4. Uluslararası Orta Doğu Kongresi’nde tekrar bir araya gelmiş olmaktan memnuniyet duyuyorum. Bu çalışmanın hayata geçmesi için maddi manevi desteğini ve ilgisini esirgemeyen bütün kurumlarımıza, makamlara, TASAM çalışanlarına, yönetimimize, Kongre’nin koordinatörü Reyyan Hanımefendi’ye ve hepinize içten şükranlarımı sunuyorum. Sayın Valimizin de bugün Hatay’a gelecek olan Sayın Bakanımızı karşılama vazifesi var. Dolayısıyla mümkün olduğunca açılış konuşmalarını kısa tutma gayreti içerisindeyiz.
Türk - Arap ilişkilerini anlamak için; işin hem tarihsel hem de güncel arka planı önemli olmakla birlikte, bugün yaşadığımız dünya neye tekabül ediyorsa, Türk - Arap ilişkileri de o muvacehede gelişecektir veya daha geriye gidecektir diye düşünüyorum. Elbette gayret ve istek bu işbirliğinin gelişmesi, büyümesi sektörel ve finansal olarak derinleşmesidir. Bu ortak havza da, Türk - Arap ilişkilerinin tarihsel derinliğine tekrar kavuşması olacak.
Nasıl bir dünyadayız çok kısa özetleyeceğim. Özellikle son 20 yıldır Doğu’da ortaya çıkan güçlerin dünyadaki her türlü pastadan daha fazla pay almasıyla Doğu ile Batı arasında büyük bir rekabet ortamını yaşıyoruz. Doğu ile Batı’yı şekillendiren rekabetin enstrümanlarını izninizle tekrarlamak istiyorum.
Birincisi “mikro-milliyetçilik“… Bildiğiniz gibi 19. yüzyıl büyük devletler-imparatorluklar, 20. yüzyıl ulus devletler çağıydı. 21. yüzyıl da ulus ve mikro devletler çağı olacak. Önümüzdeki çok uzun olmayan bir vade içinde uluslararası sistemin üye sayısı açısından belki iki katına çıkacağı yönünde öngörüler var. En gelişmiş ülkeler dâhil her ülkede bir mikro-milliyetçilik riski var. Bunu Avrupa ve Amerika’da da görüyoruz. Fakat bizim bölgemizde Arap Baharı ile birlikte daha hızlı ortaya çıktı ve çok büyük kaosa, fitneye, sıkıntıya sebep oldu. Mikro-milliyetçiliği sadece etnik kökenlerin değil her türlü farklılığın ayrıştırılması ve kışkırtılması olarak tanımlamak gerekiyor. Bunlar; ideolojik fikir olabilir, mezhep olabilir, farklı yaklaşımlar olabilir.
İkinci temel enstrüman “entegrasyon“… Bu kadar küçük devletin uluslararası sitemde kendisini göstermesi çok da mümkün olmadığından dünyanın her yerinde Avrupa Birliğini model alan, ciddi entegrasyon çalışmaları var. Bunların en yenisi Trans-Atlantik ve Trans-Pasifik ile ABD öncülüğünde kurulan entegrasyonlar. Pasifik kısmı bitti, Atlantik kısmını ise Başkan Obama görevi bırakmadan tamamlamak istiyor. Bu ikisi tamamlandığında dünya ticaretinin yüzde 73’ünü kontrol eden bir yapı ortaya çıkacak. Buradaki temel enstrüman da; Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesiyle standartları zorlamasının üzerine geçip, standartları koyucu otoriteyi değiştirmek. Entegrasyonda nihai hedefin öncelikle bölgesel ya da kıtasal entegrasyonlara, ardından da mümkünse uluslararası tek sisteme, bir dünya devletine doğru gitmek olduğunu da görmemiz gerekiyor. Ne zaman başarılır, bunu zaman gösterecek. Ya da başarılmalı mıdır, o da ayrı bir tartışma konusu.
Üçüncüsü “öngörülemezlik“... Bu da asimetrik gelişmelerin beklentileri tersine çevirmesi nedeniyle hayatın her alanının bir kriz yönetimi olarak gelişmesi. Çünkü Türkiye de dâhil olmak üzere bütün önemli ülkeler birçok alanda istediğinin tam tersini alabiliyor. Bu bilimsel anlamda hayatın bir gerçeği. Sahada çok fazla değişken var. Sonuç alabilmek için büyük bir sofistike akıl ve bilgeliğe ihtiyacımız var.
Bir de bugünkü dünyada Doğu’da veya Batı’da olmanızın, hangi güç odağında olduğunuzun fark etmediği, bütün küresel başlıklar tarafından algılanan tarafsız küresel meydan okumalar var. Onları da kısaca özetlemek istiyorum.
İlki, ‘’Üretim-Tüketim-Büyüme Formülünün Sürdürülemezliği’’… Mevcut dünyadaki, özellikle 1973’ten sonra geçilen uluslararası sistemdeki bu formül artık teknolojinin bile tahmin edemeyeceği bir noktaya ulaştı. Dünyada bu büyüme formülünde ısrar edildiği müddetçe bizi çok büyük krizlerin beklediğini de görmemiz gerekiyor.
İkincisi, ‘’Orta Sınıfın Tasfiyesi’’… Bildiğiniz gibi Batı’da ancak Sovyet kaldıracıyla bir orta sınıf inşa etmek mümkün olmuştu, fakat ömrü yaklaşık 50 yıl sürdü. Şu anda Çin kaldıracıyla bu orta sınıf eksi yönde tasfiye oluyor. Orta sınıfı olmayan ülkelerin kaosa ya da otoriter rejimlere sürükleneceğini öngörmemiz gerekiyor. Bu orta sınıf sorununun dünyadaki bütün uluslararası ilişkiler ve sosyolojik konuların başına oturtulması gerekiyor. Fakat çok fazla tartışıldığı kanaatinde değilim. Çünkü orta sınıf eriyor. En gelişmiş ülkelerde bile çok iyi eğitim almış insanlar ancak hayatlarını idame ettirecek parayı kazanıyorlar.
Üçüncüsü, ‘’Enerji, Su ve Gıda Güvensizliği’’… Çılgın tüketim ve büyüme formülü içerisinde ve insanoğlunun acımasızlığı sayesinde dünyadaki ekolojinin artık buna ayak uyduramayacak hâle gelmiş olması. Bu anlamda birçok doğa olayını, felaketleri, özellikle tarımda üretim kayıplarını hep birlikte yaşıyoruz. Buna bağlı olarak dünyayı 2030 ve 2035’te çok daha büyük sorunlar bekliyor. Şu an bile dünyanın birçok ülkesi özellikle susuzlukla karşı kaşıya. Bu ‘’Enerji, Su ve Gıda Güvenliği’’ o kadar birbirine bağlı ki, biri olmayınca diğeri de bir işe yaramıyor.
Dördüncü madde, ‘’Dördüncü Boyuta Geçiş’’… Hayatın her alanı, sofistike bir alana geçiş yapıyor. Bu sadece Sanayi Devrimi’nden sonra “Dördüncü Sanayi Devrimi“ olarak tanımlanan, makinelerin birbiriyle konuşması meselesi değil! Sosyal ve beşeri alanlar dahil olmak üzere çok hızlı bir sofistike kayış var. Dünyanın dörtte üçünün Yeni Dünya’ya uyum sağlaması noktasında eğitim ve altyapısının yeterli olmadığı görülüyor. Bu uyum sürecinin de yine büyük türbülansları beraberinde getirdiğini görmemiz gerekiyor. Güvenlik, savunma, iletişim, eğitim, Dördüncü Sanayi Devrimi, iş gücünde insan kaynağının tasfiyesi gibi başlıklar yine önemli tartışma konuları olmaya, hatta hayatın gerçekleri olmaya devam edecek. Özellikle iş gücünde insan gücünün tasfiyesinin altını çizmek gerekiyor. Robot kullanımı bugün için bile mütevazı olmayacak sayılarda ve önümüzdeki 10 yıl içerisinde sanayide birçok işi robotlar yapacak. Bunun ortaya çıkaracağı sosyolojik sorunları çok iyi incelemek gerekiyor. Yine savunma sanayii, güvenlik ve savunmada otonom silahların ve robotların devreye girmesinin çok uzak olmaması da bir başka konu.
Sonuncusu, ‘’Değişen Devlet Doğası ve Beklenti Yönetimi’’... Bu özellikle son 5 yıldır üzerinde çokça durduğumuz bir konu. Devlet doğası değişiyor ve inşa ettiğimiz kurumsal kapasiteler bir süre sonra ihtiyaca cevap vermeyecek hâle geliyor. Şu anda da vermiyor. Bunu çevremizdeki birçok ülkede görüyoruz ama görece daha iyi olan ülkeler bunu biraz daha geç fark edecekler. Çok büyük kaynaklar harcayarak inşa ettiğimiz kurumsal alt yapının aslında ihtiyacımızı karşılayacak noktada olmadığını bir an önce görmemiz gerekiyor.
Böyle bir küresel fotoğrafta ulus devletler olarak neye ihtiyacımız var? Siyasi hedefler, ekonomi politikası ve sektörel hedeflerin birbiriyle uyumlu olması gerekiyor. Yani siyasi hedefleri belirlenmiş bir ülkede öncelikle bunu başaracak bir ekonomi politikasının, ondan sonra bütün sektörel politikaların örgütlenmesi gerekiyor. Savunma, sağlık, eğitim, dış politika vb. hepsi ekonomi politikasından sonra geliyor. Bu makro formülü olmayan ülkelerde de milyonlarca tekrar ve herkesin ayrı ayrı ülkeleri kurtarması söz konusu. Bu açıdan da İslam dünyası olarak, Orta Doğu olarak altını çizmemiz gerekiyor. İslam dünyasında bu makro formülü görece başarmış olan bir tek Malezya var. Bu makro politikanın uygulanmasında “paydaşlar kim“ diye baktığımızda devletin kendi içindeki aktörler, yerel yönetimler, sivil toplum, ülkelerin hem iç hem dış diasporaları, özel sektör, medya ve akademinin de temel başlıklar olduğunu fakat daha alt kurumların da bu listeye eklenebileceğini düşünüyorum.
Bu küresel fotoğrafta Türk - Arap ilişkilerine gelirsek İslam dünyasını çok kısa özetlemek istiyorum…
Türkiye’de “Hint Müslümanları“ olarak geçen ve bugün üç ülkeye dağılmış olan; Hindistan’da 250 milyon, Pakistan’da yaklaşık 200 milyon ve Bangladeş’te yaklaşık 170 milyon, toplamda 600 milyonu aşkın Müslüman bu topraklarda yaşıyor. Fakat bulundukları konum itibariyle önemli ülkeler olsa da, küresel sistemi etkileyecek güce sahip değiller. Diğeri “Malay Müslümanları“; Endonezya ve Malezya’da yerleşik 300 milyon kişiden oluşan bir kitle. Hint Okyanusu’nda ve Pasifik’te oldukları için özellikle siyasi gelişmelere uzak durumdalar. Üçüncüsü “İran Müslümanları“; yani Farslar, eski ismiyle Persler... “Afrika Müslümanları“ ve yaklaşık 300 milyonluk nüfusuyla “Araplar“ ve yine 6 farklı bağımsız devlette yaşayan, çokça farklı diasporada ve farklı özerk cumhuriyetlerde temsil edilen “Türkler“.
Baktığımız zaman hiçbir unsuru dışlamamakla birlikte aslında bir buçuk milyarlık İslam dünyası dediğimiz olgunun bu 6 unsurdan oluştuğunu görüyoruz. Burada tarihsel perspektif açısından İran’ın tamamlayıcılığı içerisinde Türk - Arap ilişkilerinin; İslam dünyasının da, Bölge’nin de nereye gideceği konusunda çok belirleyici olacağının altını çizmek gerekiyor. Türk - Arap ilişkilerinin başarılması için - özellikle bu kongrenin amacına ve bizim bulunduğumuz konuma da uygun olarak - sivil diplomasi ve sektörel diplomasi kanallarının çok büyük derinlik kazanması gerekiyor. Jenerik olarak bir sorun yok; “dostluk“, “kardeşlik“ gibi kavramlar güzel fakat bütün bu söylemlerin sektörel ve finansal olarak derinleştirilmesi, karşılıklı bağımlılığının oluşturulması gerekiyor. Karşılıklı bağımlılığı inşa edemezsek bu söylemlerin bir süre sonra fayda değil zarar vereceğini de görmemiz gerekiyor. Bu anlamda Türkiye’nin olumsuz bir Orta Asya tecrübesi var. Dolayısıyla karşılıklı olarak bağımlılığın artırılması ve bu sektörel kanalların çalıştırılmasının çok önemli olduğunun altını çiziyorum. Çünkü dil, din, tarih, coğrafya çok önemli olmakla birlikte, iyi yönetilemediği zaman bugün bölgemizde olduğu gibi çok büyük karışıklığa ve kaosa neden olabiliyor.
Dil, din, tarih, coğrafyanın üzerine bina etmemiz gereken; karşılıklı bağımlılık ile sektörel ve finansal derinleşmedir. Güvenlik ve savunma başta olmak üzere Türk - Arap ilişkileri için önümüzde çok büyük bir zihinsel eşik var. Sadece ihtiyaçlarımızın yüzde 20’sini birbirimizden karşılasak bile, karşılıklı olarak birçok sorunu çözmüş oluyoruz.
“Orantılı risk - karşılıklı bağımlılık“ formülünün altını çizmek istiyorum. Her ülkenin kendine göre gerçekleri ve riskleri var. Bu anlamda empati yapmak gerekiyor. Herkes gücü kadar risk almalı, çünkü kimse gücünden fazla adaletten sorumlu değil. Bu yüzden karşılıklı bağımlılığı merkeze almalı. “Güvenlik ve savunma“ burada en temel başlıklardan birisi. Bir de Bölge’nin, İslam dünyasının güç ve adalet noktasındaki ahlaki ve etik tutumunun da ilişkilerde ve dünyadaki mevcut konjonktürde ciddi bir çarpan etkisi yapacağını görmemiz gerekiyor.
Böyle bir perspektif içerisinde bu kongrenin ne anlam ifade ettiğine değinmek istiyorum. “Hatay merkezli“ alınmış bir inisiyatif ve dördüncüsünü yapıyoruz. İnanın “çok yerinde“ bir inisiyatif! Gelinen nokta itibarıyla sadece yıldan yıla buluşmaktan öte yıl içerisinde de çeşitli aktivitelerle “Hatay merkezli“ olarak bu sürecin derinleştirilmesi gerektiğini Sayın Valimiz ile de paylaştık. Bir ön mutabakatımız da oldu. İstanbul’da ve Ankara’da çokça uluslararası ilişkiler çalışması yapılıyor. Buradaki gündem yoğunluğundan ve binlerce farklı konu icra edildiği için, bunlar genelde beklenen etkiyi oluşturmuyor. Yerinden, Bölge’den bu tür dış politik inisiyatiflerin alınmasının artık bir seçenek değil zorunluluk olduğunun altını çizmek istiyorum. Belki de Anadolu’nun sıcaklığıyla bu işin daha iyi nasıl yapıldığını İstanbul’a göstermeye ihtiyaç var.
2016 sonuçlarını yine 4. Hatay Deklarasyonu olarak değerlendireceğiz. 2016 ve 2017 çalışmaları için bazı önerilerim olacak. Bunların hem ilgili makamlardan teyit edilmesi hem de mutabık kalınırsa birlikte oluşturacağımız deklarasyona girmesi gerekiyor. Önümüzdeki zihinsel eşiğin sektörel ve finansal derinleşme olduğunu gördüğümüzde jenerik konuları 4 yıldır işledik, bundan sonra spesifik, sektörel ve finansal konulara eğilmemiz gerekiyor. Örneğin Suriye’nin dönüşümü, yeniden inşası gibi başlıklara yoğunlaşmamız gerekiyor.
Burada Hatay, Mardin ile birlikte Türkiye’de çok özel bir örnek. Türkiye’nin bu anlamda gelecek vadeden iki farklı ilinden biri. Çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli yaşayabilen ve bunca türbülansa rağmen kendi içinde sıkıntıya uğramamış bir şehir. Türkiye’nin de ilk 10 büyük ekonomisinden biri. Dolayısıyla Hatay’ın burada çok ciddi bir rol üstlenebileceğini, tartışmalara katılabileceğini, olumlu anlamda da Ankara’yı zorlayabileceğini düşünüyorum.
Bu yıldan itibaren önerimiz bu inisiyatifin ‘’Hatay Platformu’’ veya’’ İnisiyatif Hatay’’ gibi bir başlıkla daha spesifik konulara eğilmesi, yine yılda bir kongre olarak buluşmalarla sürecin taçlandırılması. Burada da karşılıklı bağımlılık inşa edilmesi gereken temel sektörleri ele aldık. Tüm bu çerçeve içerisinde tekrar katılımınız ve katkınız için teşekkür ediyorum. Sürçülisan ettiysem affola. Saygılar sunuyorum…