bocalamadan sonra “evet“ dedi. Amma bölük pörçüklük, sosyal doku yırtılmış. Konuşmalar Arapçaydı; bölgesel bir konferans olduğundan doğal. Uzundular; organizasyona emeği geçmiş olan herkes payını koruma çabasındaydı, üstlerini etkilemek için; bu da doğal. Bir şey farkettim, salonda sigara içiliyordu, meğer serbestmiş; hava ağırlaştı, biz erken ayrıldık.
<<>>
Ertesi sabah, konferansın ilk oturumu; açılış konuşmaları, ardından iki tebliğ. Birinci tebliği sunan Amerikalı uzman, ABD’nin bölgedeki hatalarına da değinmekle birlikte, Orta Doğu’daki gelişmelerin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine işaret etti. Yani Obama yönetiminin resmi çizgisini sadakatle dile getirdi, sakin bir üslupla. Lübnanlı bakan bu çizgiye, nezaket çerçevesinde temkinle yaklaştı. Tok sesli bir konuşmacıydı, kendinden emin. Konuşmasını bitirirken akranına dönüp, başkaları tarafından ikna edilmek değil, kendilerinin ikna olmak ihtiyacında olduklarını söyledi. ABD’nin 2006 savaşında Lübnan bombalanırken, ‘barış ve güvenlik’ gereği olsa gerek, İsrail’e alelacele gönderdiği misket bombalarını unutmuş olamazdı. Bence hakettiği alkışı aldı.
İzleyen iki oturumda, katılımcılar dört gruba ayrılıp, farklı konu başlıklarını ele alacaktı. Ben, “Bölgesel etnik Gerginlik, Orta Doğu’daki Azınlıkların Hakları ve Rolleri“ panelindeydim. Uzmanı olduğumdan değil, öyle düştüğü için. Salonumu diğer üçünü gezdikten sonra zor buldum. Panel üyelerinin çoğu profesördü ve biri Lübnanlı yaşlı, diğeri İranlı genç olmak üzere, ikisi moderatörümüzdü. Lübnanlı açış konuşmasında, izlenecek süreçle ilgili açıklamalar yapmakla yetindi. İranlı ise söze, bölgenin bir uluslararası etki alanı olmaktan çıkarılması gerektiği vurgusuyla başladı. Yani İran’ın nüfuzuna açık hale getirilmesi... Yüksek sesle ve düzgün bir İngilizce ile konuşuyordu, ama düşünceler dağınıktı; belli ki iyi hazırlanmamıştı, lafı uzattıkça uzattı. “İran küçük komşularını bu odada bile adeta davul çalarak hırpalıyor“ diye düşündüm. Nitekim yüz ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, dinleyiciler söylenenleri defalarca duymuş gibiydiler; ilgisiz bir sabırla dinlediler, göz göze gelmekten kaçınarak, bir an önce bitmesini beklercesine. Grupta başka İranlı yoktu. Niye o zaman bu İranlıyı eşmoderatör olarak seçtiklerini düşündüm, “madem aşina bir terane bekliyorlardı...“ Aklıma Hizbullah geldi, dolaylı etkisi; Lübnan’ın inanca dayalı güç paylaşımı formülü bu salonda da çalışıyordu.
İranlı moderatörden sonra, üyeler söz almaya başladı. Konuşmalar çoğunlukla, Arap dünyasındaki güncel gelişmeler üzerinde yoğunlaştı. Gelişmeler ‘şaşırtıcı’ olarak nitelendiriliyor, daha çok semtom dindirmeye yönelik cılız politikalar öneriliyordu. Fırtınayı statkükoyu olabildiğince koruyarak atlatmanın yolları aranmakta gibiydi. Önce şaşırmıştım, alttan gelen basıncın büyüklüğünün farkında olmadıklarını düşündüm. Ama, bu insanların çoğu, profesör de olsalar; mevcut yönetimlere yakın insanlardı zaten, olaylara onların gözüyle bakmaları doğaldı.
Ermeni asıllı narin bir bayan, Türkiye modelinden bahsetti. Kısa boylu ve topluca bir diğer bayan; Şii olmalıydı ki, Lübnan’ın mezhebe dayalı güç paylaşımı formülünün terkedilmesi gerektiğini söyledi. Şık giyimli, keçi sakallı, gözlüklü bir bey, müdahale ederek; ki bunu sık yaptı ve kendisinde bu hakkı gördüğüne göre düzenleyicilerden biri olmalıydı; bu formülün alternatifinin bulunmadığını ifade etti. İngiliz bir üye, yaptığı kısa bir konuşmada, dikkat çekici iki noktaya değindi. Birincisinde, Batı’nın ‘evrensel değerler’i savunurken, tüm diğer değerlerin yanlış olduğu kesin kanaatiyle hareket ettiğini belirtti. İkinci olarak, bölgedeki kutuplaşmaları, Freud’ün terimleriyle, ‘farklılıkların narsisizmi’ne benzetti. “Sen gel bir de Türkiye’ye bak“ dedim içimden, “paylaştığı ortak güzellikler bir kenarda unutulmuş dururken, farklılıklarını ön plan çıkarıp didişen, her gün yepyenilerini arayan bize...“ Söz alanlardan yalnızca birisi; o da Lübnanlı bir komutan; insan haklarından söz etti. Bunların dışındaki değerlendirmeler, yeni hiçbir şey olmamış gibi, ‘eski hamam eski tas’ mecrasındaydı. Oturumun sonuna doğru, tartışmalar döngüselleşti, durumu kurtarmaya yönelik hazır formül veya model arayışlarına dönüştü. Söz hakkı istedim, o oturumda gelmedi.
<<>>
Öğleden sonraki oturumda, İranlı moderatör söz alıp, Türkiye modelinin, ‘fazla militer’ olduğundan, uygulanabilir olmadığını söyledi. Sıram geldiğinde, bölgedeki iç ve dış gerginlikleri ortadan kaldırmanın hazır bir formül veya modelinin bulunmadığı, bunun ancak bireysel özgürlükler ve açık yönetim ilkelerini temel alan uzun soluklu bir süreçle başarılabileceği kanattimi özetledim. Konuşmam ilgiyle dinlendi sanıyorum, ama hiçbir tepki görmedi. Anlaşılmaz bir dilde konuşmuştum sanki. Oturum odaksız değerlendirmelerle devam etti. Ortak bir metne nasıl varılabileceğini merak etmeye başlamıştım.
Akşam Lübnan mutfağıyla tanışmak üzere, Beyrut’un banliyölerinden birindeki bir lokantaya davetliydik. 45 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra, Akdeniz’e nazır yamaçların kıvrımlı yokuşlarından tırmanıp lokantaya vardık. İçeri girdiğimizde, soğuk duş etkisi yapan bir atmosferle karşılaşmıştık. Lokanta bol ışıkla aydınlatılmıştı ve dekorasyon modern bir kafeteryaya benziyordu. “Allah Allah“ dedim içimden, “hastane gibi yemekhane; burada rakı sofrası mı olur?...“ Oturduktan kısa bir süre sonra servis başladı. Meğer işletmenin derdi atmosfer değil, yemeklerin kendiymiş. Önce çiğ baklayla bezelye geldi. Baklalar iri uzun, ama erken toplanmış; dolayısıyla körpe, henüz acılaşmamış; görünüşleri “biz sağlığa çok iyi hizmet ederiz“ diyordu, “vallahi“. Bezelyeler yassı, ama daneleri iri; ayıklanıp yeniyor, tatlı leblebi gibi. Daha önce çiğ baklayı denemiştim de, bezelyeyi hiç; meğer ne kadar lezizmiş! Ardından eklenen servis tabaklalarıyla, masa hızla bir bostana döndü; semizotu, turp, nane, roka, domates, salatalık, marul ve tanımadığım bazı yeşillikler daha. Her biri o kadar taze, renkler o kadar canlı ki; kendimi baharda bostana girmiş yuvarlanan mutlu bir koyun gibi hissettim, doğanın cömertliğiyle kucaklaşan... Yeşilliklerin arasında mezeler de belirmeye başladı; karides, kalamar, tulum peyniri, humus, patlıcan ezmesi, karışık turşu, vb. Bunlar tanıdık ikramlardı ama; özenle yapılmışlar arasından özenle seçilmiş gibiydiler; öylesine nefis. En mükemmeli, üstüne gelen kebaptı. Kuzu şiş, parçalar birer lokma; her birinin dışı nar gibi kızarmış, ama hiçbir noktası kararmamış; içi yumuşacık, etin suyu içinde kilitlenmiş, ama merkez dahi çiğ kalmamış. Şiş kebabını böyle yapabilmek için, parçaların her biriyle ayrı ayrı ve büyük ustalıkla ilgilenmek gerekir; bravo doğrusu ne sanat!... Tavuk şiş de vardı, ama ben almadım; “adın ne demiş, ‘tavuk’; kebap olsan ne yazar.“ Şiş köfte ise, ince; soğanı baharatı yerinde, ama hiçbiri etin lezzetiyle yarışmıyor, bilakis onu ön plana çıkarıyor, et yediğinizin farkındasınız; narin, yumuşak. Ana yemek bu kadar, o da hoşuma gitti; lezzetlerin dalaşına meydan vermektense, tek birinin tadına hakkıyla varmak. Tatlı olarak meyve ikram ettiler; kırmızı üzüm, daneleri erik iriliğinde; yeşil armut, al yanaklı; çilekler başparmak büyüklüğünde, yanında tam ihtiyaç duydukları tatlılık kıvamında hafif bir krema; elma, karpuz, mandalina, kivi. Bu sade sayılabilecek masanın beni en fazla etkileyen yönü; ürünlerin doğallık ve tazeliği, renklerinin sıcaklık ve canlılığı, hazırlanışlarında onlara gösterilmiş olan özen ve saygı, lezzet akışındaki ahenkti diyebilirim. Tam; Kenanlıların bir zamanlar tanrılarına teşekkür için, bahşettikleri ürünlerin en nadidelerinden seçerek hazırladıkları bir adak sofrası gibiydi...
Perşembe sabahı ilk oturumda, panel görüşmeleri aynı dağınıklıkla devam etti. Söz alanlar kendi uzmanlık dallarından, ilgisiz görünen ayrıntıları metne dahil etmeye çalışıyordu; bu tür toplantılarda çoğu kez olduğu gibi. Halbuki panellerin öğleden sonraki ortak oturumu için bir özet hazırlamamız gerekiyordu. Lübnanlı modetarör, bu hızla sonuca varamayacağımızı vurgulayarak, alınmış olan notlardan hareketle, metni kendilerinin hazırlamasına izin verilmesini istedi. Bu istek kabul görünce, onlar ikinci oturumda çalışmaya çekildi, biz serbest kaldık. Ruhsuz bir metin çıkacağından emindim. Yemek arasındaki sohbetimiz sırasında Aydemir Bey’e, bu hayal kırıklığımı dile getirdim. Hislerimi paylaştı. Onun yer aldığı, “Lübnan, Irak ve Filistin: Çatışma Alanları Olarak Ortak yönler ve Bağlantılar“ başlıklı panel de, bir “İsrail’e veryansın seansı“na dönüşmüş. Diplomat birikimiyle, öze yönelik pratik önerilerde bulunmaya çalışmış, ama anladığım kadarıyla, dinlemeye hazır kulak pek bulamamış...
Öğleden sonraki ortak oturumda, panellerin hazırladıkları metinler genel katılıma sunuldu. İlk iki sunum fazla ilgi görmedi. Üçüncüsü; “Potansiyel İşbirliği veya Bölgesel Çatışma Kaynağı Olarak Doğu Akdeniz’deki Yeni Enerji Kaynakları“ başlıklı olanın bir paragrafına, ekip arkadaşlarım Salim Bey’le Esra Hanım itirazda bulundular ve Türkiye’nin, İsrail ile Kıbrıs Rum kesimi arasında imzalanan anlaşmaya karşı çekingesini metne koydurdular. Her ayrıntıyı ciddiye almış, diplomat gibi çalışmışlardı. Kendilerini tebrik ettim. Hatta Samir Bey’e, “sizin çalışkanlığınızı gördükçe, sinir hapları almaya başladım“ dedim. 4. Panel’in metni, “Lübnan, Irak ve Filistin: Bölgesel Çatışma Alanları Olarak Ortak Yönler ve Bağlantılar“ başlıklı olanı, bence en fazla akademik derinliğe sahip olanıydı. Moderatörü tarafından, ki bir profesördü; fevkalade güzel bir İngilizce ve teknik terminoloji ile sunuldu. "Demek ki" dedim içimden, "musibeti yaşayan dersini kesin alıyor" Sözlerinin altını çizmek için söz aldım. Konferans kapanış konuşmalarıyla sona erdi.
Gerçi Cuma günü için bir gezi planlanmıştı. Fakat ben öğleden sonra ayrıldım, ertesi gün Mersin’de olmak zorundaydım. Uçak havalandıktan sonra, gözden kaybolana kadar sahile baktım, alıcı gözle. Beyrut’u sıcak bir anıyla sarmalayıp, bir inci gibi hatırlamak istiyordum. Ama öyle olmadı, olamadı. Civarındaki banliyöler öbek öbekti, yamaçlarda beyaz inşaat yığınları; bazıları iri kıyım, tepelere hiç yakışmıyordu. Sanki büyük bir havai fişek gösterisi yapılmış da, kıvılcımlar düştükleri yerleri tutuşturup benekler halinde beyaza yakmış. İmar planlarını delmek iyi rant sağlamış olsa gerek diye düşündüm, güçlü ailelelere. Ve huzur diledim Lüban’a içimden, misafirperverliğine teşekkürle...
<<>>
Aiming for the Stars and Shooting the Moon
As the contemporary science informs us, man’s long journey began from Africa. We all come from the same chromosomal Adam and the same mitochondrial Eve. One of the major stops after our exodus from the beautiful black continent appears to have been the coasts of East Mediterranean. Lebanon being a part of this shoreline, has been a breathing channel for the Middle East, a fascinating geography, one of the two cradles of civilization, the other being China at the far eastern periphery. During his long journey, faith was perhaps man’s earliest intellectual discovery. And the Middle East gave rise to the three major monotheistic religions still thriving among us. If you will allow me to count myself as also one this geography, all three are part of our historical and cultural heritage. Be it Judaism, Christianity or Islam; they shelter a spectrum of widely intersecting basic set of tenets that all men aspire to in different contexts. One of the most basic being justice.
I am informed that civilization in Lebanon is rooted in at least seven thousand years. I have often fancied this country as the land of Canaan, realm of the gods and goddesses, Baal and Baalim residing high in the skies, either quarreling thunderously at times or making love above the clouds and showering the earth underneath with fertility, some of the fruits of which we tasted last night at Munir Restaurant. But one, the one in your flag, the Lebanese cedar, Cedrus libani has a special place in my imagination. During the 2. Millennium BC, while the warring empires of Egypt, Hittite, Assyria raged storms beyond the mountains of Lebanon, Phoenicians neither took part in the bloodshed, nor sat still contended trembling with fear. Instead, they cut down the Cedrus libani, pulled them down to shore, shaped them into vessels, dressed them in sails and set journey through the Mediterranean, setting up trade colonies along the coast lines all the way up to Cadiz; Larnaca in Cyprus, Finike in Anatolia, Genoa in Italy, Cagliari in Sicily, Palermo in Sardinia, and on the North African shores; Tripoli in Libya, Cartage in Tunisia, Tania in Morocco and many more. They traded in wine and clothing throughout the region, thereby enriching themselves and the then known world. They trimmed their clothing in fancy colors, epitomized by the Phoenician purple, the most widely sought after pigment of the ancient world that was derived from a few species of sea mollusk endemic to Eastern Mediterranean waters. Of course, initially they must have had difficulty in employing the Sumerian script or the Egyptian cuneiform for their business correspondence and speedy draft of contracts. But in due time, they bent the script, linearized it, then realizing the greater expediency of using the symbols for sounds instead of ideas, switched from ideograms to phonemes, thereby discovering the phonetic alphabet and bequeathing it to the whole world. A diligent and resourceful people indeed, just as Lebanon still is, a cat with nine lives. Please forgive me for having indulged in this long prologue. This is the first time I have been to Lebanon. I am both humbled and honored to be in this land. I would like to extend our deeply felt thanks to our hosts for bestowing us this exquisite experience; yes, in all sincerity. Now, to the point, to our topic...
First of all, I would like to point out that, this region, Middle East, producing more than a third of the world’s tradable oil is bound to be a focal point of big power interests , there is no avoiding that. The point is to counter these interests with our own so as to make them work to mutual benefit. Today, tumultuous events are unfolding throughout the region. Since Turkey, a country on the fringes, is frequently mentioned as a workable or unworkable model for the region, I would like to state a few thoughts about my country’s experience. But, it is not possible to understand today, without remembering the past.
<<>>
A profound event had taken place in the 18th century Europe, the 1789 French Revolution. Before then states were governed on the basis of faith. But the French discovered the idea of a nation state. This idea supplemented by science and technology proved to be such a potent idea that it made France the leading power of the continent for however a brief period of time and with its power of appeal produced shock waves emanating from Paris that hit the walls of the Ottoman Empire within a mere couple of decades. Despite serious attempts at reformation spanning the following century, the empire failed to cope with the wave and collapsed after World War I. We decided to establish a nation state in a smaller geography, in Anatolia, in order to survive. The new state was based on Turkish ethnicity and this label having been used neither widely nor with high esteem during the Ottoman era had to be emphasized for speedy consolidation of the emerging system. We have been working on it for almost 90 years, some mistakes were made along the way and we are trying to alleviate them.
Civilized social life is framed by a