TÜRK CUMHURİYETLERİ ARASINDA ENTEGRASYON SÜRECİNE İLİŞKİN BAZI HUSUSLAR
Günümüzde uluslararası alanda değişik ülkelerin değişik stratejik hedeflerle, ekonomik ve siyasi gerekçelerle bir araya gelmeleri, yeni örgütlenmeler, kurumlar, kuruluşlar tesis etmeleri sıkça görünen gelişmelerdendir. İki kutuplu dünyanın dağılmasından sonra bağımsız cumhuriyetlerin meydana gelmesi bu yönde, yani bölgesel ve uluslararası örgütlenmelerin oluşumu ve gelişimi açısından önemli bir süreç olmuştur. Ayrıca bağımsız cumhuriyetlerin yanı sıra Doğu ve Merkezi Avrupa’da siyasi rejim değişmeleri, yani komünist yönetimlerin çökmesi bu ülkelerin Avrupa Birliğine entegrasyon sürecini başlatmıştır. Sovyetler Birliğinden geriye kalan cumhuriyetler içinde Baltık cumhuriyetleri (Letonya, Litvanya, Estonya) de Avrupa Birliğine entegrasyon sürecine katılmıştır. Böylece sosyalist kampın dağılması sonucunda yeni örgütlenmeler Avrupa Birliği ağırlıklı ve Rusya merkezli iki alanda gelişmeye başlamıştır. Türkiye’nin bu süreçten beklentileri şüphesiz ki büyüktü: önünde dil, din, ırk, kültür bağlarıyla birlikteliği ve çok kuvvetli ortak değerleri taşıyan bir alan açılmıştır. Rusya’nın kendisine “yakın çevre“ olarak tarif ettiği bu alana yönelik Türkiye’nin politika geliştirmesinin şüphesiz ki belli başlı zorlukları vardır. Bu zorlukları sarf-nazar ettiğimizde Türkiye’nin üç hususta dezavantajlı konumda olduğu karşımıza çıkmaktadır:
1) Rusya ile rekabet sürecine girmesi ve bu rekabetin sürdürülebilir nitelikte olmaması.
2) Bağımsız cumhuriyetlerin ekseriyetinde eski rejim mensuplarının iktidarda olması, Rusya’nın “yakın çevre“ alanından çıkma olanaklarına ve aynı zamanda iradesine sahip olmamaları.
3) Türkiye’nin bölgeye yönelik sağlıklı bir entegrasyon politikasının olmaması.
Bu süreci tarif ederken siyasi literatürde adeta ezbere dönüşmüş Türkiye’nin sürece hazırlıksız yakalanması kavramına rastlamaktayız. Aslında “hazırlıksız yakalanmak“ deyimi mutlak anlamda kabul edilebilir bir kavram değildir. Burada hazırlıklı olup olmamanın dışında Türkiye’deki siyasi iradenin bu sürece ne kadar stratejik bakış açısıyla bakması ve hevesli davranıp davranmaması da sorgulanması gereken hususlardandır. Ayrıca eleştirilmesi gereken husus sadece bu sürecin nasıl seyretmesi, yirmi yıllık süre içinde neleri başarıp başarmadığımızın muhasebesini yapmaktır. Klasik bir yöntemle süreci aşamalara ayırarak, iktidarların politikaları ve uluslararası (bölgesel) gelişmeleri de dikkate alarak yirmi yıllık süreci değerlendirebiliriz. Fakat böyle bir değerlendirmenin bir tebliğ metni içinde yer almasının çok zor olacağını, ayrıca tekrarlamanın ötesine geçmeyeceğini de düşündüğümüz için süreci topyekun değerlendirmekten ziyade belli başlı konular üzerinden değerlendirmeyi daha isabetli bulmaktayım. Yani ayrı ayrı teknik sayılabilecek, fakat entegrasyon açısından çok önemli gördüğüm birkaç hususa değinmekte yarar vardır.
1) Öncelikle vurgulamak istediğim meselelerden birisi - alfabe ve dil alanında bütünlüğün sağlanmasında başarılı olamadık. Yapılan girişimler, oluşturulan komisyonların faaliyetini küçümsememek kaydıyla bu sürecin istikrarlı bir şekilde yürümediğini vurgulamamız lazım. Alfabe değişikliği toplumların, milletlerin arasında çok sıkça değişen, değişiklikler yapılan bir olay değil. Alfabe belli tarihi dönemlerde meydana gelen ve yüzyıllar boyunca kullanılan bir değerdir. Bildiğimiz gibi, İslam toplumunun bir parçası olarak Türkler yüzyıllar boyunca Arap alfabesini kullanmış, 20. yüzyılın başlarında Latin alfabesine geçme girişimleri yaşanmış, kısmen başarı sağlanmış. Daha sonra on yıllar boyunca Moskova dayatmalı bir Kiril alfabesi kullanılmıştır. Alfabelerin değişmesi, Latinceye geçilmesi, fakat en sıkıntılı hususlardan birisi olarak değişik ülkelerde değişik alfabelerin kullanılması, yazı birlikteliğinin büyük ölçüde sağlanmasına engel olmuştur. Oysa bağımsızlık sonrası Latinceye geçmek Türk Dünyasında entegrasyon açısından önemli bir fırsattı. Lehçe ve ağızların özellikleri de dikkate alınarak mümkün olduğu kadar bir birine yakın alfabe oluşturma süreçleri yaşanabilirdi. Maalesef bu yapılamadı. Hatta Türkmen, Azerbaycan ve Özbek Türkçelerinde ortak alfabenin ilkelerine aykırı harfler alfabede yer alarak bir şekilde yapay engeller oluşturuldu. Kazakistan ve Kırgızistan ise Kiril alfabeleriyle yola devam ettiler. Oysa alfabe birliğinin sağlanması kültürel entegrasyonun sağlanılması, aynı zamanda lehçelerin karşılıklı şekilde öğrenilmesi açısından eşsiz bir öneme sahipti.
2) Başka bir sorunumuz, yani çözüm bekleyen sorunumuz: ortak iletişim dilidir. Yirmi yıllık sürede en az mesafe kat ettiğimiz meselelerden biri de budur. Uzun yıllar boyunca Türk Dünyasında ortak iletişim dilinin kullanılmasına ilişkin tartışmalar yaşandı ve hala zaman zaman devam etmekte. Bu süreçte yeni bir dil (lehçe) oluşturma (Esperanto misali) çabası gibi anlamsız fikirler seslenirken Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili haline getirilmesi yönünde bir ilerleme sağlanamamıştır. Gerekse nüfusu, gerekse kullanım alanının genişliği bakımından Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili haline getirilmesi kaçınılmaz ve doğal bir taleptir. Maalesef en üst düzey zirvelerde ortak dil olarak Rusçanın kullanılması gibi yakışıksız durumlara tanıklık etmekteyiz. Bu işin sözde kolayına kaçmanın yanı sıra dil birliği bakımından iradesizliğin en bariz numunesi, bu alandaki psikolojik durumun bir şekilde dışa yansımasıdır. Dil meselesi benim nazarımda entegrasyonun en önemli unsurudur. Burada sorunumuz sadece değindiğimiz hususlarla sınırlı değildir.
Azerbaycan ile Türkiye arasında karşılaştırma yapmak istiyorum. Mesela, Azerbaycan’daki Türkiye Türkçesine aşinalık, özenmek, öğrenmek çabasının yüzde birini Türkiye’de göremiyoruz. Hariciye ve diğer kurumlarımızın o ülkede görev yapan memurları, hatta sivil toplum mensupları, cemaat ve vakıf okullarında çalışanlar nedense yerli halkın dilini (ağzını) kullanmakta zorlanıyorlar, açıkçası son derece isteksiz davranıyorlar. On-on beş sene görev yapan bir memurun veya çalışanın Azerbaycan Türkçesinde akıcı bir şekilde konuşmasının etkileyici gücünü önemini anlamak için fazla yoruma gerek yok. Düşünün ki, Azerbaycan televizyonuna çıkarak yerli lehçede konuşup seyirciye daha sempatik görünmenin yanı sıra kültür etkileşiminin çok güzel örneği değil midir?
Aynı sorunla ilgili başka bir husus Türkiye’de Türk lehçelerine gösterilen kayıtsızlıktır. Bir taraftan Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili olarak kullanılması bir sorun haline getirilirken, diğer taraftan Türkiye’de Türk lehçelerine karşı gaflet boyutuna varan aşırı bir duyarsızlık var. Öncelikle Türkiye’de birçok kuruluşta TİKA, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı vs. kurumlarda Türk cumhuriyetlerine yönelik siyasi, teknik ve eğitim destek programlarının olduğu bilinmektedir. Yani bu lehçeleri bilen uzmanlara ihtiyacımızın olduğu da bir gerçekliktir. Türkiye’de Sırpça, Gürcüce, Ermenice bilme karşılığında dil tazminatı hakkı tanınırken Türk lehçelerini bilen memurlara böyle bir hakkın tanınmaması anlaşılır gibi değildir. Bu zamana kadar “neden?“ sorusunun yanıtını alamadığımızı da kuvvetle vurgulamak isterdim. Oysa yukarıda da vurguladığımız gibi dil tazminatı verilen birçok dile oranla Türk lehçeleri kamu alanında daha çok fayda sağlamakta ve bu lehçelere daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
3) Başka bir husus eğitim alanında entegrasyon süreciyle ilgilidir. Bildiğimiz gibi Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devleti Büyük Öğrenci Projesi adı altında kardeş ülkelerden binlerce öğrenci getirerek, onların Türkiye’de eğitim almalarını sağladı. Bu proje değişik yönleriyle (özellikle öğrencilere sağlanan sosyal haklar, burs miktarları, öğrenci seçiminde objektiflik vs. açıdan) eleştiriye şayan bir projedir. Başlangıçta kaliteden ziyade sayıya ağırlık verirken kardeş ve akraba topluluklardan gelen öğrencilerin maddi ve sosyal sorunlarla karşılaştıklarını, bunun eğitim kalitesi, öğrencilerin psikolojik durumları açısından olumsuz etkileri olduğunu özellikle vurgulamak isterdim. Ama bunlara rağmen Büyük Öğrenci Projesi elle tutulur gözle görülür sonuçlar sağlamış önemli bir projedir. Bu projenin içeriği ilerleyen yıllarda değiştirildi, öğrencilerin burslarında önemli artışlar yaşandı. Önceleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından organize edilen bu süreç günümüzde Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığınca yürütülmektedir. Misafir öğrencilerin kontenjanlarının belirlenmesi, Türkiye’ye alınması, sosyal sorunlarının çözümü açısında tek bir kurum tarafından yürütülen ve koordine edilen faaliyetler daha olumlu sonuçlar verebilecektir. Fakat bu projenin maddi bir külfet getirdiği, bu yüzden sınırlı sayıda öğrenci okutulduğu da bir gerçekliktir. Bu yüzden önemi bu projeden az olmayan başka bir husus da özel yolla Türkiye üniversitelerinde eğitim almaya gelen öğrencilerdir. Bu süreç burssuz yabancı öğrenci alımı sürecidir. Önceleri YÖS sınavları ile alınan bu öğrencilere yönelik sınavlar iki sene önce kalktı. Öğrenci alımı üniversitelerin takdirine bırakıldı. Aslında sınav sistemi kalkmadı, sadece üniversitelerin kendileri sınav organize ederek öğrenci alımına başladı.
Günümüzde bu alanda birkaç önemli sorun yaşanmaktadır.
Bunlardan birincisi, özellikle yeni açılan üniversitelerde mevcut yabancı kontenjanlarının değerlendirilememesidir. İkincisi, Türkiye’deki sınav tarihleri ile söz konusu ülkelerdeki sınav tarihleri arasındaki uyuşmazlığın öğrenci alımın olumsuz yönde etkilemesidir. Üçüncüsü, konumuz açısından, yani Türk cumhuriyetleri arasında entegrasyon süreci açısından önemli bulduğumuz, misafir öğrencilerin okul harçlarıyla ilgili birkaç sene önce yapılmış düzenlemedir. Bu düzenleme gereği o tarihe kadar Türk soyluluk kavramı temel alınarak Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrencilere o zamana dek tanınan ayrıcalıklar iptal edildi. Bu düzenleme Türkiye’nin yurt dışından öğrenci çeken cazip bir ülke stratejisine aykırı olduğu kadar Türk dünyasında entegrasyon meselesiyle ilgili olumsuz hususlardan biri olarak görülebilir. Türk soyluluk kavramı birkaç sene önce vatandaşlık yasasından da çıkarıldı. Önceleri Türk soyluların Türkiye vatandaşlığı almaları için iki senelik kesintisiz ikamet hakkı kaldırılarak bu süre beş seneye çıkartıldı.
4) Türkiye’nin Türk dünyasındaki imaj meselesi konusunda çok önemli bulduğumuz, fakat Türkiye’de çok az konuşulan, neredeyse hiç konuşulmayan bir hususa da değinmek zorundayız. Sorunu şöyle bir soru sorarak dile getirmek daha mantıklı olacaktır: İnsan hakları konusunda Türkiye’nin sivil inisiyatifi Türk Dünyasına karşı ne kadar duyarlıdır? Yanıt: Maalesef hiçbir şekilde duyarlı değildir. Çünkü Türkiye’de şöyle yanlış bir algı var: Türk Dünyasında insan hakları derken Musul, Karabağ, Doğu Türkistan akla gelmektedir. Ama o ülkelerde halkın demokrasi mücadelesine destek olacak sivil inisiyatifimiz neden yok?
Gerçekten sorgulanması gereken, nedenlerinin araştırılması ve çare bulunması gereken bir sorundur. Bu eleştiriyi dile getirdiğimiz zaman hemen “orası Türkiye’ye kardeş ülkeler, bu gibi gerekçelerle ilişkilerimize zarar veremeyiz“ savıyla karşı karşıya kalıyorsun. Oysa orada baskı gören, hakları çiğnenen ve bize kardeş diyen insanların hakkını neden savunamıyoruz? Neden bir Norveçli veya bir Almanın sergilediği hassasiyet karşısında bizler sessiz kalabiliyoruz. Siyasi hassasiyet konusundaki endişeleri farz edelim ki haklı bulduk. Peki, sivil toplum örgütleri, kurum ve kuruluşlar neden bu konulara duyarsızdırlar? Üstelik o ülkelerde yapılan sahte seçimlerin demokratik olduğu yalanını söyleyerek veya otoriter yönetimlerin “seçim“ sonuçları tartışırken tebrik için acele etmemizi bir türlü anlamış değilim. Belki bunları dile getirmenin önemsiz olduğu düşünülebilir. Fakat bu husus Türkiye’nin bir devlet ve toplum olarak Türk Dünyasında, halk arasında imajını çizen en önemli etkenlerden biridir. Olumsuz bir imajın entegrasyon sürecine bir fayda sağlamayacağının da altını özellikle çizmek gerekmektedir. Bugün Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da meydana gelen olaylarda nasıl bir tutum sergileyeceğimiz sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Çok uç, bir birine ters bakış açısı sergileyebilir, birbiriyle çatışan söylemler geliştirebiliyoruz. Bu durum müzakere ve tartışma olanaklarımızın genişliğinden ziyade gelişen olayları yakından bilemediğimizden kaynaklanmaktadır. Şu anda aynı şeyi Türk dünyası ile yaşıyoruz. Bölgede her an beklenmedik (nasıl ki Orta Doğu’daki olaylar da aniden patlak vermişti) olaylar meydana gelebilir. Türk dünyasının istikrarlı bir gelişim sürecine girmesi ölçülü bir demokratikleşme sürecinden geçer. Yönetimler ise bu sürecin yaşanması için gereken siyasi iradeden yoksundurlar. Bu nedenle her zaman itiraz eden toplum ve otoriter yönetim arasında çatışma riski güncel olarak kalmaktadır. Bu süreçlerin yakından takip edilmesi ve izlenmesi hem sivil inisiyatiflerin hem de uzmanların göz ardı etmemeleri gereken önemli husustur.
5) Entegrasyon süreciyle ilgili diğer hususları ele alarak inceleyebiliriz. Bu hususlar birçok alanda vardır. Türkiye bugün Türk cumhuriyetleriyle sadece akrabalık bağı ile ve ortak manevi, kültürel bağlarla ilişki kuran bir devlet değildir. Bu devletler Türkiye için aynı zamanda stratejik, ekonomik ve siyasi açıdan partner devletlerdir. Devletler arasında özel ve tüzel kişiler düzeyinde ekonomik, bilimsel ve teknik alanda işbirliğinin gelişimi çok taraflı ilişkilerin yanı sıra ikili ilişkilerin de önemini açık şekilde ortaya koymaktadır. Ülkelerimiz arasındaki işbirliği sadece mal ve hizmet alışverişi ilişkileri ile sınırlı kalmamakta, sanayi alanının yanı sıra bilimsel ve teknik alanda da geniş çaplı işbirliği sağlanmaktadır. Bu ülkeler arasındaki ilişkiler geniş kapsamda devletlerin özel ve tüzel kişileri arasındaki ilişkileri de kapsamaktadır. Devletler arasında özel ilişkilerin kurulması uluslararası genel ve uluslararası özel hukuk normlarının ortak uygulanmasını veya söz konusu ilişkilerin uluslararası özel hukuk alanına girmesini gerektirir. Bu düzenlemeyi zaruri kılan diğer husus uluslararası özel ilişkilerle ilgili devletlerin ulusal hukuk sistemleri arasında ilişkilerin oluşmasıdır. Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyon sürecinin en açık yönlerinden biri de bu alandır. Bu alanla ilgili çalışmaların yapılması, özel hukuk normları arasında milletlerarası özel hukuk uygulamaları da dikkate alınarak mümkün olduğu kadar uyumlu bir bütünleşme sürecine gidilmesi gerekir. Eğer bu alanda yoğun bir şekilde gereken adımlar atılırsa entegrasyon sürecinin hızla ve engelsiz bir şekilde daha ileri mesafe sağlanacağı da söylenebilir.
Günümüzde uluslararası alanda değişik ülkelerin değişik stratejik hedeflerle, ekonomik ve siyasi gerekçelerle bir araya gelmeleri, yeni örgütlenmeler, kurumlar, kuruluşlar tesis etmeleri sıkça görünen gelişmelerdendir. İki kutuplu dünyanın dağılmasından sonra bağımsız cumhuriyetlerin meydana gelmesi bu yönde, yani bölgesel ve uluslararası örgütlenmelerin oluşumu ve gelişimi açısından önemli bir süreç olmuştur. Ayrıca bağımsız cumhuriyetlerin yanı sıra Doğu ve Merkezi Avrupa’da siyasi rejim değişmeleri, yani komünist yönetimlerin çökmesi bu ülkelerin Avrupa Birliğine entegrasyon sürecini başlatmıştır. Sovyetler Birliğinden geriye kalan cumhuriyetler içinde Baltık cumhuriyetleri (Letonya, Litvanya, Estonya) de Avrupa Birliğine entegrasyon sürecine katılmıştır. Böylece sosyalist kampın dağılması sonucunda yeni örgütlenmeler Avrupa Birliği ağırlıklı ve Rusya merkezli iki alanda gelişmeye başlamıştır. Türkiye’nin bu süreçten beklentileri şüphesiz ki büyüktü: önünde dil, din, ırk, kültür bağlarıyla birlikteliği ve çok kuvvetli ortak değerleri taşıyan bir alan açılmıştır. Rusya’nın kendisine “yakın çevre“ olarak tarif ettiği bu alana yönelik Türkiye’nin politika geliştirmesinin şüphesiz ki belli başlı zorlukları vardır. Bu zorlukları sarf-nazar ettiğimizde Türkiye’nin üç hususta dezavantajlı konumda olduğu karşımıza çıkmaktadır:
1) Rusya ile rekabet sürecine girmesi ve bu rekabetin sürdürülebilir nitelikte olmaması.
2) Bağımsız cumhuriyetlerin ekseriyetinde eski rejim mensuplarının iktidarda olması, Rusya’nın “yakın çevre“ alanından çıkma olanaklarına ve aynı zamanda iradesine sahip olmamaları.
3) Türkiye’nin bölgeye yönelik sağlıklı bir entegrasyon politikasının olmaması.
Bu süreci tarif ederken siyasi literatürde adeta ezbere dönüşmüş Türkiye’nin sürece hazırlıksız yakalanması kavramına rastlamaktayız. Aslında “hazırlıksız yakalanmak“ deyimi mutlak anlamda kabul edilebilir bir kavram değildir. Burada hazırlıklı olup olmamanın dışında Türkiye’deki siyasi iradenin bu sürece ne kadar stratejik bakış açısıyla bakması ve hevesli davranıp davranmaması da sorgulanması gereken hususlardandır. Ayrıca eleştirilmesi gereken husus sadece bu sürecin nasıl seyretmesi, yirmi yıllık süre içinde neleri başarıp başarmadığımızın muhasebesini yapmaktır. Klasik bir yöntemle süreci aşamalara ayırarak, iktidarların politikaları ve uluslararası (bölgesel) gelişmeleri de dikkate alarak yirmi yıllık süreci değerlendirebiliriz. Fakat böyle bir değerlendirmenin bir tebliğ metni içinde yer almasının çok zor olacağını, ayrıca tekrarlamanın ötesine geçmeyeceğini de düşündüğümüz için süreci topyekun değerlendirmekten ziyade belli başlı konular üzerinden değerlendirmeyi daha isabetli bulmaktayım. Yani ayrı ayrı teknik sayılabilecek, fakat entegrasyon açısından çok önemli gördüğüm birkaç hususa değinmekte yarar vardır.
1) Öncelikle vurgulamak istediğim meselelerden birisi - alfabe ve dil alanında bütünlüğün sağlanmasında başarılı olamadık. Yapılan girişimler, oluşturulan komisyonların faaliyetini küçümsememek kaydıyla bu sürecin istikrarlı bir şekilde yürümediğini vurgulamamız lazım. Alfabe değişikliği toplumların, milletlerin arasında çok sıkça değişen, değişiklikler yapılan bir olay değil. Alfabe belli tarihi dönemlerde meydana gelen ve yüzyıllar boyunca kullanılan bir değerdir. Bildiğimiz gibi, İslam toplumunun bir parçası olarak Türkler yüzyıllar boyunca Arap alfabesini kullanmış, 20. yüzyılın başlarında Latin alfabesine geçme girişimleri yaşanmış, kısmen başarı sağlanmış. Daha sonra on yıllar boyunca Moskova dayatmalı bir Kiril alfabesi kullanılmıştır. Alfabelerin değişmesi, Latinceye geçilmesi, fakat en sıkıntılı hususlardan birisi olarak değişik ülkelerde değişik alfabelerin kullanılması, yazı birlikteliğinin büyük ölçüde sağlanmasına engel olmuştur. Oysa bağımsızlık sonrası Latinceye geçmek Türk Dünyasında entegrasyon açısından önemli bir fırsattı. Lehçe ve ağızların özellikleri de dikkate alınarak mümkün olduğu kadar bir birine yakın alfabe oluşturma süreçleri yaşanabilirdi. Maalesef bu yapılamadı. Hatta Türkmen, Azerbaycan ve Özbek Türkçelerinde ortak alfabenin ilkelerine aykırı harfler alfabede yer alarak bir şekilde yapay engeller oluşturuldu. Kazakistan ve Kırgızistan ise Kiril alfabeleriyle yola devam ettiler. Oysa alfabe birliğinin sağlanması kültürel entegrasyonun sağlanılması, aynı zamanda lehçelerin karşılıklı şekilde öğrenilmesi açısından eşsiz bir öneme sahipti.
2) Başka bir sorunumuz, yani çözüm bekleyen sorunumuz: ortak iletişim dilidir. Yirmi yıllık sürede en az mesafe kat ettiğimiz meselelerden biri de budur. Uzun yıllar boyunca Türk Dünyasında ortak iletişim dilinin kullanılmasına ilişkin tartışmalar yaşandı ve hala zaman zaman devam etmekte. Bu süreçte yeni bir dil (lehçe) oluşturma (Esperanto misali) çabası gibi anlamsız fikirler seslenirken Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili haline getirilmesi yönünde bir ilerleme sağlanamamıştır. Gerekse nüfusu, gerekse kullanım alanının genişliği bakımından Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili haline getirilmesi kaçınılmaz ve doğal bir taleptir. Maalesef en üst düzey zirvelerde ortak dil olarak Rusçanın kullanılması gibi yakışıksız durumlara tanıklık etmekteyiz. Bu işin sözde kolayına kaçmanın yanı sıra dil birliği bakımından iradesizliğin en bariz numunesi, bu alandaki psikolojik durumun bir şekilde dışa yansımasıdır. Dil meselesi benim nazarımda entegrasyonun en önemli unsurudur. Burada sorunumuz sadece değindiğimiz hususlarla sınırlı değildir.
Azerbaycan ile Türkiye arasında karşılaştırma yapmak istiyorum. Mesela, Azerbaycan’daki Türkiye Türkçesine aşinalık, özenmek, öğrenmek çabasının yüzde birini Türkiye’de göremiyoruz. Hariciye ve diğer kurumlarımızın o ülkede görev yapan memurları, hatta sivil toplum mensupları, cemaat ve vakıf okullarında çalışanlar nedense yerli halkın dilini (ağzını) kullanmakta zorlanıyorlar, açıkçası son derece isteksiz davranıyorlar. On-on beş sene görev yapan bir memurun veya çalışanın Azerbaycan Türkçesinde akıcı bir şekilde konuşmasının etkileyici gücünü önemini anlamak için fazla yoruma gerek yok. Düşünün ki, Azerbaycan televizyonuna çıkarak yerli lehçede konuşup seyirciye daha sempatik görünmenin yanı sıra kültür etkileşiminin çok güzel örneği değil midir?
Aynı sorunla ilgili başka bir husus Türkiye’de Türk lehçelerine gösterilen kayıtsızlıktır. Bir taraftan Türkiye Türkçesinin ortak iletişim dili olarak kullanılması bir sorun haline getirilirken, diğer taraftan Türkiye’de Türk lehçelerine karşı gaflet boyutuna varan aşırı bir duyarsızlık var. Öncelikle Türkiye’de birçok kuruluşta TİKA, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı vs. kurumlarda Türk cumhuriyetlerine yönelik siyasi, teknik ve eğitim destek programlarının olduğu bilinmektedir. Yani bu lehçeleri bilen uzmanlara ihtiyacımızın olduğu da bir gerçekliktir. Türkiye’de Sırpça, Gürcüce, Ermenice bilme karşılığında dil tazminatı hakkı tanınırken Türk lehçelerini bilen memurlara böyle bir hakkın tanınmaması anlaşılır gibi değildir. Bu zamana kadar “neden?“ sorusunun yanıtını alamadığımızı da kuvvetle vurgulamak isterdim. Oysa yukarıda da vurguladığımız gibi dil tazminatı verilen birçok dile oranla Türk lehçeleri kamu alanında daha çok fayda sağlamakta ve bu lehçelere daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
3) Başka bir husus eğitim alanında entegrasyon süreciyle ilgilidir. Bildiğimiz gibi Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devleti Büyük Öğrenci Projesi adı altında kardeş ülkelerden binlerce öğrenci getirerek, onların Türkiye’de eğitim almalarını sağladı. Bu proje değişik yönleriyle (özellikle öğrencilere sağlanan sosyal haklar, burs miktarları, öğrenci seçiminde objektiflik vs. açıdan) eleştiriye şayan bir projedir. Başlangıçta kaliteden ziyade sayıya ağırlık verirken kardeş ve akraba topluluklardan gelen öğrencilerin maddi ve sosyal sorunlarla karşılaştıklarını, bunun eğitim kalitesi, öğrencilerin psikolojik durumları açısından olumsuz etkileri olduğunu özellikle vurgulamak isterdim. Ama bunlara rağmen Büyük Öğrenci Projesi elle tutulur gözle görülür sonuçlar sağlamış önemli bir projedir. Bu projenin içeriği ilerleyen yıllarda değiştirildi, öğrencilerin burslarında önemli artışlar yaşandı. Önceleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından organize edilen bu süreç günümüzde Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığınca yürütülmektedir. Misafir öğrencilerin kontenjanlarının belirlenmesi, Türkiye’ye alınması, sosyal sorunlarının çözümü açısında tek bir kurum tarafından yürütülen ve koordine edilen faaliyetler daha olumlu sonuçlar verebilecektir. Fakat bu projenin maddi bir külfet getirdiği, bu yüzden sınırlı sayıda öğrenci okutulduğu da bir gerçekliktir. Bu yüzden önemi bu projeden az olmayan başka bir husus da özel yolla Türkiye üniversitelerinde eğitim almaya gelen öğrencilerdir. Bu süreç burssuz yabancı öğrenci alımı sürecidir. Önceleri YÖS sınavları ile alınan bu öğrencilere yönelik sınavlar iki sene önce kalktı. Öğrenci alımı üniversitelerin takdirine bırakıldı. Aslında sınav sistemi kalkmadı, sadece üniversitelerin kendileri sınav organize ederek öğrenci alımına başladı.
Günümüzde bu alanda birkaç önemli sorun yaşanmaktadır.
Bunlardan birincisi, özellikle yeni açılan üniversitelerde mevcut yabancı kontenjanlarının değerlendirilememesidir. İkincisi, Türkiye’deki sınav tarihleri ile söz konusu ülkelerdeki sınav tarihleri arasındaki uyuşmazlığın öğrenci alımın olumsuz yönde etkilemesidir. Üçüncüsü, konumuz açısından, yani Türk cumhuriyetleri arasında entegrasyon süreci açısından önemli bulduğumuz, misafir öğrencilerin okul harçlarıyla ilgili birkaç sene önce yapılmış düzenlemedir. Bu düzenleme gereği o tarihe kadar Türk soyluluk kavramı temel alınarak Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrencilere o zamana dek tanınan ayrıcalıklar iptal edildi. Bu düzenleme Türkiye’nin yurt dışından öğrenci çeken cazip bir ülke stratejisine aykırı olduğu kadar Türk dünyasında entegrasyon meselesiyle ilgili olumsuz hususlardan biri olarak görülebilir. Türk soyluluk kavramı birkaç sene önce vatandaşlık yasasından da çıkarıldı. Önceleri Türk soyluların Türkiye vatandaşlığı almaları için iki senelik kesintisiz ikamet hakkı kaldırılarak bu süre beş seneye çıkartıldı.
4) Türkiye’nin Türk dünyasındaki imaj meselesi konusunda çok önemli bulduğumuz, fakat Türkiye’de çok az konuşulan, neredeyse hiç konuşulmayan bir hususa da değinmek zorundayız. Sorunu şöyle bir soru sorarak dile getirmek daha mantıklı olacaktır: İnsan hakları konusunda Türkiye’nin sivil inisiyatifi Türk Dünyasına karşı ne kadar duyarlıdır? Yanıt: Maalesef hiçbir şekilde duyarlı değildir. Çünkü Türkiye’de şöyle yanlış bir algı var: Türk Dünyasında insan hakları derken Musul, Karabağ, Doğu Türkistan akla gelmektedir. Ama o ülkelerde halkın demokrasi mücadelesine destek olacak sivil inisiyatifimiz neden yok?
Gerçekten sorgulanması gereken, nedenlerinin araştırılması ve çare bulunması gereken bir sorundur. Bu eleştiriyi dile getirdiğimiz zaman hemen “orası Türkiye’ye kardeş ülkeler, bu gibi gerekçelerle ilişkilerimize zarar veremeyiz“ savıyla karşı karşıya kalıyorsun. Oysa orada baskı gören, hakları çiğnenen ve bize kardeş diyen insanların hakkını neden savunamıyoruz? Neden bir Norveçli veya bir Almanın sergilediği hassasiyet karşısında bizler sessiz kalabiliyoruz. Siyasi hassasiyet konusundaki endişeleri farz edelim ki haklı bulduk. Peki, sivil toplum örgütleri, kurum ve kuruluşlar neden bu konulara duyarsızdırlar? Üstelik o ülkelerde yapılan sahte seçimlerin demokratik olduğu yalanını söyleyerek veya otoriter yönetimlerin “seçim“ sonuçları tartışırken tebrik için acele etmemizi bir türlü anlamış değilim. Belki bunları dile getirmenin önemsiz olduğu düşünülebilir. Fakat bu husus Türkiye’nin bir devlet ve toplum olarak Türk Dünyasında, halk arasında imajını çizen en önemli etkenlerden biridir. Olumsuz bir imajın entegrasyon sürecine bir fayda sağlamayacağının da altını özellikle çizmek gerekmektedir. Bugün Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da meydana gelen olaylarda nasıl bir tutum sergileyeceğimiz sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Çok uç, bir birine ters bakış açısı sergileyebilir, birbiriyle çatışan söylemler geliştirebiliyoruz. Bu durum müzakere ve tartışma olanaklarımızın genişliğinden ziyade gelişen olayları yakından bilemediğimizden kaynaklanmaktadır. Şu anda aynı şeyi Türk dünyası ile yaşıyoruz. Bölgede her an beklenmedik (nasıl ki Orta Doğu’daki olaylar da aniden patlak vermişti) olaylar meydana gelebilir. Türk dünyasının istikrarlı bir gelişim sürecine girmesi ölçülü bir demokratikleşme sürecinden geçer. Yönetimler ise bu sürecin yaşanması için gereken siyasi iradeden yoksundurlar. Bu nedenle her zaman itiraz eden toplum ve otoriter yönetim arasında çatışma riski güncel olarak kalmaktadır. Bu süreçlerin yakından takip edilmesi ve izlenmesi hem sivil inisiyatiflerin hem de uzmanların göz ardı etmemeleri gereken önemli husustur.
5) Entegrasyon süreciyle ilgili diğer hususları ele alarak inceleyebiliriz. Bu hususlar birçok alanda vardır. Türkiye bugün Türk cumhuriyetleriyle sadece akrabalık bağı ile ve ortak manevi, kültürel bağlarla ilişki kuran bir devlet değildir. Bu devletler Türkiye için aynı zamanda stratejik, ekonomik ve siyasi açıdan partner devletlerdir. Devletler arasında özel ve tüzel kişiler düzeyinde ekonomik, bilimsel ve teknik alanda işbirliğinin gelişimi çok taraflı ilişkilerin yanı sıra ikili ilişkilerin de önemini açık şekilde ortaya koymaktadır. Ülkelerimiz arasındaki işbirliği sadece mal ve hizmet alışverişi ilişkileri ile sınırlı kalmamakta, sanayi alanının yanı sıra bilimsel ve teknik alanda da geniş çaplı işbirliği sağlanmaktadır. Bu ülkeler arasındaki ilişkiler geniş kapsamda devletlerin özel ve tüzel kişileri arasındaki ilişkileri de kapsamaktadır. Devletler arasında özel ilişkilerin kurulması uluslararası genel ve uluslararası özel hukuk normlarının ortak uygulanmasını veya söz konusu ilişkilerin uluslararası özel hukuk alanına girmesini gerektirir. Bu düzenlemeyi zaruri kılan diğer husus uluslararası özel ilişkilerle ilgili devletlerin ulusal hukuk sistemleri arasında ilişkilerin oluşmasıdır. Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyon sürecinin en açık yönlerinden biri de bu alandır. Bu alanla ilgili çalışmaların yapılması, özel hukuk normları arasında milletlerarası özel hukuk uygulamaları da dikkate alınarak mümkün olduğu kadar uyumlu bir bütünleşme sürecine gidilmesi gerekir. Eğer bu alanda yoğun bir şekilde gereken adımlar atılırsa entegrasyon sürecinin hızla ve engelsiz bir şekilde daha ileri mesafe sağlanacağı da söylenebilir.
Yrd. Doç. Dr. Ali ASKER
Karabük Üniversitesi
Karabük Üniversitesi