M. Vecdi GÖNÜL
Milli Savunma Bakanı
Sayın Başkan, Sayın Bakanlar, Muhterem davetliler, Değerli TASAM mensupları, Basınımızın mümtaz temsilcileri…
Bugün burada TASAM tarafından düzenlenen “Türk Savunma Sanayiinin Geleceği“ konulu toplantıda sizlerle beraber olmaktan ve siz seçkin dinleyicilere hitap etmekten büyük mutluluk duyuyorum.
Türkiye’de geleneksel kamu hizmeti yapanlar fevkalade yoğun bir çalışma düzeni içerisindedirler. Gecelerini gündüzlerine katarak koşarlar; politikacısı da böyledir, bürokratı da böyledir, teknokratı da böyledir. Ancak düşünen insanlara ihtiyacımız var, uzun vadeli düşünen. Bu bildiğiniz gibi Amerika’da düşünce kuruluşları tarafından yapılır. Bizdeki bu eksikliği gideren TASAM’ı bu sebeple kutluyorum. Bugünkü raporun çok faydalı düşünme alanları açacağına da inanıyorum.
Son konuşmacı olarak iki şansızlığım var. İki güzel konuşma oldu. İkinci şansızlığım da güzel bir yemekten sonra kimse bir şey dinlemek istemez. Mümkün mertebe kısa kesmeye çalışacağım ama konu fevkalade önemli.
Savunma bakanları bir yerde toplanmışlar. Fevkalade önemli meseleleri konuşuyorlar. Derken bir ülkenin savunma bakanı demiş ki: “Biz yeni bir uçak yaptık. Dijital teknoloji ile yaptık. Size etrafı gezdirelim.“ Uçağın yanına gitmişler ama uçağı gören bir bahane bulmuş. Ama bir memleketin savunma bakanı girmiş oturmuş. Demişler ki: “Bravo! Sen teknolojiye bu kadar güveniyorsun.“ Bakan da demiş ki: “Hayır, uçamayacağına güveniyorum.“
Biz böyle olmasın diye gayret sarf ediyoruz. Hangi konuda olursa olsun, istikbali konuşabilmek için bugünü iyi değerlendirmek ve geçmişe de iyi bakmak lazım. Biz bugün geçmişin kararlarının ürünüyüz. Geçmişimize baktığınız zaman; Moskova’dan Somali’ye, Hint Okyanusu’ndan Atlantik Okyanusu’na uzanan geniş coğrafya üzerinde yerleşen ve dünya antik medeniyetini sembolize eden dünyanın yedi harikasından Çin Seddi hariç altısını topraklarında barındıran bir ülkenin evlatlarıyız. Bu ülke, Osmanlı, zamanın büyük medeniyetlerini tevarüs ettiği gibi, bunları bünyesinde uzlaştırmıştır. Bu sentez dışarıdakilerin asırlarca gıpta ve kıskançlıkla baktıkları muhteşem bir kudret ve medeniyet intaç etmiştir. Ancak tabiat hükmünü icra etmiş, sömürgeciliğe iltifat etmeyen ve tenezzül etmeyen ama sanayi devriminin de önemini idrak edemeyen bir ülke sonunda çağın dışında kalmak gibi bir netice ile yüzleşmiştir. Osmanlı döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam ettiği hâliyle bu açığı kapatmak için Türkiye, Batı’dan çeşitli tavsiyeler istemek zorunda kalmıştır. Maksatlı reçeteler sunulmasına zemin hazırlanmıştır. Gelişmek isteyen Türkiye ise uzun yıllar boyunca kendi mazisinin ipoteğinden kurtulamayarak, gelişmişliğin göz alıcı görünümünden esasa inememiş; yoğun sabır, emek, kan ve terle elde edilmiş sonuçların şeklî politikalarla elde edilebileceği düşüncesine kapılmış, dolayısıyla Türkiye’nin gelişme niyeti, Batılılaşma çabaları doğrudan pratik ve pragmatik sonuçlar vermemiştir.
Tarihimizin en keskin dönüm noktası Birinci Cihan Savaşı’dır. Birinci Cihan Savaşı’na nasıl girdiğimizi - tarihçi değilim ama araştırmalarımıza istinaden - çok fazla sağlıklı bulmak mümkün değil. Ama şu kesin; Parlamento’dan karar alınmadığı açık, Hükümet’ten de alınıp alınmadığı belli değil. Nasıl bir harbe giriliyor? İngiltere’ye karşı bir harbe giriliyor. İngiltere o tarihte; dünya ticaret gemileri toplamının %40’ına, dünya harp gemileri toplamının %50’sine sahip. Biz neye güveniyoruz? İngiltere’ye sipariş ettiğimiz Sultan Reşat ve Sultan Osman gemilerini alıp İngiltere’ye karşı harp edeceğimize güveniyoruz. Bu gemiler İngiltere’de.
Bir kaynak, bizim resmi tarihimizde pek rastlamadığımız hususları anlatır. “Tarihî Hakikatler“ isimli kitap Arvasi tarafından yazılmıştır. Bu kitabın iddiasına göre harbe gireceğimiz zaman İngiltere kapımıza gelmiş; “Siz harbe girmeyin, biz Almanya ile kozlarımızı paylaşalım. Kapitülasyonları kaldıralım. Olmadı Kıbrıs’tan çıkalım. Olmadı Kahire’den çıkalım.“ demiştir. Ama gelin görün ki buna rağmen harbe girildi. Rusya 1917 ihtilali ile harpten çekildiği zaman İngiltere tekrar geliyor; “Rusya çekildi siz de çekilin“ diyor. Rivayet olunuyor ki Enver Paşa “Allah beni Türk milletini kurtarmakla görevlendirdi. Bu görevden kaçamam“ diyerek bunu da reddediyor. Sonuçta dokuz cephede dört sene, en ileri cephelerde Galiçya’dan Trablus’a kadar, Yemen’e kadar kahramanca çarpışan askerlerimiz, daha kahraman olanlar nedeniyle düşmana yenilmiyor, daha ileri teknolojiye yeniliyor. Onun için bunu burada anlatıyorum. Savunma sanayiinin daha ileri olduğu bir ülkeyle harbe giriyoruz. Yanına da Amerika’yı almış bir ülke.
Peki neden bu teknolojide geri kaldık? İki sebep öncelikli gelir:
1. Konuşmamın başında da söylediğim gibi, Sanayi Devrimi’ne bigâne kalmamız.
2. Bünye olarak bu teknolojileri üretip kullanacak şekilde teşkilatlanmamış olmamız.
İlk husus olarak, sanayiden bahsedeceğiz. “Sanayi Devrimi“ nerede oldu? İngiltere’de. Üniversite kitaplarınıza bakınız. Sanayi Devrimi neden İngiltere’de oldu diye sorulduğunda; “buhar lokomotif ve diğer makinalarda kuvvet hâlinde kullanıldı da o yüzden“ denir. Peki bu neden yalnız İngiltere’de oldu? Aynı buharı Fransa da, İtalya da kullandı. Üstelik Avusturya teknolojide İngiltere’nin önündeydi. Bunu çok iyi tahlil etmezsek, neden sanayide geri kaldığımızı, orada neden Sanayi Devrimi yapıldığını iyice anlamazsak, bugün de yine yanlış kararlar vermiş oluruz.
İngiliz Kralı ikinci defa evlenmeye kalkınca Papalık tarafından aforoz edildi. O da Katoliklikten çıktı. İngiltere’de Katolik Kilisesi’nin çok geniş arazileri vardı. Bunlar Lordlar’a intikal ettirildi. Böylece İngiltere’de Lordlar’ın çok daha geniş arazileri oldu. Zaten İngiliz vatandaşlarının arazisi olmaz. Burada Lordlar çiftçilik yaparlardı. Ancak İngiltere Hollanda’dan Avustralya’yı satın aldıktan sonra orada Merinos koyunları görüldü.
Merinos koyunları İngilizler oraya gidemedikleri, gitmek istemedikleri için İngiltere’ye getirildi. Bir çiftlikte yüzlerce İngiliz vatandaşı köylü bu çiftliğin arazisini olarak sürerken, koyun beslenmeye başlanınca bu insanlara ihtiyaç kalmadı. Bu insanlar çiftliklerden çıkarıldılar. Nereye gidecekler? Kasabalara, çiftliklere, babalarının, ecdatlarının doğdukları yerlere dönemezler mi? Hayır dönemezler, çünkü İngiliz kanunlarına göre Lord’un izni olmadan dönerlerse öldürülürler. Şehirde iş bulurlarsa çalışırlar, çalışmazlarsa kasaba meydanında asılırlar. Bu hâle ekonomide “emeğin özgürleştirilmesi“ deniyor. Bu biraz tuhaf bir ifade. Bu özgür denilen emek o günkü sanayiyi ortaya çıkarttı. İngiliz vatandaşlarının ortalama yaşı 35’tir. 35 yaş ölüm yaşı. Sanayi Devrimi’nden 50 sene sonra çıkarılan kanunla 12 yaşından küçük çocukların 10 saatten fazla çalıştırılmaması temin edildi. Sanayileşme bu şartlarda oldu. Bunun sonucunda toplu üretim ve deniz hâkimiyeti… Çünkü şehirde iş bulamayanlar karın tokluğuna tayfa oldular. Tayfaların yüzme öğrenmesi yasaktı.
Dikkate alınması gereken ikinci husus Osmanlı’nın yönetimi. Osmanlı’nın yönetiminin temeli; milletler sistemi. Her millet kendi iç idaresinde serbest. Bu durum sonradan Fransız İhtilali ile değişik bir şekilde tezahür etti. Birinci sıkıntı buradan kaynaklandı. İkincisi, harpler başladı. Üçüncüsü idari yapı. İdari yapıyı anlatabilmek için bir mukayese yapmak istiyorum. 16. asırdaki Machiavelli - Prens adlı eserini herkes bilir - ve 19. asırdaki Max Weber, ünlü Alman düşünürü. Prens’te Machiavelli diyor ki; “Devletler iki şekilde kurulur. Bazen şans eseri, bazen de kabiliyetle.“ Kabiliyet demek Osmanlı. Avrupa’da prensler, krallar primus interpares’tir. Diğer asilzadelerin önündedir ama eşittir.
Osmanlı’da fevkalade kuvvetli bir merkezî yapı vardır. Bu yüzden hiçbir Avrupa devleti Osmanlı’ya ulaşamaz. Osmanlı daha da büyümüştür, Avrupa’da merkezî güç olmadığı ama Osmanlı’da merkezi güç olduğu için.
Max Weber ise 19. asırda diyor ki “Osmanlı yıkılacaktır“. Neden? “Çünkü merkezi güç onun gelişmesini önlemektedir“. Protestan etiğe göre her insan bir müteşebbis olmalıdır. Her ekonomik faaliyet bütün ülkede gerçekleşmelidir. Osmanlı buna imkan vermez çünkü katılımı yok. Değişen dünya bu yapıya nasıl imkan vermez? Avrupa'daki feodal beylerin dönüşerek birer kapitalist olmaları, Avrupa'daki köy ağalarının dönüşerek birer müteşebbis olmaları Osmanlı'da mümkün değil.
Tarihi bu şekilde bir nebze hatırladıktan sonra savunma sanayiinin karakterine temas etmek istiyorum. Savunma sanayii, genel sanayinin bir parçasıdır. Türkiye'de sanayi seviyesi ne ise savunma sanayi de onun bir parçası olmak durumundadır. Türkiye bunun fazlasını yapıyor. Araba yapamayan Türkiye tank yapabiliyor. Bu, çok özel bir önem verilme sayesindedir ama buna çok dikkat etmek lazım. İkincisi, tüm dünyada en ileri teknoloji savunma sanayiinde kullanılır. Mesela radar, önce savunma sanayiinde kullanılmıştır. ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network | Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı Ağı ) tamamen askerî amaçlı yapılmıştır. Bugün ARPANET olarak değil "internet" olarak biliyoruz. Bir askerî haberleşme aracıyken sivil açılımla oldu “internet“. Üçüncüsü, yabancı kaynaklara sonuna kadar güvenemezsiniz. Her ne kadar işbirliği bütün dünyanın globalleşmesiyle kaçınılmaz ise de elinizden geldiği kadar yerli kaynaklara dayanmak zorundasınız. Dördüncüsü de fosil kaynaklar kullanan, üreten sektörle beraber en riskli sektör savunma sanayiidir. En çok dikkat edilen, titizlenilen sektör bütün devletler için savunma sanayiidir. Ancak; kendi ordusunu donatamamış bir ülkenin ordusu ne kadar mükemmel olursa olsun elbette zafer insanla kazanılıyor ama o insanın eline teknolojiyi vermezseniz, Birinci Dünya Savaşı'ndaki sonucu hatırlamamız gerekir.
Napolyon'un bir sözü var, diyor ki; “Diplomasi bir orkestraya benzer, bir orkestra gibi yönetilmesi gerekir. Ama diplomasinin arkasında yeterli askerî güç yoksa bu, sanat yapanların ellerine çalacakları sazları vermediğiniz anlamına gelir.“ Türkiye'deki durumu çok derinliğine söylemek çok kült birazdan dinleyeceğiz. Ancak şunu bilmek lazım, tarihimizde başından beri savunma sanayiine ve sanayiye önem verilmiş, mesela çağ açıp çağ kapatan toplar bizim mühendislerimiz tarafından yapılmıştır. Dünyadaki ilk yüksek fırınlardan biri Kırklareli Demirköy'de ve Edirne'de kurulmuştur, bugün hâlâ kalıntıları duruyor. Ama “sanayi“ bir hedef olarak görülmemiş, hedef “’îlâyı kelimetullah“ olmuştur. Sanayi bir araç olarak düşünülmüş ve özümsenmemiş, tabana yayılmamış, yaygınlaştırılmamıştır. Böylece, kalıcı hâle gelmemiştir.
Sayın Başkan son on seneden bahsetti, 2002'den bu tarafa ben bu konuyla ilgileniyorum. Baktığınızda görüyorsunuz ki; mesela, Makine Kimya on iki ayrı genel müdürlük. Vakıf şirketlerinde ise ASELSAN biraz ayakta duruyor, HAVELSAN, TAI, ROKETSAN hepsi iflas hâlinde. Bunun en güzel örneği şu; TAI %50 TUSAŞ'ın %50 Lockheed Martin'in. İflas o kadar kesinleşmiş ki Lockheed Martin'in %50 hissesini 29 milyon dolara satın aldık. Bugün birkaç milyara kimse kimseye vermez. Savunma sanayiinde millî şuur yoksa, yalnız kâr düşünülürse bir yol almak mümkün olmaz. Ancak o bahsettiğim dönemlerden sonra Hükümet, Askeriye, sivil sektör, varımız yoğumuz hepimiz ortaya dökülünce yerli üretim %20'lerden %60'lara çıkarken, hazır alım %65'lerden %10'lara düştü. Savunma sanayiinin cirosu 4 misli artarken, ihracat ise 5 misli arttı. Ne uygulandı burada? Her halükarda her ne olursa olsun ürünün yerli olması. Normal üretim dışında eğer teknolojiniz varsa o teknolojiyi bulup üretimde kullanalım, yapamazsak ortak üretelim. Hiçbirini yapamadık hazır alacağız. O zaman “ofset“ şart.
Nasıl bir teknoloji istihdam edeceğiz? Mevcut teknolojimizi sonuna kadar kullandık, yapamıyoruz. O zaman lisansla teknoloji satın alacağız. Lisansla da artık vermiyorlar, belli alanlarda da vermezler zaten. “Ters mühendislik“ Japonya'nın yaptığı, Çin'in yaptığı, Tayvan'ın yaptığı… Başkası bunu nasıl yapıyor, onu öğrenerek yapmaya çalışmak. Olmadı ortak üretim, olmadı araştırmak. Araştırmayı en son diyorum çünkü en son teknolojiyi bilmiyorsanız, neyi araştıracağınızı bilemezsiniz. Araştırma en son teknolojiyi bilenlerin yapabileceği bir iştir. Ancak hedefli olacak; araştırma için araştırma yapılıyorsa, zaman israfından başka bir şey değildir. Sürdürülebilirliğe gelince, her şeyden evvel yalnız savunma sanayiinin değil bütün sanayinin gelişmesi gerekir. Bizim şu anda kullandığımız elektrik 250 milyar kw/saat civarındadır. Nüfusu bizim yarımız olan Güney Kore neredeyse bunun iki katını kullanıyor. 16 tane nükleer santrali var 4 tane daha yapılıyor, o zaman bir miktar daha elektrik kullanımının önüne geçilecek. Halkın hayat standardı ise tespitlerime göre Türk halkının hayat standardından daha düşük. Sanayi üç beş ailenin elinde devleşmiş. Sürdürülebilirliğin şartı, teknolojinin tabana yayılması. Bunda ne yaptık, ihalelerin %50'sinin KOBİ'lere verilmesi, devlet şirketlerinde yapılanların halka yaptırılması. Mesela bizden evvel gemileri hep devlet yapardı. Oradaki albay emekli olur teknoloji unutulur. Şimdi tamamen özel sektöre veriliyor. Böylece tersanelerimizin de bir can suyu kazanmasına imkan veriliyor. Ayrıca teknoloji ile halk öğrenmiş oluyor.
Teknolojinin gelişmesinin bir devlet politikası hâline gelmesi lazım. Bu, eğitime de yön verecektir. Bilim için bilime saygımız var ama bizim inancımıza göre en kabul edilemeyecek şeylerden bir tanesi faydasız ilimdir, bundan Allah'a sığınırız. Faydasız ilim; üretime dönmeyecek, teknoloji hâline dönmeyecek ilimdir. Teknolojiyi kazanmanın en keskin yollarından biri biraz evvel bahsettiğim "ofset". Aynı sözleşme ile ben sizden 1 milyarlık mal alıyorum, siz de benden 500 milyonluk mal alacaksınız ama ne alacaksınız; sanayi ürünleri. O ürün olmayınca o teknolojiyi üretmek zorundasın. Üniversitelerde öğrenemeyeceğiniz teknolojiyi “ofset“te öğrenirsiniz. Bunun çok örneği var. Eskişehir'deki Alp Havacılık, TAI'nin kendisi. Önümüzdeki 10 senede Türkiye'nin değişik bakanlıkları 600 milyar dolarlık ithalat yapacak; %50 “ofset“ uygulanırsa 300 milyarlık yeni teknoloji ile ürün üreteceğiz demektir. Kim üretecek? Türk sanayii. Düşünün, vaktiyle Osmanlı döneminde geliştiremediğimiz özel sektör, adeta dışarının da üretmesiyle gelişecek 300 milyar dolarlık bir “uzmanlık“ üretilirse Türkiye'nin geleceği noktayı sanıyorum hepimiz memnuniyetle karşılarız.
Savunma sanayiinin geleceği yalnızca teknoloji, bilim, insanımıza iş bulma değil bu aynı zamanda güvenliğimizin teminatı! Kıbrıs Çıkarması’nı yaptığımızda müttefiklerimiz bize ambargo koydular; Kaddafi akaryakıt verdi, Pakistan yedek parça verdi, böyle aşabildik. Aynı şeyleri bir daha yaşamamak için halkımız cebinden para toplandı ve bugünkü vakıf şirketleri kuruldu 1974 yılında. Aklımızda tutmamız gereken bir diğer husus da bulunduğumuz coğrafyadır. Biraz evvel Sayın Başkanımız çok güzel anlattı, ben başka şekilde ifade edeyim; Osmanlı'nın boşalttığı coğrafya hâlâ bir vakumdur. Halen Osmanlı'nın yeri kendi halkı tarafından doldurulamadığı için - hepsinde değil tabii bazısında - Türkiye'nin etrafında adeta her an Türkiye'yi de etkileyebilecek bir boşluk olduğunu aklımızda tutmamız gerekir. Eğer böyle olmasa Avrupa'nın köşesi olan Balkanlar’da hâlâ NATO askerleri Avrupa Birliği askerlerinin gölgesi altında yaşamazlardı.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Raporu ben de çok merak ediyorum, inşallah ondan çok istifade edeceğiz. Teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
( Türk Savunma Sanayiinin Geleceği “Sürdürülebilirlik ve Güçlü İhracat İçin Strateji Raporu“ Çalıştayı Açış Konuşması 15 Ekim 2015 Ankara )