Kavram ve İçerik
Doğu ve Batı kavramları, hem bir fizikî mekân hem de düşünce ve kültür ile bağlantılı olarak kullanılır. Bir de nereden bakılarak Doğu ya da Batı denildiği önemlidir. Bu anlamda düşünüldüğünde, Avrupalı bir bakış hâkimdir. Coğrafî kavramlaştırma bu bakışla yapılmıştır. Yakın Doğu, orta Doğu ve uzak Doğu gibi üç farklı kavramla anlatılan coğrafya ve kültür dünyası, özel isimleştirilmiştir: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Avrupa merkezli bu tanımlamada Yakındoğu; aslında Balkanları da içine alacak şekilde, Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve İran’ı kapsayan İslam kültür coğrafyasını ifade eder. Ortadoğu; İran’ın doğusundan itibaren Pakistan ve Hindistan ile Endonezya ve Malezya’ya kadar uzayan bölgedir. Burası da İslam kültür coğrafyasını kapsar. Çin ve Japonya ise Uzakdoğu’da yer almaktadır.
Burada bizim Doğu kavramı ile kastettiğimiz, İslam kültür coğrafyasıdır. Avrupalı Doğu-Batı ayrımında düşünce, kültür, inanç temelinde varlığına tanık olduğumuz iki farklı olgu söz konusudur. Bunlardan biri Hıristiyan Batı, diğeri Müslüman Doğu ile ilgilidir. Avrupa’nın Doğu nitelemesi ve eleştirisi, neredeyse tamamen “Müslüman Doğu“ya yöneliktir. Uzakdoğu’daki Budist kültüre değil.
Varlık, Değer, Kültür
Önce kültürün ne olduğunu anlamaya çalışalım. İnsan, toplum düzeni içinde varlığını sürdürmek için birçok şeye gereksinim duyar. İşte bu toplumsal varlığın sürekliliğiyle ilişkili şeylerin tümünü, gereksinim duyulan nesne anlamında, değer olarak tanımlarsak, sözü edilen değerlerin üretilmiş biçimlerine de kültür diyebiliriz. Varlığın ve hayatın her evresini ve alanını kapsayan özelliğiyle kültür, buradaki anlamıyla değerlerin toplumdan topluma farklılaşmasının da en belirgin göstergesi sayılır.
Siyaset, güç, insan hakları, çıkar/menfaat, birey, toplum. Bunların hepsi kültür alanlarıdır. Akıl ise burada bir araçtır. Batıda akıl önce bir Hıristiyanlık evrenselliği ya da Kilise tutuculuğu ile sınırlandırılırken, Aydınlanma ile birlikte “rasyonel akıl“ vurgusuyla kendi başına bırakılmıştır. Bu, bir aşırılıktan, uçtan diğerine geçiş demektir, aslında. Oysa akıl, ihmal edilmeyecek kadar önemlidir. Onun beslenmesi, gözetilmesi, etkin fayda için dengelenmesi insanın en başta gelmesi gereken görevidir.
İnsan, varlık-değer-kültür üçlüsü ile bağlantılı bir sorumluluk içindedir. Bu sorumluluğu hakkıyla ifa edebilmek amacıyla, önce, akıl terbiyesi gerekir. Aşırı derecede âni ısı değişimi insan üzerinde ne kadar kötü etkide bulunursa, akıl da birbirine zıt (ekstrem) uçlar arasında gidip geldiği takdirde insan için aynı kötü etkiye, kendisi için ise işlev kaybına yol açar. Zaten aklın işlev kaybı, insan için başlı başına bir kötülük sayılır.
Aklın istikrarını sağlamanın yollarından biri, onu yetinme duygusu (kanaat) ve yürek ile terbiye etmektir. Terbiye edilmemiş akıl, iki tarafı keskin kılıç gibi olur, onu tutmak da muhafaza etmek de tehlike oluşturur. Keskin sirkenin küpüne zarar vermesi gibi, terbiyesiz akıl da sahibine zarar verir. Akıl, kör ihtirasla değil, yürekli düşünceyle güçlenir.
Kültürün vazgeçilmez bir aracı durumundaki akıl, Doğu ve Batı kültür iklimlerinde muhtelif türden ürünlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Hem Doğu hem de Batı için aynı ölçüde geçerli olmak üzere, neticede, insana özgü davranış özellikleri öne çıkıyor. İnsan, beşerî varlık olarak her yerde belirli bir benzerliği beraberinde taşıyor. Ama bu her insanda aynı olmuyor, akıl terbiyesine bağlı olarak insanî davranış biçimleri de değişiyor. Her yerde düşünüp sorgulayan, kendine ve topluma faydalı insanlar vardır, bunların yalnızca Doğu ya da Batı kültürüne mensup sayılması doğru olmaz. Ama bununla beraber, Doğu ve Batı kültürlerinin, en azından algılama ve gözleme dayalı olarak, her biriyle özdeşleştirilen genel anlayış ve uygulama tarzlarıyla varlık gösterdikleri de biliniyor. Ama burada da çeşitli zaman ve mekânlarda farklı kültürler arasında benzerlikler görülebiliyor.
Johann Wolfgang Goethe, Doğu-Batı Divanı’nda Doğu ve Batı şairlerini karşılaştırırken, ortak bir özellik olarak kinden söz eder:
İtiraf et, Doğunun şairleri
Daha büyüktür biz Batınınkilerden.
Onlara ama tam yetiştiğimiz yeri
Görüyoruz birbirimize olan kinden.
Batılı Goethe’nin, her iki kültüre mensup insanlarda kötü bir alışkanlık olarak gözlemlenen kin duygusuna vurgu yapması, doğru bir tespittir. Bunun doğruluğunu, köken itibariyle Doğu kültüründen olan, Endülüs Emevi Devleti hükümdarı ve şair I.Abdurrahman’ın aşağıdaki sözlerinden de anlamak mümkün:
Öksüz kaldın benim gibi, ey hurma ağacı
Hemcinslerinden ayrı yabancı bir diyarda.
Ağlıyorsun, ve yapraklarının hışırtısı
Sızlanıyor, ruhumu incelten bir acıyla.
Sen de konuşurdun sana dil bahşedilseydi
Fırat’tan ve sıladaki hurma koruluğundan.
Biz geri dönemeyiz. Sürdü Abbasilerin kini
Tüm dünyanın ötesine kim varsa soyumdan.1
Yukarıdaki dizelerin yazarı (Abdurrahman I), 751 yılında Tarık Bin Ziyad’ın İspanya’yı fethetmesinden kırk dört yıl sonra Kurtuba’da Endülüs Emevi Devleti’nin hükümdarı olur. Bağdat’taki Emeviler soyunun son temsilcilerinden biridir. Ve, “Abbasilerin kini“ni unutmaz. Burada belirtilen kin ile Goethe’nin dile getirdiği arasında sadece biçimsel farklılık vardır, özde ise bir insanî özellik anlamında özdeşlik mevcut.
Kin ve ihtiras. Doğu toplumlarında karşılaşılan kötü bir özellik. Ama aynısı Batı’da da var. Niçin acaba inanç öğretilerinde yazılan, tavsiye edilenler ile bunların mensuplarının çoğunun tercih ve davranışları arasında uyumsuzluk görülüyor? Burada da asıl düğüm yine insanda noktalanıyor. Çözümlenmesi gereken, insanın kendisidir. İnsanın kendisiyle sınavı.
Öyle anlayış ve davranışlar vardır ki, ne yalnızca Doğu, ne de Batı kategorisine girer. Bu durumlarda Doğu ve Batı farklılığından söz edilemez. Bunu kadınlara (ve kız çocuklarına) dair ortak bir anlayış ve tutum örneğiyle açıklayalım.
Bir süre önce Çin’de onlarca kız çocuğunun cesedi bulundu, bir nehrin kıyısında. Dünya ajansları bu haberi duyurdu. Çin Halk Cumhuriyeti’nde birden fazla çocuğun doğumuna izin verilmediğinden, erkek çocuk doğuncaya kadar kız çocukların gizlice öldürüldüğü ve cesetlerin de yok edildiğine ilişkin haberler alıyoruz. Eski Arap toplumunda da kız çocukları toprağa gömülerek öldürülürdü. Geleneksel Avrupa’da ise kızlar belli bir yaştan sonra evin dışında bir yerlerde yatıp kalkardı. Kadın, şeytanla ve kötü ruhlarla bir tutulurdu. Hepsinde ortak nokta, kadının bireysel ve toplumsal statüsüne yönelik negatif değerlendirmedir. Burada Doğu ya da Batı değil, bir yanlış (câhilî) anlayış ve eylem söz konusudur. Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik eleştirileri arasında yer alan “cinsiyet ayrımcılığı“ ve “namus cinayetleri“ de benzer bir yanlış anlayışın, esas öğretiden kopukluğun, tefekkürden ve idrakten yoksunluğun sonucudur. Bunun tersi yönünde bir gelişme olmadığı, teşvik edilmediği sürece, bu kötü alışkanlık devam eder.
Doğu ve Batı’yı kategorik olarak “iyi“ ve “kötü“ diye ayrıştırmak doğru olmadığı halde, bunun her iki tarafta da yapıldığına tanık oluyoruz. Hatta Batı’da öyle “Doğu“ betimlemeleri yapılmıştır ki, bunlar isim verilerek dile getirilmeye değmeyecek derecede kin ve önyargıyla malûl kolektif Doğu hayalleri olarak ifade edilebilir ancak. Bunları irdelemek, zaman israfı sayılır.
Doğu’nun ve Batı’nın mutlak anlamda doğru ve yanlış, ilerlemeci ve gerici/durağan olarak nitelenmesi mümkün olmadığına göre, geriye insanın kendisi kalıyor. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, insanın sorumluluğudur asıl olan. Ve bu sorumluluk bilinciyle düşünüp eylemde bulunan insanın tarihsel süreçte otaya koyduklarıdır. Bu anlamda, tarihte üretilenlerin bugüne ve geleceğe ışık tutması, yönlendirici olması mümkündür. Örneğin, ağırlıklı olarak 19.yüzyılda bazı Batılı yazarların iklim teorisiyle ya da kendilerince sosyal ve psikolojik faktörlerin analiziyle, Doğu’nun ilerleme ve gelişmeye yatkın olmadığı yönündeki açıklamalarını tarihsel tecrübe çürütmektedir. Aralarında Uluğbey gibi Türk bilim ve siyaset adamlarının da bulunduğu çok sayıda Doğulu insanın ürettiği eserler Batı’nın üniversite kütüphanelerinde bilimsel araştırma kaynağı olarak kullanılmıştır. Ama bir dönem gelmiş, Doğu insanı bilimsel araştırma ve ilerleme yerine siyasî ihtilaf ve çatışmalara konu olmuştur.
Demek ki üstünlük ya da kusur herhangi bir coğrafyada değil, doğrudan doğruya insanın kendisindedir. Her ne için olursa olsun, mazeret üretmeye hiç gerek yok. Asıl gerekli olan, önce insanın kendini bilmesi, varoluş koşullarının idrakiyle diğerlerini/ötekileri tanıması, onlarla tanışmasıdır. Evrensel değer anlayışıyla kültür üretimi böyle gerçekleşir. İhtirasa dayalı siyasal gerçekçi devlet politikalarının dengelenmesi ve daha kalıcı barış/güvenlik sistemlerinin hayata geçirilmesi de ancak akıl terbiyesinden geçmiş böylesi kültür üretimi sayesinde mümkün olabilir. Bu, klasik devlet politikasına tam bir alternatif oluşturmasa da, çeşitli alanlardaki beşerî üretim ve katkıyla onu tamamlayıcı bir işlev görebilir. Söz konusu beşerî üretimin bugün sivil toplum etkinliği, kamu diplomasisi, uluslaraşırı güç etkisi gibi kavramsallaştırmalarla ifade edilen şeye de temel teşkil ettiğini belirtmemiz gerekir. Hem Doğu’da, hem de Batı’da.
1. Bkz.İbrahim Serhat Canbolat, Dünyanın Poetik Dili.Kültürlerarası Şiir, Alfa Aktüel Yayınları, 2009, s. 79 ve 152.