Her gün Türkiye’deki televizyon kanallarında, gündemde yer işgal eden konular üzerinden yapılan birçok tartışma ve haber programına şahit oluyoruz. Son yıllarda tartışmaların en popüler konularını genellikle kimliklere (Kürtler, Aleviler, Ermeniler, başörtüsü gibi) dayalı siyasi ve toplumsal meseleler teşkil ediyor. Bu programlara katılanlar, gazeteci, akademisyen, yazar, politikacı gibi farklı meslek gruplarından olsalar da, hemen hepsinin kendini Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve ekonomik meselelerinde söz söyleme hakkı olan aydınları olarak gördükleri –veya en azından bu iddiayı taşıdıkları - aşikâr. Bu bağlamda televizyondaki tartışma programları, ülkenin farklı görüşlere sahip aydınlarının kamuoyu önünde bir araya geldiği ve ülkenin demokratik çok sesliliğinin, ifade özgürlüğünün, çoğulcu demokratik sisteminin ulaştığı gelişmişliğin bir göstergesi olarak da sunuluyor. Bunun bir noktaya kadar doğru olduğunu varsaysak bile tartışma programlarına katılanların büyük bir kısmının sergilediği tek yanlı, taraflı, kışkırtıcı, uzlaşmaz tavırların, yaptıkları tutarsız ve çarpık analizlerin ve belki de en önemlisi bilgi ve ahlak konusundaki yetersizliklerinin toplumun genelinde rahatsızlık uyandırdığı bir gerçek. Yakın zamanda başörtüsü ile ilgili yapılan tartışmaların seviyesizliğinin ve ahlak sınırlarını zorlayan yanının ülkenin reisi cumhurunu bile çileden çıkardığını gördük. Aslında bu seviyesiz tartışmalar ve aydın olma iddiası bir araya gelince Türkiye’deki aydın kavramının yeniden ele alınması bir zorunluluk haline geliyor.
Aydın kavramını belli bir çerçeve içerisinde tanımlama uğraşının oldukça tartışmalı bir mesele olduğu ve bu konuda bir fikir birliği olmadığı aşikâr. Bu yüzden aydın kavramı için statik bir çerçeve oluşturmak yerine dinamik bir zemin üzerinde bu kavramla doğrudan ilişkilendirilebilecek konuları ve olguları Türkiye’nin tarihi ve toplumsal gerçekleriyle birlikte değerlendirmek anlamlı olacaktır. Bu yolla Türkiye’de aydın olduğu iddiasını taşıyanların ülkenin öncelikli meselelerine bakış açılarındaki doğrularına, yanlışlarına, eksiklerine ışık tutulabilir.
Aydın olmakla ilişkilendirebileceğimiz ilk kavram elbette ki “bilgi“dir. Günümüz Türkçesi’nde “aydın veya entelektüel“ olarak ifade edilen kişilerin sahip oldukları en önemli güç, bilgiye ulaşma ve sahip olma konusundaki gayretleridir. Bu kişilerin sahip oldukları bilgiyle çevresindeki olayları daha geniş bir bakış açısıyla görebilmeleri ve yorumlayabilmeleri onları diğer insanlardan ayıran yegâne özelliktir. Ayrıca aydınların sahip olduğu bilginin güvenilirliği ve tutarlılığı oldukça önemli bir konudur. Özellikle günümüzde kitle iletişim teknolojisinin çeşitlendiği ve karmaşıklaştığı, bilgi kirliliğinin hat safhaya ulaştığı bir dünyada aydın olduğunu iddia etmek bir konuda söz söylemek için yeterli bir neden değildir. Fakat Türkiye gibi uzmanlaşmaya verilen değerin oldukça düşük olduğu ve herkesin her işi yaptığı ülkelerde aydın kavramıyla anılan her birey her konuda söz söyleme hakkına sahip olduğunu düşünebilmektedir. Birkaç yıl önce Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un herhangi bir alt yapıya ve bilgi birikimine sahip olmadan ve bilimsel bir veri göstermeye dahi gerek duymadan tarihi bir meselede bir toplumu ve sahip olduğu değerleri nasıl ağır suçlamalara maruz bıraktığını görmüştük. Yine Türkiye’deki televizyon kanallarının sürekli müdavimi olan bazı gazetecilerin, yazarların ve akademisyenlerin her konuda kendini söz söyleme hakkına sahip görmesi böyle bir bakış açısının ürünüdür. Özellikle 19. yy.da toplumsal aydınlanmanın en önemli araçlarından biri olan gazete ve gazetecilik, ne yazık ki günümüzde Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde eski itibarının oldukça gerisindedir. Gazetecilik, 21. yy.ın başında siyasal iktidar, partiler, ordu, sermaye grupları, cemaatsel topluluklar veya diğer çıkar gruplarının hizmetinde ve doğru bilgi, ahlak, tarafsızlık gibi değerlerin büyük kısmını korumakta zorlanan bir meslek haline gelmiştir.
İkinci olarak aydınla ilişkilendirebileceğimiz kavram “ahlak“tır. Tabii ki aydını sadece bilgiyle ifade etmek yeterli değil. Sokrates’in de dediği gibi doğru bilgi (episteme) insanı ancak ahlaklı davranışlarla doğru eyleme taşıyabilir. Sokrates’in bilgiyi erdemle özdeşleştiren ahlak kuramı, üzerinden yüzyıllar geçse de manasını asla kaybetmemiş ve günümüzün demokratik ülkelerinde kendini aydın olarak tanımlayan herkesin aklından bir an olsun çıkarmaması gereken bir belirleme. Ayrıca Sokrates’in “bilgi ve ahlak birbirini dengeleyen terazinin iki kefesi gibidir“ sözü de aydın olma kavramının içini doldurmada oldukça anlamlı. Fakat ne yazık ki Türkiye’nin televizyon kanallarında sıklıkla gördüğümüz aydınlarda hem bu terazinin oldukça dengesiz olduğu hem de terazinin iki kefesinin pek de dolu olmadığı aşikârdır. Örneğin ideolojinin (Siyasal İslamcılık, Kürtçülük gibi) sınırları dışına çıkmayı başaramayan bazı aydınların günümüzdeki kimliğe dayalı meseleleri (Kürt açılımı, başörtüsü gibi) tartışırken sürekli cumhuriyetin kurucularına suçlamalar yöneltmesi ve cumhuriyetin ilk dönemlerinden suçlu arayışı bu aydınların bilgi ve ahlak eksikliğinin bir göstergesidir. Bu aydınlar, cumhuriyetin kurucularını değersizleştirerek günümüzdeki siyasileri yücelteceklerini sanmaktadır. Oysaki her dönem veya her kişi içinde bulunduğu çağın şartları içerisinde değerlendirilmelidir. Bu bağlamda sadece Osmanlı sonrasında bölgede kurulan devletlerin (Suriye, Lübnan, Irak gibi) durumuna bakmak bile Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-inşasında ne kadar başarılı bir siyasal proje olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Türkiye’de -bölgedeki diğer örneklerin aksine- ulusun ve devletin inşası birbirine paralel bir şekilde gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, bazılarının iddialarının aksine yarım kalmış bir modernleşme projesi değil, hala devam eden dinamik bir gelişme projesidir. Bu projenin temel dayanakları ise sahip olduğu üniter devlet yapısı ve toplumun ulus olma bilincidir. Ayrıca geçen zaman içinde dış dünyada değişen şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçlara göre bu gelişme projesinin yönü Türkiye Cumhuriyeti’nin karar alıcıları tarafından belirlenmektedir. Bu yüzden cumhuriyetin kurucuları başta olmak üzere tarihimizdeki önemli şahsiyetlere hak ettikleri değer ve önem ülkemizin ahlak sahibi aydınları tarafından verilmelidir. Taraf olma adına tarih biliminin ortaya koyduğu gerçekler ve evrensel ahlak kuralları yok sayılmamalıdır. Diğer taraftan cumhuriyetin kurucuları ve değerleri üzerinden nemalanmaya çalışan ve çoğu zaman kişisel çıkarları için onları kullanan aydınlar da ülkenin geleceği açısından bir diğer sorunu teşkil ediyor. Cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve değerlerini dar bir ideoloji kalıbı içerisine sokup halkın çoğunu rejime tehdit olarak görmek ve dışlamaya çalışmak, otoriterliği veya askeri darbeyi cumhuriyetin temel değeriymiş gibi savunmak bu aydınların hem bilgi düzeylerindeki yetersizliği hem de ahlaki sapkınlıklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Aydınla ilişkilendirebileceğimiz üçüncü kavram “muhalif olma“ olgusudur. Muhalif olmak Türkiye’de genellikle olumsuz ve kötü bir şey olarak algılanmaktadır. Oysa muhalif olmak sadece şikâyet etmek değildir, talep etmektir. Muhalif olmak toplumda siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda iktidarı elinde tutan kişiler veya mevcut yapıda çoğunluğu oluşturan insan grupları tarafından söylenmeye cesaret edilemeyen şüpheleri, olguları ve durumları dile getirme sorumluluğuna sahip olmaktır. Bundan dolayı aydınlar fikirlerinde çoğu zaman iktidara muhalif bir yan barındırmak mecburiyetindedir. Diğer bir deyişle gerçek bir aydının düşünce bağlamında kolay taraf olabileceğini düşünmek olanaksızdır. Aydınlar bu yönleriyle gelişmiş bir demokrasinin en önemli unsurunu teşkil ederler. Türkiye’de ise taraf olmamaya çalışmak bir yana, çoğu aydın taraf olarak görünüp kendini siyasi ve maddi olarak koruma altına almaya çalışmaktadır. Öyle ki Türkiye’nin aydınları kendinin hükümet yanlısı veya hükümet karşıtı olarak tanımlanmasından rahatsız olmamakta ve çoğu zaman da ahlaki değerleri önemsemeyip bu taraf olma durumunu dalkavukluk yapma boyutuna taşıyabilmektedir. Hatta bunu yaparken demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi değerlerin içini boşaltarak toplumu oluşturan tüm bireylerin zekâ düzeyiyle dalga geçen tezler savunabilmektedir. Türkiye’de hükümete yakın görünen aydınların genellikle hükümetin yanlış politik hamlelerini veya kamu içindeki yolsuzlukları dile getirmekte istekli olmadıkları aşikârdır. Diğer taraftan muhalefet partilerine yakın aydınların da hükümeti acımasızca eleştirirken ülkedeki muhalefetin yetersizliklerini ifade etmemekte ısrar etmesi bu aydınların muhalif yanının veya cesaretinin sorgulanması gerektiğini düşündürmektedir.
Aydınla ilişkilendirebileceğimiz dördüncü kavram “ideoloji“dir. Siyasetin ve fikri sürecin vazgeçilmez unsurlarından biri olan ideoloji, dış dünyayı anlamlandırmada insanoğlunun kullandığı belli çerçevelerle sınırlandırılmış yollardır. Türkiye’deki kamuoyunda son yıllarda sık kullanılan solcu aydın, liberal aydın, Kemalist aydın, İslamcı aydın, Kürt aydın, Alevi aydın gibi tamlamalar aydın kelimesinin yanına getirilen ideolojik, etnik ve dini tanımlamalarla kavramı belli sınırlar içerisine alma çabasını yansıtmaktadır. Aydın kendini ideoloji, etnik ve dini bir unsurla tanımlayamaz mı? Muhakkak ki aydınların hepsi belli bir ideolojik görüşe, etnik ve dini kökene sahiptir. Fakat kendini bu kimliklerle topluma sunmak bir aydın için kolaycılıktır. Kitlesel bir destek sağlasa da, bu davranış kalıbı aydınların ideolojilerin tuzağına düşmesine ve sıradanlaşmasına yol açacağı gibi o kişinin aydın kimliğinin sorgulanmasını da getirecektir. Bu konuda Türkiye’den birçok örnek kolayca verilebilir. Örneğin Kürt etnik kimliğine sahip aydınların, ırkçı bir Kürt milliyetçiliği ideolojisinin tuzağına düşmesi ve yıllarca adı şiddet eylemleriyle anılan bir terör örgütünden medet ummaları, etnisiteye dayalı bir aydın tanımlamasının aydınları yaşadıkları ülkelerin tarihsel ve toplumsal gerçeklerinden uzaklaştırdığının ve dar bir bakış açısına sıkıştırdığının açık bir göstergesi. Gerçek bir aydının şiddet ve terörden medet umması düşünülemez; aydının silahı bilgidir, mücadelesini bilgiyle yapar. Diğer taraftan Kemalist veya Türk milliyetçisi olarak adlandırılan aydınların da Kürt etnik kimliğine sahip vatandaşlarımızın kültürel ve sosyo-ekonomik taleplerini sadece bir güvenlik meselesi olarak görmeleri benzer bir bakış açısını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin siyasi ve sosyo-ekonomik meselelerine bilim ve sağduyunun ışığında, uzlaşmacı bir tavırla bakmak yerine ideolojilerden veya kimliğe dayalı ayrılıkçıktan medet ummak, bu meselelerin çözümünü ertelemekten başka bir netice vermeyecektir.
Türkiye’nin son dönemdeki siyasi, toplumsal ve ekonomik ihtiyaçlarından yola çıkarak, gerçek bir aydında bulunması gereken temel özelliklerden -bilgi, ahlak, muhalif olma ve ideolojilerin dışına çıkabilme- kısaca bahsettik. Son olarak da aydının yetişme süreci ile güçlü devlet olgusu arasındaki ilişkiye değinmek anlamlı olacaktır. “Aydın olmak“ bir insanın fiziki, akli ve ruhsal gelişimini tamamladığı uzun bir yetişme sürecidir. Bu süreçte, aydın olmayı, kalıtım, inanç veya sınıfsal hiyerarşiye bağlayan elitizmi ortadan kaldıran önlemleri almak devletin en önemli görevlerinden biridir. Devlet kurumsal yapısıyla bireylerin -toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin- aydınlanma sürecinde eşit şansa sahip olmasını sağlayacak bir kontrol mekanizmasını etkin kullanmak zorundadır. Asla unutulmamalıdır ki güçlü devletler, devletin bekası ve başarısında en önemli rolleri oynaması beklenen kendi aydınlarının yetişmesini asla şansa veya ülke dışından faktörlerin eline bırakma lüksüne sahip değildir.