Kuzey Atlantik Paktı olarak da adlandırılan NATO’nun kuruluşu üzerinden 67 yıl geçti. Türkiye ise üyelikte 64’üncü yılını doldurdu. NATO, bu dönemde Sovyetler Birliğine karşı sağladığı caydırıcılık ile bütün üyelerini doğrudan veya dolaylı saldırılardan korudu. Avrupa’daki sivil savaşı (Yugoslavya’nın parçalanması) sona erdirdi. NATO genişlemesi, daha büyük bir AB’nin yolunu açtı. Antlaşmanın imzalanmasından 20 yıl sonra yani, 1969’dan sonra isteyen üyelerin teşkilattan ayrılmaları serbest olmasına rağmen hiç bir ülke NATO’dan ayrılma kararı almadı. Aksine NATO üye sayısı 28’e yükseldi. Antlaşmanın en önemli maddesi ortak savunmayı içeren ünlü 5. Maddesi olup, taraflardan birine yapılan saldırının herkese yapılmış olarak kabul edileceği şeklinde düzenlenmiştir. Bahse konu madde çimento işlevi görerek, NATO üyelerini bir arada tutmayı başardı. 1992’de Rus NATO’su olarak adlandırılan CSTO’nun ( Collective Security Treaty Organization) kuruluşuna kadar NATO, dünyanın siyasi ve askeri tek kuruluşu idi. 28 üye ülke arasında ABD'nin 650 milyon dolarla 2015-2016 NATO bütçesine en fazla katkı yapması ciddi tartışmaları beraberinde getirdi. ABD'de 8 Kasım'da gerçekleşecek başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti'nin adayı olmak için yarışan Clinton ve Sanders geçtiğimiz perşembe günkü tartışma programında ABD'nin NATO için gerçekleştirdiği harcamaları masaya yatırdı. İki aday, NATO üyelerinin daha fazla askeri harcama yaparak katkıda bulunmaları gerektiğini söyledi. Cumhuriyetçi aday Trump ise işi daha ileriye götürerek çok fazla masrafı olduğu için ABD'nin NATO üyeliğini tekrar gözden geçirmesi gerektiğini belirtti.
BM-NATO Karar Alma Mekanizmaları
Herhangi bir üye ülkenin sadece siyasi veya hukuki bir gerekçeyle veto yetkisini kullanması halinde NATO karar alma mekanizması tıkanabiliyor. Yunanistan vetosu nedeniyle Makedonya yıllardır sırada bekliyor. Herhangi bir NATO kararını veto eden ülkenin siyasi veya özel nedenlerle veto etmesi halinde o ülke sorgulanabilir. Türkiye NATO eski genel sekreteri Rasmussen’i istemediğini beyan etmişti. Ancak yalnız kalınca kabul etmek zorunda kaldı. Ukrayna ve Gürcistan kararlarında olduğu gibi, 28 üyeli NATO’nun kabul edilebilir bir kısmı (bu oran en az % 25 olabilir) veto ederse karar yeniden gözden geçirebilir veya zamana bırakılabilir. Ancak 1-5 arasındaki ülkenin vetosu, genel çıkarların ve ortak savunma doktrinin aşındırılması olarak algılanabilir ve bu ülkelerin ittifakın genel amacına ve çıkarlarına uygun davranıp davranmadığı sorgulanabilir. NATO Antlaşmasında üyelikten çıkarılma konusu yer almamaktadır. Buna rağmen, İttifaka fonksiyonel bir fayda sağlamayan, yani siyasi, askeri ve jeostratejik ağırlığı olmayan ülkeler kolaylıkla üyelikten çıkarılabilir. NATO’nun tek Müslüman ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca G-20 içinde yer almaktadır. Bu statüsü Müslüman dünyası için cazip ve gıpta edilebilecek bir örnek oluşturmaktadır. Türkiye’nin 64 yılda NATO’ya katkıları ve NATO’dan aldıklarını kabaca değerlendirdiğimizde katkılarının çok daha fazla olduğu açıktır. NATO’nun da, TSK’nın modernleşmesi ve bilimsel taktik dokrtinlerin yerleşmesi açısından büyük katkısı olduğunu söylemek gerekir. Türkiye ile siyasi, kültürel ve ideolojik rekabet içinde olan birçok ülke, zaman zaman Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışma konusu yapmakta ve onun üyelikten çıkarılmasını dahi talep edebilmektedirler. Mayıs 2010’daki Mavi Marmara gemisi olayını takiben, Amerikalı Yeni Muhafazakârlar (Neo-Con) Türkiye’nin NATO’dan ihraç edilmesi yönünde çağrı yapmışlardır. [1] Üye sayısı arttıkça NATO’nun karar alma mekanizması da tartışılmaktadır. Her üyenin veto hakkına sahip olması, özellikle Soğuk Savaş sonrası döneme ait bazı kriz ve çatışmalara yönelik karar alma sürecini yavaşlatmıştır. Aynı sorun BMGK için de tartışılmaktadır.. NATO içinde de aynı konu gündemdedir. ABD’li jeopolitikçi Zibigniev Brzezinski NATO’da kararların oy birliği yerine oy çokluğu ile alınmasını önermektedir.[2] Görülen odur ki, NATO’nun karar mekanizmasının esnetilmesi dünyanın içinde bulunduğu karmaşa ortamı için caydırıcı bir katkı sağlayabilir.
Son NATO Stratejik Konsepti (Lizbon 2010)
Altmış yedi yıl sonra bugün NATO’nun görevlendiriliş şekline ve görevlendirildiği coğrafyalara bakıldığında, 1949 tarihli antlaşmanın birçok maddesinin kâğıt üzerinde kaldığı gözlemlenmektedir. Neo-liberal ekonomik sistemin küreselleşmesiyle birlikte, NATO’nun fonksiyonel işlevi de sürekli tartışılmaktadır. Bu bağlamda NATO, Batı merkezli dünya ekonomisinin hegemonya ilişkilerini, Avrupa’yı ABD’ye bağlayarak korumaya hizmet eden siyasi ve askeri bir platform olarak değerlendirilmektedir.[3] ABD’nin dünya Finans-Kapitalin merkezi olma durumu dikkate alındığında böyle bir yaklaşım mantıklı görülebilir. Diğer taraftan, ABD’nin dünyadaki rakipsiz (özellikle deniz kuvvetleri) askeri gücü ve teknolojik üstünlüğü, bu stratejik durumun ortaklarına kabul ettirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Lizbon’da kabul edilen NATO Stratejik Konsepti, Aktif Katılım ve Modern Savunma doktrinine dayandırılmıştır.
Lizbon zirvesinde kabul edilen NATO üyelerine yönelik doğrudan ve dolaylı tehditler şunlardır.
· Terör ve aşırı gruplar
· Yabancı askeri ve istihbarat servisleri
· Suç örgütü üyeleri, teröristler, süper saldırılar
· Enerji güvenliğine yönelik tehditler
· Lazer silahları, elektronik silahlar ve ciddi teknolojik boyutlu tehditler
Enerji güvenliği hariç diğer tehditler, üye veya diğer ülkelerin istikrarını bozan ve küresel ekonomik sistemin işleyişini engelleyen tehditler kapsamında değerlendirilebilir. Ancak yeni konseptte vurgulanan enerji güvenliği sadece üye ülkelere değil aynı zamanda küresel ekonomik sisteme ve dolayısıyla küresel güvenliğe de doğrudan bir tehdittir. ABD bütçe açıklarını ve ekonomik krizi nasıl bir güvenlik krizi olarak nitelendirdiyse[4] enerji güvenliği de aynı zamanda küresel bir güvenlik ve var olma sorunudur. NATO’nun açıkça ortaya koyduğu bu tehdidi, NATO’nun en yetkilisi dönemin Genel Sekreteri Rasmussen; NATO’nun misyonu dünya nüfusunun %15’inin (ABD AB) enerji gereksinimlerini ve enerji yollarının güvenliğini sağlamaktır, şeklinde ifade etmiştir. [5] Bu açıklamanın NATO karar alma sürecine ve stratejilerine yansıması da kaçınılmazdır. NATO üyelerine yönelik enerji nakliyatını tehdit eden her türlü faaliyet bir müdahale ve savaş nedeni olabilecektir. Bunun anlamı, enerji güvenliği için, kolektif savunma prensibini içeren NATO’nun beşinci maddesi işletilecektir. Bu bağlamda NATO, BMGK kararına gerek olmaksızın deniz yollarını açık tutma stratejisini uygulamak için kuvvet kullanabilecektir. Konseptteki yer alan tehditler ve temel prensipler NATO’yu bu konuda hukuki anlamda yetkilendirmiş olmaktadır.
ABD- Türkiye - PKK Denkleminde NATO Nerede?
ABD’nin Irak’ı işgali, İran gibi Türkiye’nin de iç ve dış dinamiklerini olumsuz yönde etkilemiştir. Buna rağmen Türkiye, ABD’ye 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana her konuda destek vermiş ve vermeye devam etmektedir. Ancak, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan güvenlik tehdidi ABD işgali ile yeni bir boyut kazanmış, bir anlamda hem şiddeti artmış, hem kapsamı genişlemiş hem de siyasallaşmaya başlamıştır. Bu durum ABD-Türkiye ilişkilerinde giderek bir güvensizlik ortamı yaratmıştır. 2011’den bu yana devam eden Suriye krizi ve IŞİD tehdidinin ortaya çıkması, Türkiye açısından hem PKK tehdidinin boyutlarını büyütmüş, hem de başta ABD olmak üzere NATO içindeki müttefikleri ile siyasi kriz yaratmıştır. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile ABD bölgede ne yapacağını bilmez bir şekilde anlık stratejiler ile sonuç almaya çalışmaktadır. ABD’nin hatalı stratejisi, PKK’yı Suriye Kürtleri ile birleştirerek siyasallaşma sürecine sokmuştur. YPG/PYD adı altındaki bölgedeki yeni Kürt kimliği Avrupa’da, Rusya’da kabul görmüş bürolar açmıştır. Türkiye’nin NATO içindeki müttefiklerinin PKK ve türevlerine fiili ve siyasi destek verdikleri, silah yardımı yaptıkları, PKK elemanlarını eğittikleri belgelenmiştir. NATO’nun son stratejik konseptinde öncelikle yer verilen terör tehdidine rağmen Türkiye, NATO’yu PKK terörü ile mücadeleye angaje etmeyi başaramamıştır. Son iki yıldan bu yana, İncirlik ve Diyarbakır hava üsleri ABD liderliğindeki çoğunluğu NATO üyesi ülkelerin hava kuvvetlerine açılmıştır. Aralarında Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’e ait uçaklar da var. Ancak hedef PKK değil, IŞİD’dir.
NATO Üyeleri Türkiye’ye Tehdit Haline Geldi
Türkiye yarım asrı aşkın süre zarfında tek Müslüman üye olarak, NATO ittifakına her yönüyle başarılı bir şekilde hizmet etmiştir. Ancak uluslararası hukuk ve anlaşmalardan doğan hakkın kullanılması kapsamında icra edilen 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası, müttefiklerinin uyguladığı silah ve ekonomik ambargo, hangi ittifak ilişkileri ile açıklanabilir? 1991 Körfez Savaşı’nda son anda gelen patriot füzeleri dışında NATO’nun hangi yardımı olmuştur? Tersine Türkiye’nin güneyinde oluşturulan uçuşa yasak bölge ile Barzani Kürdistanı kurdurulmuş Türk askerlerinin başına çuval geçirilmiştir. Irak’tan kaynaklanan PKK terör tehdidi 30 yıldan fazla devam etmektedir. PKK, Avrupa Parlamentosu kararları ile özgürlük savaşçısı unvanını kazanmıştır. Yıllardır, kuzey Irak’taki PKK üslerine Türkiye’nin hava harekâtı yapması NATO’nun lideri ABD tarafından engellenmiştir. IŞİD tehdidi ortaya çıkınca, İncirlik ve Diyarbakır’ın koalisyon güçlerine açılması karşılığında bu izin şimdilik verilmiştir. Ama her an bir bahane ile kaldırılabilir. Diğer taraftan Türkiye, bir yıldan bu yana kendi topraklarında PKK ile şiddetli çatışmalar yaşamaktadır. Sınır ötesindeki PKK unsurlarına ise sadece hava harekâtı yapabilmektedir. PKK’nın güçlenmesinden birinci öncelikle ABD, dolaylı olarak fili ve siyasi destek veren hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri ve uçak düşürme krizinden sonra da Rusya sorumludur. Rusya ile meydana gelen kriz sonrası Türkiye NATO konseyini toplantıya çağırmış, sadece sözde kalan siyasi bir destek sağlayabilmiştir. Brüksel’de, Paris’te patlatılan terörist bombaları Batının askeri gücünün ABD’nin liderliğini yaptığı koalisyon altında Türk topraklarında bir araya gelmesini sağlamıştır. Ancak 30 yıldan bu yana devam eden PKK terörü, büyük şehirlerde patlatılan bombalar, şiddet içeren ölümcül saldırılar NATO üyelerini Türkiye’nin dış kaynaklı bir tehdit altında olduğuna inandıramamıştır. Türkiye 30 yıldan bu yana 100 milyar dolara yakın kaynağını terörle mücadeleye harcamıştır.[6] Bu parayla Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) rahatlıkla tamamlanabilirdi. Zaten PKK terörünün GAP ile yakından ilgili olduğunu unutmayalım. GAP tarımsal üretim yönüyle Türkiye’yi uçuracak, bölgedeki feodal düzeni sona erdirecekti. 37 yılda GAP’ın ancak enerji yatırımlarının %74’ü, sulama yatırımlarının % 40’ı tamamlanabilmiştir.[7] ABD’nin hatalı Irak politikası IŞİD’i doğurmuştur. ABD’nin IŞİD’le mücadele stratejisi bölgedeki Kürtleri vazgeçilmez hale getirince, ortaya çıkan durum Türkiye’nin beka sorunu haline gelmiştir. Bu stratejiye ABD ile aynı koalisyonda yer alan NATO üyeleri de katılmaktadır. Böylece NATO, Türkiye’nin güvenliğine katkı sağlamak bir yana zarar verici ve hatta potansiyel bir tehdit haline gelmiştir. Terör örgütü PKK, ABD ile işbirliği nedeniyle meşru hale gelen PYD üzerinden bölgede bir Kürt devleti kurma projesini hayata geçirmiştir. Ayrıca Barzani bölgesi ile Türkiye’nin başta enerji olmak üzere her türlü ekonomik ilişkisini de PKK engellemektedir. Örneğin; Türkiye için Rus gazının yerini kısa zamanda doldurabilecek tek alternatif Irak Kürdistanı’nın zengin 5 trilyon metreküplük doğalgaz rezervleri idi. Boru hattının yapımına bu yıl başlanacak ve ilk gaz akışı 2019 yılında gerçekleşecekti. Yani eğer her şey yolunda giderse Ankara, Kürt doğalgazı sayesinde Putin’in boynuna taktığı kementten kurtulabilecekti. Bunun verdiği heyecanla hükümet boru hattının Türkiye bölümünün inşası için 9 Şubat 2016’da ihaleye çıktı. Ve dikkat çekici bir zamanlama ile ihaleden sadece bir gün sonra PYD görkemli bir törenle Moskova’da ilk yurtdışı irtibat bürosunu açtı. Aynı ihaleden sadece bir hafta sonra PKK ile bağlantılı KCK’nın Dış İlişkiler Sorumlusu Demhat Agid, Kürt doğalgazının geçişine izin vermeyeceklerini açıkladı. PKK yöneticileri boş konuşmadıklarını ispatlamak için ufak bir gövde gösterisi yapmayı da ihmal etmedi. Militanlar 17 Şubat’ta Kürt ve Irak petrolünü Ceyhan limanına taşıyan boru hattını bombaladı. Günde 600 bin varil ham petrol taşıyan boru hattı 23 gün boyunca kapalı kaldı. Saldırı Kürt Bölgesel Yönetimi’ni 300 milyon dolar kayba uğratırken, zaten sallantıda olan bölge ekonomisini de derinden sarstı. [8] Kürt doğal gazı için Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak Kürt Koridorunun gündemde olduğu söylenebilir. Bu arada artan bir tehlike ise PKK’nın, Suriye’nin kuzeyindeki çatışmalar sayesinde kazandığı yüksek düzeyde askeri eğitim, patlayıcı, silah ve yöntem tecrübesi nedeniyle, yıkım gücü çok yüksek araçlı bomba saldırıları gibi eylemleri yapabilecek kapasiteye ulaşmasıdır. [9]
Özetle, Türkiye’nin NATO içindeki müttefikleri, Ege Adalarını işgal ederek, sözde Ermeni Soykırım tasarılarına destek vererek, Kıbrıs’tan Türk kimliğini silmek için Rumlara açık çek vererek, PKK’yı alenen ve dolaylı olarak kullanarak düşmanca bir politika izlemektedirler. NATO’nun kolektif savunma maddesi kuzey Irak’tan kaynaklanan PKK tehdidi için işletilmemektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin NATO üyeliğini daha fazla devam ettirmesinin bir anlamı kalmamıştır. Türkiye önümüzdeki 2-3 yıl içinde NATO müttefiklerinin de yer aldığı bölgesel bir askeri koalisyon ile karşı karşıya kalabilir.
Türkiye NATO’nun Askeri Kanadından Çekilmelidir
ABD, küresel ölçekte Pasifik’te Çin ile doğu Avrupa, Karadeniz, Kafkasya ve Doğu Akdeniz’de Rusya ile ciddi bir stratejik güç yarışı içindedir. Ancak ABD için Rusya öncelikli tehdittir. Rusya’nın Kırım’dan sonraki yeni ilhak hedefi Güney Osetya ve Abhazya’dır.[10] Başkan Obama Güney Çin Denizi’ndeki anlaşmazlıkta ABD’nin doğrudan taraf olmadığını, bölgedeki müttefiklerin çıkarları ve deniz ulaştırma yollarının güvenliği için bölgede bulunduklarını açıkladı. Oysa Rusya ile durum aynı değil. Türkiye, Avrupa’nın güvenliği ve ABD’nin bölgedeki çıkarları için vazgeçilmezliğini sürdürmektedir. Ancak ABD’nin Türkiye’yi 1956 yılında Nelson Rokkefeller’in Başkan Eisenhower’e yazdığı mektupta açıkladığı gibi Oltadaki Balık [11] olarak gördüğü değerlendirilmektedir. Stratejik model ortak olan Türkiye’nin hayati güvenlik ihtiyaçları göz ardı edilmekte veya geçiştirilmektedir. Türkiye’nin, Kürt açılımı ve Siyasal İslam projeleri ile stratejik bir aldatma harekâtına maruz kaldığı söylenebilir. Bu bağlamda paralel olarak nitelenen organizasyonun örtülü ve düzmece operasyonları ile Türk Silahlı Kuvvetleri geçici olarak işlevsiz hale sokulmaya çalışılmış, PKK’nın da yurt içinde güçlendirilmesinin yolu açılmıştır. Kanaatimce, Türkiye’nin Batılı tabiriyle eksen kayması veya değiştirmesi değil, eksensiz bir statüye geçme zamanı gelmiştir. Fransa’nın 1966’da yaptığı[12] gibi Türkiye’nin de öncelikle NATO’nun askeri kanadından çekilmeyi ve bağlantısız bir statüye geçilmesini değerlendirmesi uygun olacaktır. Bu gerçekleştiği takdirde, 1966’da NATO Karargâhının Paris’ten Brüksel’e taşınması gibi, Türkiye’deki üs ve tesislerden de NATO ülkelerinin yararlanmasına son verilmesi gündeme gelebilir. Türkiye, NATO’dan çıktığı takdirde Suriye ve Irak’tan kaynaklanacak güvenlik tehdidine BM Antlaşmasının 51. Maddesi uyarınca öz savunma hakkına dayanarak karşı koyabilir. Türkiye’nin NATO’nun askeri kanadından çıkma olasılığını siyasi şantaj olarak değerlendirenler olacaktır. Onlara, bölgedeki gelişmelerin ve gizli ittifakların önümüzdeki 2-3 yıl içinde Türkiye’nin bizzat NATO müttefikleri eliyle benzer bir tehdide maruz kalacağını gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca 30 yılı aşkın bir süredir terör örgütü ile mücadele eden bir NATO üyesinin de olup olmadığını sormak da yerinde olacaktır. Ortadoğu’daki IŞİD ve Suriye Krizi ile ortaya çıkan karmaşanın NATO gibi organize bir güç kullanılmadan sonlandırılması mümkün görülmemektedir.
ABD’nin, Karadeniz, Kafkasya, Ukrayna hatta Baltık plan ve stratejilerinin Türkiye’nin yardım ve desteği olmadan gerçekleştirilemeyeceği açık bir jeopolitik gerçek olarak ortadadır.. NATO’nun askeri kanadından çıkışla birlikte zayıflaması beklenen Türkiye – ABD ilişkileri kapsamında halen TSK’nın kullandığı özel cephane ve mühimmatın tedarikinde endişe taşıyanlar olabilir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında uygulanan ambargonun Türkiye’nin savunma sanayini bugün nerelere getirdiğini unutmayalım. Ayrıca PKK’nın elindeki çeşitli ülkelere ait silahlara bakıldığında, küresel silah ticaretinin ülkelerce yeterince kontrol edilemediği görülmektedir. Türkiye, savunma sanayii her türlü silah ve cephaneyi üretecek kapasiteye sahiptir. NATO’nun askeri kanadından çıkışın bir bedeli olacaksa, her türlü bedel Türkiye’nin bekasından daha önemli olmayacaktır.
[6] http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2010/04/21/4144/terorle-mucadelenin-ekonomik-maliyeti-veya-300-milyar-dolar-safsatasi