Saygıdeğer İranlı Dostlar,
Geleneksel İran misafirperverliğinden dolayı sizlere teşekkürlerimi sunar, 1970’li yılların başında görev yaptığım bu dost memleketin Başkentine yeniden gelmekten mutlu olduğumu belirtmek isterim.
Sunum konum, bölgemiz Yakındoğu’ya-Arap Dünyasının özünü teşkil ettiği Ortadoğu bölgesinden farklı koordinatlara sahip bir bölgeyi mercek altına alarak- ülkemin ne şekilde olumlu bir katkıda bulunabileceğini incelemektir. Türkiye Cumhuriyeti bu bölgenin bir gücü olarak, kuruluşundan bu yana görevlerinin ve sorumluluklarının bilincinde olmuş ve Cumhuriyetin başından beri doğu ve güney komşularına karşı mükellefiyetlerini daima yerine getirmeye çalışmıştır.
Devletler daimi; rejimler, kişiler, hükümetler ve tüm diğer kurumlar gelip geçicidir. Mesela Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu 1923’ten beri tek kalmış, ama hükümetler 60 kere değişmiştir. İran devleti de 2500 yıldır devam etmiş, ama rejim son kez İran Devrimi ile değişmiştir ve bu arada birçok hükümet ve devlet yöneticisi şahsiyet gelip geçmiştir. Bu süreç bu şekilde devam edip gidecektir.
Benim sunum konumu teşkil eden ve Türkiye’nin de paylaştığı çok önemli stratejik bölgemizin önemli güçleri olan İran, Afganistan ve Pakistan, Türkiye’nin dış politikasının T.C.’nin kuruluşundan bu yana odak noktasını teşkil etmiştir. Ülkemiz İran ve Afganistan’la 1920’li yıllardan itibaren yoğun bir ilişki kurmuş, sorunlarıyla ilgilenmiş ve çok köklü dostluk ilişkilerinin adımlarını atmıştır. İran ve Afganistan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kurulduğu yıllarda ilk diplomatik ilişki kurduğu ve diplomatik temsilcilik açtığı ülkeler olmuştur. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzünü Batıya dönüp, doğudaki İslam ülkelerine sırt çevirdiği şeklindeki iddiaların ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Üçüncü ülke Pakistan ise, T.C’nin kurulduğu yıllarda henüz mevcut olmadığından, 1947’de kurulduğu için resmi ilişkiler ancak o terihte başlatılabilmiştir. Ama Hindistan Müslümanları ile ve özellikle daha sonra Pakistan ve Bangladeş olarak göreceğimiz Müslüman Hint halklarıyla Türkler arasındaki kardeşçe yardımlaşma ve işbirliği ilişkileri, daha 1915 Çanakkale Savaşlarına kadar izlenilebilir. Bu üç ülke devletlerinin politikaları arasındaki bağlar zaman zaman örtüşmeyen noktalara yönelmiş, ama bu halklar arasındaki kardeşlik ilişkilerine hiçbir zaman gölge düşmemiştir.
2. Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, Türkiye’nin önayak olduğu Sadabad Paktı (1937) bölgemizde hem üç dost ülke ile güvenliği perçinleyerek, hem de bölgede bir barış ve güven ortamı yaratarak bölgeye yabancı güçlerin girmesini önlemeye matuf olmuştur. Savaşın patlamasına kadar da başarılı olmuştur. Savaş sırasında ise, savaşın dışında kalmaya çabalayan bu üç ülke( İran, Türkiye ve Afkanistan) aslında resmen savaşa girmemiş, ama ağır baskılar ve dış güçlerin bağımsızlık ve egemenliklerine yönelik tehditlerine ve girişimlerine hedef olmuştur. Hepimizin hatırlayacağı üzere, Afganistan iki yüzyıl evvelinden başlayarak, İngiltere ile Rusya arasında nüfuz bölgeleri şeklinde paylaşılmaya çalışılmış, ama şiddetli direnç nedeniyle tam başarılı olamamıştır. Bugün bu durum başka bir biçimde devam etmektedir. İran ise bir başka nüfuz bölgeleri çatışmasına sahne olmuştur. Bir yandan, Rus nüfuzunun genişleme eğilimi İran’ın kuzey bölgesine göz dikmiş, hatta parçalayarak İran’ın içinde ikinci ayrı bir cumhuriyet kurulmasına (Mahabad Cumhuriyeti denemesi) sahne olmuştur. İran’ın güneyi ise petrol zenginliği dolayısıyla evvela İngiltere, daha sonra Amerika’nın göz diktiği bir ülke olmuştur. Türkiye ise, bir Sovyet komplosunun saldırgan genişleme emelleri karşısında tarafsızlık politikasını terkederek Batı ile işbirliğine yönelmek suretiyle güvenliğini sağlamak mecburiyetinde kalmıştır. Bunların ayrıntılarına girmek istemiyorum. Ancak o zamanki “Düvel-i Muazzama“nın bugünkü global güçler dediğimiz bölge dışı büyük güçlerin, bu bölgedeki çıkar noktalarını ve hesaplarını, bölgesel güçler olarak bizim aramızda ele alıp dış müdahaleleri önlememiz gerekiyor. Ama bunun için birbirimize itimat etmemiz ve karşılıklı çıkarlarımıza saygı göstermemiz gerekiyor. Bunu yapmazsak- yani benim ülkemin çıkarlarını gereken itinayla gözetmeyen bir komşumun benden dayanışma beklememesi gerekiyor- güven ortamını sağlayamayız. Bu çıkarlarımız konjonktürel olarak farklılıklar gösterebilir. Şu anda bazı konularda İran ile çıkarlarımız örtüşmeyebilir de. Ama bizim İran’a, İran’ın bize anlayışla yaklaşması ve örtüşmese de, çıkarlara saygı göstermesi, demin bahsettiğim dayanışmanın da bir gereğidir. Ancak bu dayanışma ile bölge dışı güçlerin bu bölgenin sorunlarına müdahalesi önlenebilir ve bizzat bölge içinde bunlar çözümlenebilir. Burada önemli olan rekabet değil, iş bölümü ve işbirliği yoluyla ekonomilerin birbirlerini tamamlaması ve teknolojilerin saydamlıkla paylaşılmasıdır. Saydamlıktan uzaklık kaçınılmaz olarak güven bunalımını getirir. Türkiye’nin işte bu aşamada önem verdiği husus, İran ile Batı dünyası arasındaki güvensizliğin önlenmesine bir köprü olarak pozitif katkıda bulunma isteğidir. Güven bunalımını önlemekte herkes kazanç sağlayacaktır.
Sunumumun konusunu teşkil eden üç ülke ile Türkiye arasındaki çok özel ilişkilerin ayrıntılarına girerek, aslında bildiğiniz bu konuları tekrarlamaya gerek görmüyorum. Sadece bu ilişkilerin gerçekten özel olduğunun altını çizmek istiyorum.
Bu nedenle bu analizlerden uzaklaşarak Türkiye’nin yumuşak gücüyle ve uluslararası arenadaki giderek artan nüfuzu ile somut olarak neler yapabileceğine kuş bakışı değinmek istiyorum.
Birincisi, Türkiye mensubu bulunduğu NATO çerçevesinde Afganistan’daki görevini yaparken, NATO müttefiklerinin kendisini askeri güç kullanarak bu ülkede operasyon yapması çağrılarını geri çevirmiş ve bu isteklerine alet olmamıştır. Afganistan’da askeri üniformayla da olsa, bunu yumuşak güç şeklinde kullanmak kararlılığını göstermiş, yol, okul, hastahane yapmış, eğitim programları ve sağlık programları geliştirmiş ve Afgan halkının kalbini kazanmıştır. Bizi Afgan muhalif güçleriyle, ya da Taliban ile çatıştırmaya yönelik telkinlere değer vermemiş ve nitekim bir tek Türk askeri şimdiye kadar Afgan kurşununa hedef olmamıştır. Afgan yaşlı nesli Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından bu yana yapılan Türk yardımlarını ve eğitimini unutmamıştır ve vefa duygularını her zaman belirtmektedir. Bu ülke son derece fakirdir. Fakirlikle mücadele konusunda bir G-20 üyesi olan Türkiye’nin yapabileceği yardımlar vardır. Ülkemiz de, İran da fakir ülkeler değildir. Dolayısıyla ortak da birşeyler yapabiliriz.
İkincisi, yıkılıp perişan olan bu ülkenin alt yapı ve yeniden yapılanma çabalarına bizler büyük katkıda bulunabiliriz. Esasen bulunuyoruz ama, daha da iyisini yapabiliriz.
Üçüncüsü, Afganistan bir uyuşturucu maddeler cenneti olmuştur. Haşhaş ekimi dünyaca kabul edilen standartlar çervesinde gayrimeşru olarak Afganistan’da rekorlar kırmakta ve Afgan köylüsünün adeta tek gelir kaynağını oluşturmaktadır. Suç örgütlerinin, hatta terrörün elini güçlendiren bu suç maddesinin, mümkünse Afgan vatandaşlarına alternatif tarım olanakları hazırlanması yoluyla önüne geçilebileceği akla gelmektedir. İran’ın da hassas olduğu bilinen bu konuda, üstelik ülkemizin 1970’li yıllardan kalma büyük deneyim ve birikimi olduğu göz önünde bulundurularak, ortaklaşa yapabileceğimiz çok şey olduğu kanaatindeyim.
Dördüncüsü, özellikle Afganistan ve Pakistan’ın birer yasadışı göç olayının kaynağı ülkeler olmaları dolayısıyla ve kaçak göçün de İran ve Ülkemizi transit olarak kullandığı düşünülürse, bu konuda da işbirliği alanlarının mevcudiyeti açıkça görülmektedir.
Beşincisi, teröre karşı ortak mücadeledir. Bilindiği üzere Afganistan bir ara, dünya terörünün merkezi haline gelmiş ve bir odak noktası olarak gösterilmiştir. Bölge gerçeklerinin içinde, bölgemizi bir terör merkezi veya odağı haline dönüşmekten kurtarmak için ortaklaşa yapılacak çok şeyler mevcuttur.
Altıncısı, eğitim konularıdır. Üniversite değişim programları dahil, çeşitli mesleklerde uzman ve talebe değişimi mümkün ve gereklidir.
Yedincisi, sağlık konularıdır. Gerek Pakistan gerek Afganistan’ın bu konuda ciddi ihtiyaçları vardır. Bunun karşılanmasını, aralarında güven bunalımı olan dış dünya yerine, bizlerden beklemelerini normal bulurum. Bu konuda da Türkiye ve İran’ın ortak çabaları olabilir.
Sekizincisi, bölge sorunlarının çözümünde arabuluculukların bölge içinde yapılmasının, bölge dışı müdahaleleri asgariye indireceğine inanıyorum. Ve sorunların çözümünün dış güçlerin karışması yerine, iç dinamiklerle daha kolay çözümlenebileceğini düşünüyorum.
Dokuzuncusu, Sayın Büyükelçimiz’in sabahki açılış konuşmasında değindiği gibi, ekonomik ilişkiler kendi kuralları içinde yürür. Ama Türkiye ve İran’ın ekonomilerini birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak şekilde senkronize etmelerinin lüzumuna inanıyorum. Yani aynı üretim metodları ve teknolojileri ile benzeşen ürünlerde rekabet yerine, boşlukların doldurulması suretiyle ihtiyaçların dışarıdan ziyade bölge içi imkanlarla doldurulmasının mümkün olduğunu zannediyorum.
Bazı İslam ülkelerinin İslam ortak pazarı kurmak ve İslam ortak parası çıkarmak gibi ütopik görüşler ileri sürdüklerine şahit oluyoruz. Gerçekçi olmayan, hayal mahsulü olan bu yaklaşımları gereksiz ve kafa karıştırıcı buluyorum. Bir yandan ekonomik ilişkiler, öte yandan uluslararası dinamikler halklarımıza bu tip konularda bir daha hayal kırıklığı yaşatmamamızı icab ettiriyor.
Konuşmamı burada noktalamak istiyorum. Daha çok konuşabiliriz. Örneğin; Af-Pak olayına vakit olmadığından giremedim. Ayrıca Pakistan’ın şu anda içinde bulunduğu kargaşa içinde ortaklaşa çok şey yapabileceğimizi düşünüyorum. Ama varsa sorularınıza fırsat bırakmak ve sözü diğer konuşmacılara devretmek istiyorum.
Sabırla beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
(17 Ocak 2011 Türkiye İran 4. Yuvarlak Masa Toplantısı Sunumu)