Ekonomik gelişmelerin dünya genelinde 2004 yılı başından beri bahar havasına girdiği gözlenmektedir. Bu gelişmeye bağlı olarak Uluslararası Para Fonu (İMF), 2005 yılı için ülkeler genelinde % 4,4’lük büyüme tahmininde bulunmaktadır.
Son bir yıl içindeki verilere baktığımızda OECD ülkelerinin ekonomik gelişme düzeylerinde genel olarak son aylardan beri yavaşlama görülse de bir yükseliş söz konusudur. Bunların içinde ise başta Fransa ve Almanya olmak üzere AB’nin 15 ülkesi, ABD, Kanada kayda değer gelişme gösteren ülkeler olup İtalya duraklama, Japonya ve İngiltere ise diğer ülkelere oranla düşük seviyede gelişme gösteren ülkeler gurubunda yer almaktadır. Türkiye ise geçen yıl %5’lik büyümeyle birlikte son on yılda ortalama %2’lik ortalama büyüme sağlamıştır.
Sergilenen bu tablo elbette dünyanın bütün bölgelerinin performanslarını yansıtmıyor; Latin Amerika, özellikle Brezilya 2003’teki zayıf performansına rağmen kayda değer bir ekonomik gelişme seviyesine doğru ilerlemekte. 2003 yılında % 4,1 ve 2004 yılında %5,3’lik büyüme sergileyen Orta Doğu ülkelerinde ise genel olarak yavaşlama söz konusudur. 2003’te Rusya ve Ukrayna tarafından gerçekleştirilen %7,6’lık büyümenin 2004’te %6’ya gerilemesiyle Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri de ekonomik büyüme açısından yavaşlayanlar gurubunda yer almaktadır.
Avrupa Birliği’nin Büyüyen Tablodaki Yeri
Son birkaç yıllık verileri esas aldığımızda 2004 yılında % 1,7’lik büyüme sağlayan AB ülkeleri İngiltere haricinde, yukarıda saydığımız gelişen grubun dışında kalmaktadır.
AB’nin tek para birimine geçtiği yıllar, Avrupa ülkelerinin ekonomide hızlı bir büyüme kaydettiği, enflasyon ve işsizlikle mücadelenin sürdüğü bir dönemi takip ediyordu. Ancak 2001 yılından itibaren, ekonomideki duraklamayla beraber, bir takım yapısal sorunlar ve bunların orta ve kısa vadedeki sonuçları görülmeye başladı. Günümüzde, talep yetersizliği, işsizliğin artması, sosyal güvenlik sistemindeki açıklar, tasarrufların yatırımlara dönüşmemesi, işletmelerin uluslararası piyasalara oranla rekabet gücünün zayıf olması Avrupa ülkelerinin güncel sorunlarının başında sayılabilir. Dünyadaki jeopolitik gelişmelerin tüketiciler tarafından güvensizlik ortamı şeklinde yorumlanması, Euro’nun 2000 yılındakine göre %20 değer kazanması ve bunun da enflasyona yansıması da bu sorunlar arasında sayılabilir.
İMF’nin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik bütçe açıklarını kapatma ve yapısal reformları gerçekleştirme tavsiyeleri çerçevesinde Avrupa Merkez Bankası’na, finansal yapının güçlendirilmesi ve yapısal reformların sürdürülmesinin gerekliliği üzerinde ısrar etmesi, düşük seviyedeki ekonomik büyüme ve enflasyon durumunda faiz oranlarını düşürmeyi önermesi sözü edilen sorunların ciddiyetini ortaya koymaktadır.
AB’nin söz konusu olumsuzlukları gidermek yönünde, üye ülkelerin mal, sermaye ve işgücü pazarına yönelik performanslarını düzenlemek, yatırımların yeniden başlamasını sağlamak, yeni hedefleri içeren programı uygulamak şeklinde çabaları da mevcuttur. Bu çabalar AB’nin gelecek yıldan itibaren, ekonomik büyümeyi yeniden yakalayacağına dair görüşleri çoğaltmakta olup ABD ekonomisinde beklenen yavaşlamanın yaratacağı boşluğu Euro bölgesinin dolduracağı görüşünü yaygınlaştırmaktadır.
Küresel Büyümenin Çelişkileri
Ortaya konan bu iyimser tablo, küresel büyümenin bazı çelişkilerini de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle dünya ekonomisini etkileyen faktörlerin çok çeşitli ve uzun vadede değişken olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir (11 Eylül saldırılarının ve Asya’da ortaya çıkan SARS hastalığının etkileri gibi). Bu bağlamda İMF’nin, jeopolitik değişiklikler ve petrol fiyatlarındaki beklenmeyen değişmeler gibi kısa vadede karşılaşılacak risklere dikkat çekmesi de önem arz ediyor. Ayrıca ABD’nin ödemeler dengesindeki açık (altı çizilen bir başka nokta ise ABD’deki faiz oranları artışından zarar görecek olan ülkelerin başında fakir ülkeler gelmesi) ve gelişmekte olan Asya ülkelerinin bütçe açıkları da endişe kaynaklarından bazılarını.
Küresel açıdan asıl sorun, bazı bölgelerde sağlanan ekonomik büyümeye karşın, dünyadaki zengin ve fakir ülkeler arasındaki gelişmişlik farkının giderek daha da büyümekte olmasıdır. Bunun örneğini de en fakir ülkeler arasında yer alan ve son yıllarda fakirliğin içine biraz daha gömülmüş olan, Afrika’nın sahra kesimindeki ülkeler oluşturmaktadır. Bu ülkelerde günde bir doların altında gelirle yaşayan nüfusun miktarı son yıllarda ikiye katlanmış durumdadır (1981’de 164 milyon olan nüfus günümüzde 317 milyona ulaşmıştır). Afrika, 2015’lerde fakirliği yarıya indirmeyi öngören %7’lik büyüme hedefine karşılık 2004 yılında elde ettiği % 4,8’lik büyüme oranı dikkate alındığında gelecek on yıl içinde bunu gerçekleştirmekten uzakta görünmektedir.
Az gelişmiş ülkelerin sorunlarının başında yatırımların yetersizliği nedeniyle sahip oldukları potansiyeli kullanamama gelmektedir. Gerçekleştirdikleri ihracatları ise sadece sınırlı bazı alanlarda yapabilmektedirler. Az gelişmiş ülkelerin nüfusunun % 70’den fazlası tarımsal kesimde çalışmaktadır. Bu sorun, küreselleşmenin kurumları tarafından farklı yorumlanmaktadır.
Dünya Bankası’nın soruna yönelik çözümü zengin ülkelerin tarım sektöründe uyguladıkları ve gelişmekte olan ülkelerdeki (dünyadaki kırsal nüfusun %90’nı), tarımsal üretime zarar veren 300 milyar doları aşan sübvansiyonları kaldırmalarını sağlamaktır. Sübvansiyon türünden korumacı politikalar (yıllık 58 milyar dolar) zengin ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yardım mahiyetinde verdikleri tutarın beş katı büyüklüğünde olması bu ülkelerin içinde bulundukları güçlüğü ortaya koymaktadır.
G7 ülkeleri ise bu bölgedeki fakirliğe çözüm olarak ticari serbestlik üzerinde ısrar etmekte, özel sektörü gelişmekte olan ülkelerde ekonomik gelişmenin sağlanması ve fakirliğin azaltılmasına yönelik fırsatlardan biri olarak sunmaktadırlar. Ancak buradaki çelişki, ticari serbestliğin az gelişmiş ülkelerdeki fakirliği azaltmamasıdır. 1990’lı yıllarda bu ülkelerin ihracatlarındaki büyümeye ve bunun GSMH’larında geniş yer tutmasına karşılık fakirlik azalmamıştır. OECD’nin 2004 yılı az gelişmiş ülkeler raporuna göre fakir ülkelerin, dünyanın zengin ülkelerine oranla uluslararsı ticarete çok daha açık olduklarıdır. İhracat ve ithalatın GSMH’ya oranı, az gelişmiş ülkelerde %51 iken, OECD ülkelerinde ancak % 43’ü bulmaktadır. Rapordaki verilere göre, 1990’lı yıllarda ihracat ve iç tüketimi artıran ülkelerin, beklenildiği gibi uluslararası ticarete geniş ölçüde açık olan ülkeler değil, tam tersine daha az açık politikalar izleyen ülkelerdir.
Öte yandan gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkelere yönelik olarak uyguladıkları tercihli ticaret politikaları çoğu kez tarife dışı sınırlamalar içermekte, fakir ülkelerin ihraç ürünleri (1999-2001 arası ihracatlarının %42’si) gelişmiş ülkelerin çevreye yönelik sınırlamalarıyla karşılaşmaktadır.
Bu olumsuzluklara karşın, ABD’nin ihracata yönelik kredileri geri çekme isteği ve AB’nin de ortak tarım politikasında az gelişmiş ülkeler lehine geniş ölçüde gayret sarf etmesi iyileştirme yönünde atılan adımlardan sayılabilir.