“Kar mı yağmış şu Harput’un başına; Kurban olam toprağına taşına“ bir Harput türküsü. Ben bu türküyü ilk duyup öğrendiğimde ilkokula bile gitmiyordum. Anadolu’nun çeşitli yörelerine farklı zamanlarda yaptığım ziyaretlerde, bu ziyaret ne maksatla olursa olsun, hep geçikmeli de olsa, bu çocukken duyduğum ve sevdiğim türkülerin peşine takılıp oralara gittiğim hissine kapılırım.Veya beni bildiğim türküler, gittiğim yerlerde hep takip eder, kendi mekanlarında karşılar. İşte Mamuret-ül Aziz’e yaptığım kısa ziyarette de daha uçaktan iner inmez bu türkü takılıverdi kulağıma. Bu türkü ile yürüdüm, bu türkü ile bana uzanan ilk eli sıktım ve sonra “Harput’a çıktım“. Şehir karsız, Harput karlıydı. Güzel bir karşılama değil mi?
Türkülerin Telkini
Her tür müziğin sevilerek dinlendiği, özellikle halk türkülerinin çoğu kez anonim güftelerine dikkatimin özenle çekildiği bir evde büyüdüm. Televizyonun olmadığı ve görsel etkilerinden arınmışlığın verdiği bir teksif ile, hala duyduğum her türküyü, hafızamda onları ilk duyduğum ortamla bütünleştirdiğim fotograf kareleri ile hatırlarım. O fotograflar benim için çok değerli.
İlerleyen yıllarda, bu türkülerin bir kısmını derleyip radyodan evlerimize kadar ulaştıran Nida Tüfekçi gibi ustaları tanıma fırsatı buldum. Muzaffer Sarısözen geleneğini öğrendim. Halk türkülerinin ilham verdiği Ulvi Cemal Erkin gibi ilk kuşak Türk klasik müzik bestecileri, zaten ailemin dost çevresindeydi. Ama bu türkülerin Bella Bartok gibi büyük bir besteciye de ilham kaynağı olduğunu öğrendiğimde şaşırmamıştım. Sular gibi müzik notalarının da sınır aşıp farklı sandığımız, ama özünde aynı insanların yüreklerine ulaşabildiğini biliyordum. Saf ve temiz yüreklere.
Keban Üzerinden İnişe Geçen Uçak: Bir Mavera Projesine Kuşbakışı
Türküler hep sosyolojik gerçekleri işaret edip, duygu paylaşımı yaratıyor, insan sevgisi, vatan sevgisi ve doğa sevgisi gibi değerleri kaynaştırıyor. İşte uçak Keban üzerinden alçalmaya başladığında ince bir kar tabakası ile kaplı tepelerin hepsinin isimlerini hatırlayamadım. Ama kafamın içindeki türkü eşliğinde, barajın yapılma hazırlıkları sırasındaki tartışmalar aklıma geldi. Keban’ın açılışı sırasında Türkiye’de değildim. Ama 1966-1973 arasındaki gündemi iyi hatırlıyorum. Artık önce lise, sonra üniversite öğrencisiydim.
Keban, Türkiye’nin ilk büyük ölçekli baraj projesiydi. Elazığ da bu bu projenin doğduğu yer. Keban bir iki nehir arası projesiydi. Fırat ve Murat nehirlerini aynı havuzda toplayan bir proje. İnatla murat olmaz. Ama Fırat’la Murat olmuştu. Bölgesel fırsatlar vaad etmişti. Bir kısmı gerçekleşti, bir kısmı gerçekleşemedi. Daha o tarihlerde, Suriye ile çatışma riskleri yaratmıştı. Ama öyle veya böyle taa 1936 yılında başlayan düş, Türkiye’nin en zor yıllarında gerçekleşmişti. Şimdi ben onu görüyordum.
Uçak merdivenlerinde beni genç bir adam karşıladı. Bulunduğu yerde mutlu, ulaştığı başarı ile gururlu ve hep iyiyi, yüceyi düşünen, aydınlık bir genç adam. Türkiye’nin ilk büyük projesine ev sahipliği yapan bu şehire, ben hep ilerlemeye, kendini aşmayan çalışan bu genç görevli ile adım attım. Kendi gencecik ufkunda, bana bir solukta bu ülkeye, ülkenin insan dokusuna duyduğu sevgiyi, devlete duyduğu vefayı ve en önemlisi yeniyi öğrenmeye olan tutkusunu anlattı. Bu aziz şehrin farklı, ama özünde benzer insanları barış içinde barındırdığını söyledi. “Buralar çatışma kültürünün değil, uzlaşmanın beşiği“ demek istedi.
Çatışma Çocukları
Ama çatışmanın en büyük maliyetine katlanan çocuklara azimle ve özenle yaklaşılması gerektiğini söyledi. Bunları bilemediniz 15 dakika içinde konuştuk. Bu akıl fikir ve izan kutusu gence hayatta başarılar dilerim. O ve o gibiler bu ülkenin gururu ve umudu.
Hani biz hep, bölgesel “vekalet“(Proxi) savaşlardan bahsederken “devler tepişir, çimler ezilir“ deriz ya! Benzer bir şey söyledi bana. “Hocam bu etrafımızdaki çatışmalar var ya! Bunların en büyük maliyeti çocuklara.Onları bu işten nasıl koruyacağımıza kafa yormamız gerek“ dedi.
Anasız- babasız, öksüz- yetim, kimsesiz kalan çocuklar; “Daha doğuştan, adeta bir “yumurta“ gibi kendi başına yaşamak zorunda olan çocuklar“dan başarı öyküleri çıkmalı. Bu devletin görevi, ama bir insanlık görevi. Nice yapısı güçlü, doğası(fıtratı) iyi ve sağlam, seciyesi belli yumurta var. “Ana ve baba korur. Ama ya anasız babasız kalmışsa?“ Bunların iyi bir ortamda kabuğunu çatlatıp, yumurtadan çıkmasına, kurda kuşa yem olmadan “toplumdaki yerini almasına fırsat vermeli“ dedi. Etkilendim. Çook etkilendim. Karşımda 37-38 yaşlarında bir büyük adam vardı.
Önce Harput, Sonra Mamuret-ül Aziz
Bir “kaya kalesi“ni alaca karanlıkta gördüm. Beni bir türkünün daha peşine takılarak buralara gelmeme imkan verdiği için, tanrıya şükrettim. Sara hatun ve Kurşunlu camiilerini gördüm. Balak Gazi’nin etrafında dönüp, ovaya baktım. Karda kaymadım. Ama zaman kaydı gitti. Harput’a çıktığımız gibi indik. Şehrin tarihinden bugününe döndük. Daha neler yapılmak istendiğini duyduk. “Gazanız mübarek olsun dedik“. Kültür merkezinde Mamuret-ül Aziz’in aziz halkı ile bütünleştik. Konuştuk, ama dertleşmedik. Akılla yol yordam konuştuk. Sonra sabaha karşı İstanbul’un yolunu bulduk. Türkülerin peşinden nice güzel yurt köşesinde, nice akıllı ve izanlı vatan çocuğu ve genci tanımak arzusu ile.
Türkülerin Telkini
Her tür müziğin sevilerek dinlendiği, özellikle halk türkülerinin çoğu kez anonim güftelerine dikkatimin özenle çekildiği bir evde büyüdüm. Televizyonun olmadığı ve görsel etkilerinden arınmışlığın verdiği bir teksif ile, hala duyduğum her türküyü, hafızamda onları ilk duyduğum ortamla bütünleştirdiğim fotograf kareleri ile hatırlarım. O fotograflar benim için çok değerli.
İlerleyen yıllarda, bu türkülerin bir kısmını derleyip radyodan evlerimize kadar ulaştıran Nida Tüfekçi gibi ustaları tanıma fırsatı buldum. Muzaffer Sarısözen geleneğini öğrendim. Halk türkülerinin ilham verdiği Ulvi Cemal Erkin gibi ilk kuşak Türk klasik müzik bestecileri, zaten ailemin dost çevresindeydi. Ama bu türkülerin Bella Bartok gibi büyük bir besteciye de ilham kaynağı olduğunu öğrendiğimde şaşırmamıştım. Sular gibi müzik notalarının da sınır aşıp farklı sandığımız, ama özünde aynı insanların yüreklerine ulaşabildiğini biliyordum. Saf ve temiz yüreklere.
Keban Üzerinden İnişe Geçen Uçak: Bir Mavera Projesine Kuşbakışı
Türküler hep sosyolojik gerçekleri işaret edip, duygu paylaşımı yaratıyor, insan sevgisi, vatan sevgisi ve doğa sevgisi gibi değerleri kaynaştırıyor. İşte uçak Keban üzerinden alçalmaya başladığında ince bir kar tabakası ile kaplı tepelerin hepsinin isimlerini hatırlayamadım. Ama kafamın içindeki türkü eşliğinde, barajın yapılma hazırlıkları sırasındaki tartışmalar aklıma geldi. Keban’ın açılışı sırasında Türkiye’de değildim. Ama 1966-1973 arasındaki gündemi iyi hatırlıyorum. Artık önce lise, sonra üniversite öğrencisiydim.
Keban, Türkiye’nin ilk büyük ölçekli baraj projesiydi. Elazığ da bu bu projenin doğduğu yer. Keban bir iki nehir arası projesiydi. Fırat ve Murat nehirlerini aynı havuzda toplayan bir proje. İnatla murat olmaz. Ama Fırat’la Murat olmuştu. Bölgesel fırsatlar vaad etmişti. Bir kısmı gerçekleşti, bir kısmı gerçekleşemedi. Daha o tarihlerde, Suriye ile çatışma riskleri yaratmıştı. Ama öyle veya böyle taa 1936 yılında başlayan düş, Türkiye’nin en zor yıllarında gerçekleşmişti. Şimdi ben onu görüyordum.
Uçak merdivenlerinde beni genç bir adam karşıladı. Bulunduğu yerde mutlu, ulaştığı başarı ile gururlu ve hep iyiyi, yüceyi düşünen, aydınlık bir genç adam. Türkiye’nin ilk büyük projesine ev sahipliği yapan bu şehire, ben hep ilerlemeye, kendini aşmayan çalışan bu genç görevli ile adım attım. Kendi gencecik ufkunda, bana bir solukta bu ülkeye, ülkenin insan dokusuna duyduğu sevgiyi, devlete duyduğu vefayı ve en önemlisi yeniyi öğrenmeye olan tutkusunu anlattı. Bu aziz şehrin farklı, ama özünde benzer insanları barış içinde barındırdığını söyledi. “Buralar çatışma kültürünün değil, uzlaşmanın beşiği“ demek istedi.
Çatışma Çocukları
Ama çatışmanın en büyük maliyetine katlanan çocuklara azimle ve özenle yaklaşılması gerektiğini söyledi. Bunları bilemediniz 15 dakika içinde konuştuk. Bu akıl fikir ve izan kutusu gence hayatta başarılar dilerim. O ve o gibiler bu ülkenin gururu ve umudu.
Hani biz hep, bölgesel “vekalet“(Proxi) savaşlardan bahsederken “devler tepişir, çimler ezilir“ deriz ya! Benzer bir şey söyledi bana. “Hocam bu etrafımızdaki çatışmalar var ya! Bunların en büyük maliyeti çocuklara.Onları bu işten nasıl koruyacağımıza kafa yormamız gerek“ dedi.
Anasız- babasız, öksüz- yetim, kimsesiz kalan çocuklar; “Daha doğuştan, adeta bir “yumurta“ gibi kendi başına yaşamak zorunda olan çocuklar“dan başarı öyküleri çıkmalı. Bu devletin görevi, ama bir insanlık görevi. Nice yapısı güçlü, doğası(fıtratı) iyi ve sağlam, seciyesi belli yumurta var. “Ana ve baba korur. Ama ya anasız babasız kalmışsa?“ Bunların iyi bir ortamda kabuğunu çatlatıp, yumurtadan çıkmasına, kurda kuşa yem olmadan “toplumdaki yerini almasına fırsat vermeli“ dedi. Etkilendim. Çook etkilendim. Karşımda 37-38 yaşlarında bir büyük adam vardı.
Önce Harput, Sonra Mamuret-ül Aziz
Bir “kaya kalesi“ni alaca karanlıkta gördüm. Beni bir türkünün daha peşine takılarak buralara gelmeme imkan verdiği için, tanrıya şükrettim. Sara hatun ve Kurşunlu camiilerini gördüm. Balak Gazi’nin etrafında dönüp, ovaya baktım. Karda kaymadım. Ama zaman kaydı gitti. Harput’a çıktığımız gibi indik. Şehrin tarihinden bugününe döndük. Daha neler yapılmak istendiğini duyduk. “Gazanız mübarek olsun dedik“. Kültür merkezinde Mamuret-ül Aziz’in aziz halkı ile bütünleştik. Konuştuk, ama dertleşmedik. Akılla yol yordam konuştuk. Sonra sabaha karşı İstanbul’un yolunu bulduk. Türkülerin peşinden nice güzel yurt köşesinde, nice akıllı ve izanlı vatan çocuğu ve genci tanımak arzusu ile.