Kasr-ı Şirin anlaşmasından günümüze Türk-İran ilişkileri uzunca bir süre kontrollü bir tansiyon etrafında şekillendi. Her iki coğrafyanın etkili devletleri bir soğuk barış ile çatışmadan kaçınmayı yeğledi.
Türk-İran ilişkilerine son yıllarda rejim değişikliği, Orta Asya ve Kafkasya’da çatışan çıkarlar, ABD ve İsrail’le ilişkiler, önce Kuzey Irak sonra Irak’ın tamamının geleceği ile ilgili kaygılar belirledi. Ayrıca Türk şirketlerin İran’da yatırımları ve doğal gaz alımı anlaşmaları etkili unsurlar olarak öne çıkmaya başladı. Her iki ülkenin iç politik ortamı birbirleriyle ilişkilerinde önemli rol oynamakta. Dış politika analizinden önce iç politik ortamlara değinmek açıklayıcı olacaktır.
İran’da beklenen Hatemi devrimi sonuca ulaşamadı ve 1990’lı yılların ikinci yarısında ülkede istikrar, bölgede tansiyonu azaltma ve uluslar arası sistemle barış diye özetlenebilecek politika çizgisi ile yakalanan ivme geride kaldı. Türkiye’de ise iç politik ortamın güvenlik paradigmalarından kurtuluşu ve AB sürecinde güvenlik ve demokrasinin barıştırılması, ekonomik istikrarın sağlanmaya başlanması ve bölgede yapıcı bir politika ile ortaya çıkılması aynı döneme rastlar. Net bir ifade ile İran’ın Türkiye’ye rejim ihracı yada herhangi bir siyasal İslam projesi üzerinden Türkiye’ye model olabilme imkanı üzerinde artık spekülasyon bile yapmak mümkün değil. İran’ın en yetkili ağızlarından ifade edildiği gibi Ortadoğu kaos sisteminden kaçışın tek örneğini gösteren Avrupalı Türkiye, İran için bir modeldir.
İran’daki muhafazakar-reformist çekişmesi 11 Eylül sonrası ortamda çelişkili olarak muhafazakarların üstünlüğü ele geçirmesine yol açtı. ABD’nin bölge politikaları İran’da güvenlik endişelerini artırmakla kalmadı, aynı zamanda reform sürecini erteledi. ABD-İran gerilimi, İran’ın kendi bölgesindeki ülkelerle ve Türkiye ile ilişkilerinde önemli bir belirleyici. İran, son döneme kadar ABD ile ilişkileri kötü ama buna karşılık uluslar arası toplumun geri kalanı ve özellikle Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonlar ile iyi ilişkiler yürüten bir devlet imajına sahipti. Ancak özellikle Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu ile zenginleştirilmiş uranyum ve nükleer enerji programı ile ilgili sürtüşme bu imaja zarar vermekte. AB ülkeleri ve BM ciddi rezervasyonlarını açıkça ortaya koymakta.
Tam bu noktada İsrail ile ilişkiler gündeme gelmekte. İsrail, Tahran yönetiminin nükleer enerji üretimi bahanesi altında nükleer silah üretmeye çalıştığı konusunda neredeyse hiç şüphesi yok. ABD ve İsrail’in şüphelerin artmasıyla, İran’a bir askeri müdahalede bulunma ihtimali Washington dış politika cemaati arasında son dönemde çok fazla telaffuz edilir oldu. Her ne kadar belirgin bir politika ortaya konmuş olmamasına karşılık ABD-İsrail-nükleer silah üretimi üçgeninde gelişen ilişkiler Ankara’yı geçmişe göre daha fazla tedirgin etmekte. Türkiye’nin konvansiyonel silah üstünlüğünün verdiği rahatlık, İran’ın uluslar arası topluma bazen kulaklarını kapatması ile Ankara’yı artık tatmin etmez hale gelebilir.
Özellikle 11 Eylül sonrası uluslararası sistemin başat güçlerinin diğer ülkelerden “saflarını“ belirlemeleri yönündeki ısrarlı tepki bu bağlamda özellikle şu son dönemdeki sorunlu ortamda Başbakan Tayip Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda İran ziyaretini ve şimdi İran Cumhurbaşkanı Hatemi’nin ertelenen Türkiye ziyaretini eleştiri oklarının önüne koydu. Ancak unutulmaması gereken bu iki ülkenin komşu olduğu ve nerdeyse bir düzine Ortadoğu sorununda yapıcı tavırları ile bölge barışına ciddi katkıda bulunacakları. Her ne kadar İran’ın muhafazakar elitinin itirazları olsa da Türk işadamlarının İran’da yapacakları yatırımlar iki ülke içinde önemli bir iktisadi potansiyelin hayata geçirilmesine yol açacaktır. Ankara’dan bakınca bölgesel bağlamda en önemlisi Irak üzerinde Türkiye’nin öncülük ettiği komşuluk forumu ile tarafların farklı gündemleri bir tarafa bırakarak Irak’ın toprak bütünlüğünün muhafazası, demokratik ve istikrarlı bir Irak’ın ortaya çıkması için çaba harcamaları.
İsrail ile ilişkiler bağlamında düşülmesi gereken not, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’in işgal edilmiş topraklarda yürüttüğü şiddeti sert bir şekilde eleştirmesinin İran için bir artı durum teşkil etmediği. Ankara’nın tavrı bölgesel meşruiyet ilkesi ile şekillenmekte ve İran’ın Ortadoğu barış süreci dahil bölgede yapıcı girişimlerin karşısında olması durumunda aynı eleştirel tepki İran’a da yansıyacaktır. Bu anlamda İran, Türkiye’nin bölgede bir sivil güç olarak ortaya çıkması ve bölgenin kaostan barışa geçiş sürecinde oynayacağı rolden en fazla kazançlı çıkacak aktörlerden birisi. Öte yandan Türkiye’nin Arap dünyasında ve yakın gelecekte Körfez İşbirliği Ülkeleri ile geliştireceği ilişkileri, Türkiye ve İran’a Kafkaslardan Basra Körfezine uzanan enerji havzalarında yeni işbirliği imkanları ve geniş bölgesel koalisyonlar oluşturma imkanı verecektir.
İran’ın içteki siyasal keskinleşmeyi bir tarafa bırakması, bölgesel ve uluslar arası politikada esneklik kazanmasının önünü açacaktır. Türk-İran ilişkileri aslında İran’a bu pragmatik açılım imkanını tanımakta. Ankara uluslar arası sistem ve özellikle ABD’ye, İran ile yapıcı diyaloga girdiğini izah etmeli. İran üzerinde kademeli olarak azaltılacak uluslararası baskı ile İran’dan daha sorumlu davranması beklenebilir. Bu sarkaç ile İran’ın sorumlu bir uluslar arası aktör olarak sisteme yeniden entegrasyonu mümkün olabilir. Türkiye’nin İran politikası klasik AB politikasına yakındır ve son dönemde nükleer silah üretimi konusunda kafası karışan AB yaklaşımlarından daha yapıcıdır. Son nükleer enerji krizinde görüldüğü gibi İran’ın artık uluslararası sistemin boşluklarını kullanma imkanı oldukça azaldı.
Türkiye’nin diğer Ortadoğu kaynakları da dahil olmak üzere, Hazar havzası ve İran doğal gazını Avrupa’ya taşıma projesi olarak adlandırılan önemli bir geçiş koridoru olma potansiyeli var. Öte yandan İran, Türk girişimcilerine Asya’ya tren ve karayolu ile ulaşım yollarını vaat ediyor. Aslında Turkcell ve TAV gibi Türk yatırımcılarına karşı İran’ın tavrı, iki ülkenin beraber iş yapabilme imkanını da ortaya koyacak. İran muhafazakar elitinin Humeyni havaalanını Türkiye-İsrail ilişkileri dolayısıyla güvenlik sebepleri ile Türk şirketine kapatması iyi bir işaret değil. Muhafazakarların siyasal olgunluk sorunu dış politikaya bu şekilde yansımakta. Aynı durum doğal gaz anlaşmaları için de geçerli. Bu tip örneklerin çoğalması Türkiye’yi İran’dan uzaklaştıracaktır.
Ayrıca Irak’ta bu ülkenin bölünmesinin önünü açacak girişimler İran’ın bölgede tansiyonu azaltma politikalarının nihai sonu olabilir. Ankara bu açıdan kaybedilmemesi gereken bir müttefiktir ve İran bölgedeki nüfuzunu Irak’taki Türk girişimcilerin güvenliği için kullanmalı. İran’ın bölgedeki terör unsurlarına karşı sorumlu bir Ortadoğu devleti politikası izlemesi gerekmekte. Her ne kadar son dönemde PKK kalıntıları ile ilişkilerin kötüleşmesi, bu örgütün İran’a karşı kullanılması ve hatta İran içinde yeni bir oluşuma gitmesi Tahran’ı zorunlu olarak bu çizgiye getirmiştir. Bir diğer unsur ise Halkın Mücahitleri isimli örgütün ABD tarafından müsamaha ile karşılanması ve Irak sınırından İran’a yönelttiği tehdit. İran için terörle mücadele ve destek ilişkisi içinde olmama şartların dayattığı fiili bir politika değil, sürekli bir tavır olmalı. Bu tavır içine girildiği zaman Türkiye’nin İran’ın meşru kaygılarını dikkate aldığı gözlenecektir. Sonuç olarak iki ülke arasında geliştirilecek olan siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkileri hem İran’ın uluslar arası sisteme yeniden kazandırılması, hem de başta iki ülke halkları ve bölge için birçok olumlu gelişme imkanının önünü açacaktır. Zamanın ruhuna uygun olanda zaten bu tavırdır.
04.10.2004