Uzun zamandır, ABD’nin etkin olarak gücünü barındırdığı NATO barış koruma güçlerini yine aynı sayıdaki Althea’nın devralması, AB açısından oldukça zorlu bir süreç sonunda gerçekleşmişti. Özellikle AB’nin kendisine ait bir ordusunun olmaması ve kaynakları (karargah, komuta planlama ve diğer imkân ve kabiliyetleri) açısından NATO’ya bağımlı kalması nedeniyle bir çok sorun yaşamıştı. Yaklaşık 5 yıl süren çabalardan sonra, AB’nin NATO imkânlarından yararlanarak, ayrı bir birim olarak Balkanlar’da konuşlanmak üzere bir barış gücü operasyonun gerçekleştirilmesi üzerinde duruldu. 2004’ün yazında ise bu operasyonun başlatılması kararına varıldı. Buna göre, uzun vadede, barışçı, çok kültürlü bir Bosna Hersek’in sürekliliğini sağlamak amaçlanırken, orta vade amaçları da Bosna-Hersek’in, İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’na uygun olarak ve bölgenin AB entegrasyon sürecine dahil edilerek Yüksek Temsilcilik ve AB Özel Temsilciliği’nin Görev Uygulama Planı’nı yerine getirilmesi ve bir süre sonra da bu görevin Bosna –Hersek otoritelerine devredilmesi şeklinde belirlendi. Kısa vadede ise, NATO’nun öncülüğündeki İstikrar Gücü’nün AB gücüne çevrilerek, Dayton Anlaşması’nın uygulama sürecinde güvenlik çevresi oluşturmak öncelik taşımaktadır.
Öncelikle, AB’nin bölgeye konuşlandıracağı barış koruma güçleri, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın gelişmesi açısından olumlu olarak değerlendirilmektedir. Özellikle eski Yugoslavya’daki krizin patlak vermesinden bu yana bölgeye yönelik ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturamamakla eleştirilen AB üye ülkeleri, bu yönde yavaş ve sorunlu geçen süreçlerin ardından ortak bir güç oluşturabilmenin memnuniyeti içerisindeler. AB şimdilik hafif silahlarla donatılmış askerlerin görev alacağı bir Barış Koruma Gücü oluştursa da, ileride muharebe güçlerinin oluşturulması için de adımlar atmaktadır. Örneğin, 21 Kasım’da 25 üye ülke Savunma Bakanlarının bir araya geldiği Brüksel Toplantısı’nda 2007 yılı itibariyle dünyanın çatışma bölgelerinde görev almak üzere ‘muharebe kuvvetleri’ oluşturma kararı alındı. Atılan yeni adımlar şunu gösteriyor ki, AB’nin 1970’lerde başladığı dış politikası ve 1999’lı yılların başında oluşturmaya başladığı güvenlik ve savunma politikaları birbirleriyle örtüşen süreçler dâhilinde ilerleme kaydetmektedir.
Bir diğer husus ise, bu görev değişimi ile birlikte AB’nin dış ve güvenlik politikasında yürüttüğü politikaların uygulanmasıyla uzun zamandır tartışma konusu olan ABD’nin NATO aracılığıyla bölgede izlediği stratejik planların sona ermesinin şimdilik söz konusu olmayacağıdır. Bu durum, Amerika’nın bu bölgenin güvenliğinin sağlanması görevinin Avrupalı ortaklarına bıraktığı şeklinde bir yorum getirebilir. Bölgede, ABD ve Avrupalı müttefiklerinin (NATO ve AB yoluyla), değişen uluslararası konjonktüre uygun olarak görev paylaşımlarının keskin hatlarla çizilmiş olduğunu da görüyoruz. Ancak, Dayton anlaşmasının özellikle ilk yıllarında ortaya çıkan iki önemli vizyondan birinin diğerine galip gelmeye başladığının da sinyallerini görebiliriz. Diğer bir deyişle, bölgede istikrar ve barışın askeri güçle sağlanabileceğini ve bu gücün meşru kıldığı bir idarenin (Yüksek Temsilciliğin) oluşması yönünde olan yaklaşımın yerini Avrupalı merkezli yaklaşımların aldığını söyleyebiliriz. Bu şu anlama gelmektedir: Daha savaşın başından beri silahla çözümün olmayacağını savunan Avrupalı devletler, Bosna’daki Yüksek Temsilciliğin görevinin genişletilmesi ve bu sivil idareyi koruyan hafif silahlı bir askeri gücün oluşmasını talep etmekteydiler. Her ne kadar sonuç olarak aynı görevler tanımlanıp, yürütülse de, çeşitli akademik kaynaklarda yazılanlar bu iki tarafın Balkanlar’daki barış ve istikrarın korunmasına yönelik bakış açılarının bu perspektiften farklılıklar taşımasıydı. Böylece, AB’nin Bosna-Hersek’teki barış koruma güçlerini devralmasıyla bir taraftan AB, Bosna savaşı sırasında gösterdiği pasif yaklaşımı geride bıraktığını kanıtlarken, bir anlam da artık ortak savunma ve dış politikaya doğru önemli bir mesafe aldığını göstermek istemektedir. Diğer taraftan ise, Balkanlar’ın sadece ekonomik destek ve demokratikleşme süreçlerine sivil düzeyde katkıda bulunarak değil, askeri gücü de elinde tutarak bölgenin ‘Avrupalılaştırılması’na yönelik bütün bir politika izlememeye başlamıştır.
<<>>
Türkiye’nin Konumu
Yıllardır Balkanlar’ın güvenliğinde özellikle NATO vasıtasıyla bugüne kadar önemli rol oynamış Türkiye’nin -AB’ye tam üye olmadığı göz önünde bulundurulursa- rolünün ne olacağı ilk etapta tartışmalı hale gelmektedir. her şeyden önce şu bilinmelidir ki, Balkanlar’da sürdürülen Barış Korumanın ‘Avrupalılaşma’sı ve AB çatışma çözümü mekanizmaları içinde yer alması söz konusudur. O halde Türkiye’nin rolüne değinmek gerekmektedir.
Balkanlar’da tarihsel ve kültürel bir mirasa sahip Türkiye, bölgenin son yıllarda geçirdiği siyasi ve güvenlik sorunlarını da yakından paylaşmıştı. Balkanların istikrarı ve güvenliği Türkiye açısından her zaman önem taşımıştır. Bu çerçevede, Türkiye barış koruma görevlerinde gerek çatışma devam ederken Birleşmiş Milletler çatısı altında, gerekse çatışma sonrası konuşlanan NATO bünyesinde aktif olarak katılmıştı. Öte yandan Türkiye, hem NATO üyesi, hem de Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (AGSP) önemli bir parçası olarak, Avrupa güvenliğine yönelik tüm toplantılara katıldı. Türkiye, NATO’nun önemli bir üyesi olarak, yaklaşık 5 yıldan beri sürdürülen müzakerelerde çeşitli konularda çekincelerini ortaya koydu. AB üyelerinin NATO’nun kaynaklarını kullanırken, Türkiye’nin bu konudaki tüm karar mekanizmalarında yer alamayacak olması Türkiye tarafından olumlu karşılanmamakta ve bu çerçevede Avrupa Ordusu’nun oluşumu engellenmekteydi. Ancak, Türkiye kendisine verilen güvenceler sonucunda, Avrupa ordusunun tüm mekanizmalarında yer almamayı kabul etmişti. Bunlardan konuyla ilgili olanı, Türkiye’nin yakın bölgesinde oluşturulacak operasyonlarda Türkiye’nin de karar mekanizmalarında yer alması. Diğer bir deyişle, NATO’nun kaynaklarının kullanılacağı bir operasyonda Türkiye’ye sadece danışılmayacak, Türkiye kendisi bu operasyonun karar alma süreçlerine dahil olacaktı. Ayrıca, Bosna-Hersek’te gerçekleştirilen Anthea operasyonuyla Türkiye askerlerini ve polis güçlerini bölgede tutabilecek.
NATO’nun kaynaklarının kullanılmasıyla ilgili olarak Türkiye açısından önem taşıyan diğer konu ise, AB üyesi iki ülkenin Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Malta’nın AB operasyonları karar mekanizmalarında yer alamayacak olması. Türkiye’nin reddetmesiyle bu iki ülke, ‘NATO üyesi olmaması, NATO ile özel güvenlik anlaşması imzalamaması ve de NATO’nun Barış İçin Ortaklık programına dahil olmaması’ nedeniyle bu süreç içinde yer alamamakta. Türkiye, AB üyeliği ile ilgili olarak politik kozlarını kullanırken, diğer taraftan konuyla ilgili olarak hukuki dayanaklara atıfta bulunmaktadır. Özetle, Türkiye kendi güvenliğine yönelik her türlü tehdide ve olumsuz kararlara karşı, AB ve NATO otoritelerinden her türlü güvenceyi almıştı. Bu bağlamda Türkiye, özellikle kendi güvenliğini etkileyen çatışma bölgesi olan Bosna-Hersek’teki eskiden sahip olduğu role halen sahiptir. Ayrıca, birliklerinin AB komutasına bağlanmasıyla, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın ne derece önemli bir parçası olduğunu göstermesi açısından da, şu anda sahip olduğu konumun iyi bir fırsat olduğu söylenebilir.
*TASAM AB Çalışma Grubu, Uzman