Üretim ilişkilerinin kol gücüne dayandığı, mülkiyetin derebeylerinde olduğu Ortaçağda Avrupa Toplumu serf hayatı yaşarken, Osmanlı İmparatorluğu’nda iyi işleyen bir tımar sistemi ve özgür köylü vardı. Kol gücüne dayalı bir tarım toplumu olan Osmanlı 17’nci yüzyıla kadar önemli bir ekonomik ve askeri güç olma özelliğine korumuştur.
Avrupa’da değişimi tetikleyen dinamikler üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştiren teknoloji ve bilimdeki gelişmelerdi. Avrupa’da bu değişimler meydana gelirken, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki üretim ve mülkiyet ilişkilerinde önemli bir değişim yaşanmamıştır. Devlet-reaya ilişkisi süre gelmiştir.
Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi ve diğer önemli gelişmelerin altında yatan temel neden üretim tarzının değişmesidir. Batıda bireysel özgürlüklerin ve sosyal hakların kazanılması da bu tür değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Fransız ihtilalini ve Sanayi devrimini hazırlayan koşulları da halk yapmıştır. Tüm bu değişimleri tetikleyen aktörler arasında devletin payı oldukça düşüktür.
Osmanlı Sanayi Devrimi öncesinde, tarım toplumunun söz konusu olduğu bir çağda “tımar sistemiyle“ iyi durumda iken, sanayi toplumuna dönüşen Batı karşısında zayıflamış ve rekabet edememiştir. Osmanlı’da Batıdaki gibi değişimi tetikleyecek bir burjuvazi kültürü oluşmamıştır. Bu nedenle Batıda değişimi başlatan “birey“in yerini Osmanlı’da “devlet“ almıştır. İçeride sosyolojik dönüşümleri sağlayan dinamikler olmayınca Osmanlı’dan günümüze devlet değişime öncülük eden tek güç olmuştur. Ancak değişim denen olgu yukarıdan değil, aşağıdan başlarsa başarılı olabilmektedir. Bu nedenle, devlet eliyle başlatılan tepeden inme değişimlerin varlığını devam ettirmesi güçtür.
Türkiye’de üretim biçiminin değişmesinin önünde önemli engel devlet bürokrasisidir. Yeryüzünde yaşanan değişim ve dönüşümleri algılamakta zorlanan bir bürokrasiyle, sosyolojik dönüşüm yaşanamamaktadır. Türkiye kendi iç dinamikleri ile değişimi yakalayamadığı için “Avrupa Birliği Kopenhag“ kriterleri bu dinamiklerin yerine geçmiş durumdadır.
Ancak şu bir gerçektir ki, devletin AB’den ithal ettiği reform paketleri belki yaşam biçimi değiştirmekte, ancak zihinsel değişimi sağlayamamaktadır. Bunun en açık örneğini reform paketlerinin uygulanmasında yaşanan problemlerde görülmektedir.
Artık gelişmiş ülkeler olarak tabir ettiğimiz dünyada başta ABD olmak üzere sanayi dönemi kapanmıştır. Sanayi devrimini hazırlayan koşulların bir benzeri bugün sanayi ötesi toplum için yaşanmaktadır. Sanayi devrimi öncesinde üretim toprakta yapılırdı, daha sonra tekstil sektörünün gelişmesiyle birlikte eve iş verilmeye başlandı. Evden atölyeye, atölyeden de fabrikaya doğru bir dönüşüm yaşandı. Bugün ise teknolojideki gelişmeler sayesinde bu süreç tersine dönmüştür. Artık atölyelerde ileri teknoloji ürünleri üretilebilmekte, bilgisayar programları evde yazılabilmektedir. Türkiye dünyada yaşanan bu değişimleri iyi okuyarak, eğitim sistemini yeniden ele almalı ve genç beyinleri doğru alanlara yönlendirmelidir. Dünyadaki değişimleri doğru okuyan bir Türkiye, elinde yetişmiş genç beyinlerin bir kaçının bir araya gelerek atölyeler kurmalarına, bu atölyelerde ileri teknoloji ürünlerini üretebilecek, program yazabilecek bir teşvik sisteminin kurulmasına öncülük etmelidir.
AB müktesebatına uyum Türkiye’nin iç dinamiklerini belirli bir ölçüde hareket ettirebilir. Ancak bu işin “tepeden inme“ olarak nitelendirdiğimiz yönünü değiştirmemektedir. O halde ne yapılmalıdır? Türkiye’nin kendi iç dinamiklerini hareket ettirme nasıl sağlanabilir?. Sosyolojik dönüşümleri sağlayan üretim biçimiydi. Üretim biçimlerini değiştiren ise bireydir. Birey uygun ortam olduğu taktirde bütün enerjisini ortaya koyabilmektedir. Türkiye’de böyle bir ortamı hazırlayacak demokratikleşmenin desteklenmesi büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle devlet bireysel özgürlükleri sınırlayıcı değil arttırmaya yönelik planlama yapmalıdır. Devlet elindeki tüm imkanlarını bireyin gelişimine seferber etmelidir.